Paylaş
Tarihte, babasının ölümü üzerine henüz beş yaşında tahta geçen hükümdar dahi vardır. (XIII. Louis’nin ölümü üzerine XIV. Louis’nin tahta çıkması gibi.) Şüphesiz, annelerinin naipliğiyle 18 yaşına kadar hükümdar sayılmaları, hukuken tartışmalı bir durumdur. Osmanlı tahtında da buna benzer örnekler mevcuttur. Şedid bir hükümdar olan IV. Murad da çok küçük yaşta, henüz buluğ çağına ermeden tahta çıkmıştır. Niyabet (naiplik) Valide Kösem Sultan’daydı. Gerçek anlamda iktidarı ele alması ise daha sonra gerçekleşmiştir.
FATİH HEPSİNİN ÖTESİNDEYDİ
İstisnai şahsiyetlerden biri de Sultan Abdülmecid’dir. 16 yaşında tahta geçmek zorunda kalmıştır. Sert kararlar alan bir devlet adamı ya da büyük bir reformcu olmaktan ziyade, olayları arka planda yöneten bir hükümdardı. Tanzimat kadrosu gibi, birbirleriyle geçinmeye doğuştan isteksiz devlet adamlarının arasını bulmakta, en olgun arabulucuları bile hayrete düşürecek bir uzlaştırıcı kişilik olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu olgunluğu ve manevra kabiliyetiyle, bugünün birçok gencinin sadece eğlence peşinde koştuğu yaşlarda bir imparatorluğu idare ediyordu.
Büyük Fatih, tüm bu örneklerin ötesindedir. Henüz 12 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Bugünkü Anadolu toprakları (Ankara dâhil) ve Rumeli’de Sırbistan sınırı ile Arnavutluk’a kadar uzanan toprakların padişahıydı. Öncelikle, Karaman Beyliği -yani bugünkü Konya ve çevresi- ile mücadele etmek zorundaydı. Avrupa’da ise Haçlı orduları, güçlü Macar Krallığı’nın ve Hunyadi’nin komutasında üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Bir dönem, babasıyla birlikte adeta dönüşümlü bir taht yönetimi söz konusuydu. Ancak 20 yaşından itibaren tüm yetki onun eline geçti.
Türkiye tarihinin günümüze kadar gelen pek çok kurumunun temellerini o attı. Balkanlar’da hâlâ etnik ve kültürel izleri görülebilen birçok yapı, onun döneminden kalmadır. Ancak bütün bu miras, çoğu zaman gölgede kalır. Çünkü İstanbul her şeyin üzerindedir. Bugünün dünyasında 20 milyona yaklaşan nüfusuyla garip bir metropol olan İstanbul, bir yanıyla en temel medeni imkânlardan yoksunken, diğer yanıyla dünya metropolleriyle konfor açısından yarışır hale gelmiştir. Ve bunu Türkler inşa edebilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed’in fethi, dört asır boyunca inanılmaz eserlerle taçlandırıldı. Ne yazık ki bugün ise bu mirasın tahribiyle meşgulüz. En başta, Fatih’in inşa ettirdiği Taşkızak Tersanesi’nin üzerine Haliç’te çirkin bir otel yapıldı ve temelleri betonla dolduruldu.
6 NİSAN 1453’TE BAŞLADI
Osmanlı donanmasının, Haliç’in ağzına gerilen zinciri geçemeyecek kadar güçlü olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Venedik ve Cenova, Bizans’ın yardımına koştu; ancak gelen gemilerin ne mürettebatı ne de malzemesi, bu şehir uğruna kendilerini feda etmeye niyetliydi. Hatta kuşatmayı bırakıp kaçanlar bile oldu. Cenevizli General Giovanni Giustiniani ise şehrin savunmasına katıldı.
Savunmayla ilgili ileri sürülen teoriler arasında, yalnızca kadın ve çocukların savunduğu bir şehrin 300 bin kişilik bir ordu tarafından kuşatıldığı yönünde efsaneler de vardır. Ancak esas savaş, Yedikule ile bugünkü Ayvansaray arasındaki hatta, yani Theodosius surlarının önünde cereyan etti.
Fatih’in gemileri karadan Haliç’e indirişi, Bizans’ın önde gelen devlet adamlarından Lukas Notaras tarafından hayranlık ve dehşetle izlendiği söylenir. Mübaşir gözlemciler, Kritovulos gibi dönemin ünlü tarihçileri bu safhayı ayrıntılarıyla aktarmaktadır.
KUŞATMA 53 GÜN SÜRDÜ
İlk safhada, surlar dönemin en büyük toplarıyla dövüldü. Sayısız kuşatmayı atlatmış olan İstanbul surlarında, bu saldırılar sonucu önemli gedikler açıldı. Asıl hedefe, yani surların yıkılarak şehrin içine girilmesine, Fatih’in ordusu burada ulaştı.
Muhtemelen Beşiktaş sırtlarından karaya çıkarılan, bugünkü Galata civarından Unkapanı’na indirilen hafif Osmanlı donanmasının (ince teknelerin) kuşatma üzerindeki etkisi hâlâ tartışmalıdır. Ancak deniz surlarının oldukça zayıf olduğu kesindir. Ne gariptir ki, bugün hâlâ ayakta kalan surlar arasında kara surlarından ziyade deniz surlarının daha fazla bölümü sağlam kalmıştır.
25–29 Mayıs tarihleri arasında nihai hücumlar kara surları üzerinden gerçekleştirildi. Bizans, sokak savaşlarıyla başkentini canhıraş bir şekilde savundu. İmparator Konstantinos da bizzat savaşanlar arasındaydı. Giustiniani ise bu çatışmalarda yaralanarak hayatını kaybetti.
7. yüzyıldan, yani 600’lü yıllardan beri Pera’da (bugünkü Galata) yerleşik olan Cenova ve Venedik kolonileri, kuşatma sırasında sur içindeki İstanbul’a beklenen yardımı sağlamadılar. Asırlarca yalnızca yaşamak ve kazanmak amacıyla orada bulunmuşlardı. Suriçindeki Bizanslılar, yani İstanbul halkı, hiçbir zaman Pera’yı sevmedi; aynı şekilde Peralıların da o büyük kitleyle içten bir muhabbeti veya candan bir alışverişi olmadı. Bugün hâlâ süren Ortodoks-Katolik ayrımının, yalnızca doktriner değil, temelde halk düzeyine inen bir anlaşmazlık ve kavga olduğu da bu iki coğrafya parçası arasında doğmuş, zamanla yayılmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.
ANTİK DÜNYANIN ZARAFETİNİN KORUNDUĞU ŞEHİR
Arapların “Konstantiniyye” dedikleri şehir, bir Hristiyan imparatorun; Müslümanların gözünde iman etmiş bir hükümdarın şehriydi.
Aslında bu şehri kuranlar Septimius Severus ve Marcus Aurelius’tur. Büyük Konstantin’in vaftiz edilip edilmediği ise hâlâ tartışmalı, adeta bir menkıbedir. Ancak yine de Konstantin, imana gelen Hristiyanlar için bir “Hristiyan imparator” olarak kabul edilir; büyük inancın ve ritüelin temellerinde yer alan önemli bir figürdür. Müslümanlar için ise o, imana gelen bir mümin ve bir Kayzer’dir. Dolayısıyla şehir her zaman onun adıyla anılmış, insanlar bu kadim beldeyi onun adıyla yad etmiştir.
MODERN ROMA HUKUKUNUN KURUCUSU
Ayasofya, bu şehrin en büyük mabedidir; daha doğrusu en mükemmel yapısıdır. Geç Antik Çağ dediğimiz, Roma’nın son dönemine ait bir eserdir. Zira Ayasofya’yı inşa ettiren İmparator Justinianus, Yunan kökenli ve Yunanca konuşan biri olmaktan çok, Makedon karakterli bir hükümdardı ve Latinceyi tercih ederdi. Kodifiye edilmiş modern Roma hukukunun kurucusu da odur. Onun sayesinde modern hukuk sistemi bugünkü çizgisine ulaşabilmiştir. Tartışmalı bir şahsiyet olsa da Justinianus, İstanbul için ihtişamlı bir gerçektir. Kendi menkıbelerini bizzat kendisi yaratmayı tercih etmiştir. En basit örneğiyle, sabahlara kadar uyuyamadığını anlatır.
Bu şehir, antik dünyanın zarafetini ve estetiğini, sanayi medeniyetinin kabalığına karşı koruyabilen ender yerlerden biridir. Bu özelliğiyle, yalnızca İtalya’daki Roma ile birlikte anılabilecek tek metropoldür. Diğer kadim şehirler, sanayi devriminde ya çok küçülmüş ya da İskenderiye gibi tamamen harap olmuştur.
20. yüzyılın ağır çevre ve nüfus sorunları içinde ise korkunç bir mücadele veriyoruz. Ve bu büyük mücadelenin en ağır yükü de bize düşmektedir. Hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin bilincinde olması gereken, tarifsiz bir zenginlik ve sorumlulukla karşı karşıyayız.
18 YAŞ ALTI SUÇLULAR
14 yaşında bir çocuk... Hiçbir günahı yok, kötü niyeti yok. Yüz binlerce insanımızın pamuklar içinde büyüttüğü evlatlardan sadece biri... Bahsettiğimiz, Minguzzi ailesinin oğlu: Mattia Ahmet Minguzzi. Kendisine laf atan serserilerin ne dediklerinin bile farkında değil. Saldırganlar ne istediklerini bildiklerini sanıyorlar, ama bildiklerinin ne anlama geldiğinin farkında değiller. Onların bildikleri tek şey: kıskançlık, haset. Yanlış yönlendirilmiş bir sınıf düşmanlığı... Ve muhtemelen kimya endüstrisinin yarattığı uyuşturucularla, daha çocuk yaşta harap olmuş beyinler.
SOKAKLARDAKİ AYAKLI SUÇ DOSYALARI
Bunların hiçbiri kontrol altında değil. Bazılarının kabarık suç dosyası var ama hâlâ serbestçe ortalıkta dolaşıyorlar. Üstelik yalnızca 18 yaş altındakiler değil, yetişkinler de aynı durumda. Trafikte zorbalık yapan birine bakıyorsunuz; sabıka kaydı 19, 20, 30, 50 dosyaya ulaşmış. Biri eşini dövüyor, diğeri sevgilisini öldürüyor; tonla sicil kayıtları var.
Fransa’da Adalet Bakanlığı’na “Mühürler Bakanlığı” denir. Çünkü Adalet Nezareti, yurttaşlar hakkında insan onuruna ve temel haklara aykırı olmayacak şekilde kayıt tutmakla yükümlüdür. Zira millî güvenlik ve toplumsal huzur için bu şarttır.
Bizde ise adlî sicil müessesesinin ne işe yaradığı halen bilinmemekte.
Kanunlarımızda bazı gariplikler var. Maalesef bu alan çığırından çıkmış durumda.
YAŞ MESELESİ GÖZDEN GEÇİRİLMELİ
“Şâbb-ı emred” -yani İngilizce’de “teenager” denen yaş grubu- hâlâ bir çocuk kadar masum kabul ediliyor. Oysa bu çağ geçmiştir. İlmin sesine kulak vermeli ve kanunlar buna göre düzenlenmelidir.
14 yaşındaki Mattia Ahmet Minguzzi’yi 15 yaşındaki B.B. bıçaklıyor, yetmiyor, hâlâ can çekişen çocuğa 16 yaşındaki U.B. tekme atarak adeta ölümünü hızlandırıyor. İkisi de suçlarını itiraf etmesine ve neden yaptıklarını anlatmalarına rağmen, yeterli cezayı almayacak ve büyük ihtimalle kısa süre sonra serbest bırakılacaklar.
Peki, çıktıktan sonra ne olacak? Kim bilir daha neler yapacaklar? Çünkü artık bu yola girmişler. Üstelik işin kötüsü, etraflarında kendileri gibi başka çocuklar yaratmaya başlayacaklar. Islah evinde kontrol altında tutulması gereken biri, yeniden aynı muhite döndüğünde daha masum gençleri etrafına toplayıp etkilemesi, onları yoldan çıkarması çok daha kolay olacaktır.
Paylaş