11 EYLÜL'den sonra İslam ile demokrasinin ne kadar bağdaştığı tartışması ivme kazandı.
Müslüman ülkelerin çoğunda katılımcı ve çoğulcu bir demokrasinin kurulamayacağı inancı oldukça yaygın. Otokrasi ve itaat kültürü İslam ülkelerinin belirgin özellikleri olarak görülüyor. Bu görüşe karşı gelenler ise İslam'ın her zaman eşitliği ve kişisel ve toplumsal hakları koruduğunu, Osmanlıların kurumlaştırdıkları ‘‘millet’’ sisteminin de dinsel ve kültürel çeşitlilik prensibine İslam'ın bağlılığını kanıtladığını vurguluyorlar.
* * *
Geçen hafta ‘‘Roma Kulübü’’nün Bilkent Üniversitesi'nde düzenlediği konferansa katılan Ürdün Prensi Hasan Bin Talal konu ile ilgili bazı incelemelerini içeren bir kitapçık dağıttı. Bunda İslam ile devlet arasındaki ilişkileri ve köktendinciliğin asıl nedenlerini irdeliyor. Özellikle belirttiği başlıca noktaları özetliyorum: ‘‘Müslümanlar, sadece köktendinciler değil, her zaman laik devlet kavramını kabulde güçlük çekmişlerdir. İslam'da devlet kavramı, Tanrı'nın ilahi kanununun egemen olduğu hakça ve mükemmel bir toplumu ifade eder. İslam din ile dünyevi alan arasında fark tanımaz. Devlet ile kilise arasında bir ayrım yapılamaz, çünkü İslam'da kilise yoktur. Devlet, hiç değilse teoride, din hukukunun bölünmez bir parçasıdır. Birçok Müslüman için Peygamber ve onun ilk halefleri zamanında mevcut bu ideal durum bugün de aranması gereken bir ülküdür. Politikayı din hukukundan ayrı bir disiplin olarak görmeyen köktendinciler ideal İslam toplumunu gerçekleştirmek için politika ile dini birleştirmek isterler. Amaçları, toplumun laikliğe sürüklenmesini önlemek için dini politize etmektir. Köktendincilik ulus devlete savaş ilan etmiştir. Hedefi, onun dayandığı prensipleri yok etmektir. Köktendinciler ulusal egemenlik kavramını kabul edemezler.’’
* * *
Din referanslı partilerin hepsinin Prens Hasan'ın tarifi çerçevesine girdiği iddia edilemez. Fakat şurası da bir gerçektir ki, bu partilerin en ılımlıları dahi laikliği içlerine sindiremediler. Atatürk başka türlü bir ulus devlet kuramayacağını gördüğü için radikal bir devrimle laikliği anayasal bir kural haline getirmişti. Bugün köktendincilik sadece Türkiye'de değil, fakat çağdaşlaşmanın gereği olarak laikliğe kanunlarında ve uygulamalarda bir ölçüde yer veren bütün Müslüman ülkelerde de bir tehdit olarak algılanmaktadır.
* * *
Türkiye'de İslamcı dediğimiz partiler birçok aşamalardan geçtiler. İktidara ne zaman ortak oldularsa büyük zararları dokundu. Birçok alanda ülkenin önünü kestiler. Ve nihayet son seçimde Avrupa basınının ‘‘Eski İslamcı’’ diye nitelendirdiği AKP değişik bir kimlik iddiası ile tek başına iktidar oldu. AKP'nin gövdesini oluşturan kadrolar, ‘‘Milli Görüş’’ geleneğinden geliyor. Ancak AKP liderlerinin çoğunun daha birkaç yıl önceki söylemleri ile bugünkü söylemleri arasında dağlar kadar fark var. Geçmiş hatalarından gereken dersi çıkardıkları ve Cumhuriyet'in temel prensipleri ile çatışmamaya özen gösterdikleri görülüyor. Bu davranışta sebat gösterildiği ve yol kazaları olmadığı takdirde, Müslüman ülkeler topluluğunda çağdaşlaşmanın öncülüğünü yapan Türkiye, bu sefer merkez sağa yakın, laiklikle bağdaşan bir liberal İslam örneğini verebilir. AKP'nin bu alanda tarihi bir sorumluluğu vardır.
* * *
Daha önce sadece AB'ye değil, fakat NATO'ya bile karşı gelen Tayyip Erdoğan AB üyeliğini de artık tamamen benimsemiş görünüyor. AB üyeliği yolunda ilerleme Türkiye'de kurumsal ve toplumsal gerilim olasılıklarını azaltacaktır. AKP, hükümetin kurulmasından bile önce bütün AB ülkeleri ile direkt temas kurdu. Çok güzel bir inisiyatif. CHP de paralel girişimler planlamış. Avrupa ülkelerine iki partinin de aynı mesajı vermeleri ve birlikte çalışmaları Türkiye'ye bir müzakere tarihi perspektifini açabilir. AKP ve CHP liderlerinin hafta başındaki buluşmalarında Kıbrıs sorununu da ele almaları sevindiricidir. Ecevit hükümeti Kıbrıs sorununun AB süreci ile etkileşimini bir türlü kavrayamamıştı. Herkesin bildiği parametreler dışına çıkmamak koşuluyla Kıbrıs'ta bir çözümü desteklemenin isabetli olacağını, böyle bir çözüme Kıbrıs Rumları ve Yunanlılar karşı gelseler bile yapıcı bir yaklaşımın Türkiye'ye dolaylı olarak avantaj sağlayacağını göremedi. Kasım ayı içinde BM Genel Sekreteri beklenen önerilerini sunmadan AKP ve CHP ortak bir Kıbrıs politikasının çerçevesi üzerinde de anlaşabilirler. Ülke yararına ne güzel bir gelişme olur.