Paylaş
TAHRAN (28 Kasım-1 Aralık 1943) ve Yalta (4 Şubat 1945 - 11 Şubat 1945) konferanslarında mağlubiyetinden sonra Almanya’nın kaderi tayin edilmişti. Franklin D. Roosevelt Tahran’da Almanya’nın ve Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki suçlu rollerinden dolayı tehlikeli ulus olduğunun anlaşıldığını bu nedenle Almanya’nın tamamıyla bir ziraatçı ve endüstrisi olmayan memleket hâline getirilmesi tezini ileri sürdü. Winston Churchill bu konuda sessiz kaldı. Stalin ise bir Alman hayranı olduğunu gösterdi; belki strateji bunu gerektiriyordu; Almanya’nın ayakta kalmasını istedi ve Roosevelt’in modeline hiç iltifat etmedi.
Yalta Konferansı / Winston Churchill - Franklin D. Roosevelt - Stalin
Yeni Almanya pek de gerçeği yansıtmayan; daha doğrusu demokratik gelişimine faydası olmayacak federal bir sisteme bürün-dürüldü. Bu gerçek bir federalizm değildir. 1948’de Batılı müttefiklerin işgalindeki Almanya bir cumhuriyet olarak böyle kuruldu. Konrad Adenauer Nazi hayranı olmayan ve onlarla geçinemeyen bir muhafazakârdı (Köln Belediyesi eski başkanıydı). Hitler’in maliye nazırı olan Dr. Hjalmar Schacht da arka planda bu yeni cumhuriyetin iktisadi sorunlarını çözen biriydi. İki ihtiyarın gizli - açık işbirliği vardı ve kuru-cu oldular.
Hitler
SAVAŞTA BİLİM İNSANLARINI MUHAFAZA ETTİLER
Yeni Almanya’nın sıfırdan kurulması sonradan çıkarılmış, abartılan bir kasidedir. Savaş sırasında en mühim üretim unsuru insandır. He-saplı biçimde cepheye sürülenlerin arasında ne o günkü Almanya’nın ne de geleceğin Almanya’sının kolay gözden çıkaramayacağı mühendisler, fen ve bilim insanları cephe gerisinde muhafaza edilmiştir. Hatta ileride Amerikan sanayiini ve harp sanayiini geliştirecek uzmanlar bile böyle ortaya çıkmıştır. Tabii ki Sovyetler Birliği de Doğu Almanya’daki insan kaynağını aynı şekilde kullanmıştır. Yeni Almanya’nın düzenli toplumu müttefik Batılılardan bile daha hızlı bir şekilde örgütlenmeyi becerdi. Daha savaş içerisinde zarar gördükçe hızla onarılan tesisler (meskenler değil) yeniden üretime geçti, savaş sonrası dünyanın ihtiyacını karşılamaya başladı. Fabrikaların dirilmesinden işçiler ve işverenler birlikte çalıştı. Bu nedenledir ki 1948’de kurulan cumhuriyetin sıfırdan inşa edilmediği açıktır. Malî reform; yani bütün tasarrufları silen ve herkese geçerli bir miktarı bağışlayan tedavüldeki paraların fiilen lağvı ve belirli karşılığı olan meblağın yurttaş başına 75 DM verilmesi gibi acı bir ilaçtı. Marshall Yardımı en rasyonel olarak kullanılabildiği ülke Almanya olmuştur. Askerî harcamaların yapılmadığı, kapitalist (hür dünya) veya komünist (esir dünya) diye ayrılan iki blok arasın-da Batı Almanya savaş masraflarından da oldukça kurtulmuştur. Ordusu çok sınırlıydı. Aynı şansın Doğu Almanya için olduğunu söylemek mümkün değildir.
Uzak Doğu’da da Japonya benzer bir durum yaşadı. Savaş sonrası komünizm Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak en önemli problem hâline gelmiştir. Dünyanın nüfus olarak yarıya yakını, coğrafya olarak da önemli bir kısmı yeni bir bloğun içindeydi. Soğuk Savaş dönemi Batı’da sosyal harcamaların felaketi önleyici maksatlarla bir ölçekte arttırılmasını bir yandan da komünizm korkusu-nun birlikte artmasını sağladı.
Demokrasiler ilginç bir döneme girmişti. 1 Mayıs’ın işçi bayramından çok bahar bayramı olması adı öyle konmasa da bir sokak şenliği hâline çevrilmesi Türkiye’de de “bahar ve çiçek bayramı” denmesi böyle bir anlayışın örneğidir. Aslında “1 Mayıs’ın” ortaya çıkışı herkesin bildiği gibi Amerika’da kanlı biten ilk büyük işçi mitinginin yıldönümü olmasından ileri gelir.
1950’lilerden beri dünya kirlenmeyi de hızlandıran yeni bir istismar ekonomisine girmiştir. Tabiatın tahribi artmıştır. Türkiye gibi savaşa girmeyip birikim sağlayan bir ülke olmak üzere bazı ülkelerin barışın nimetlerinden yararlanarak büyüdüğü açık-tır. Bazıları ise destekle belirli bir düzeye gelir. Uzak Doğu umulmayacak kadar ileri adımlar attı. Japon ve Kore modeli yeni kurulan Tay-van (milliyetçi Çin) gibi yerlerde uygulandı. Zenginlik yavaş yavaş Uzak Doğu’ya kaymaya başladı.
Rejimler değişti. Bu değişiklikler Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gibi değildir. Çok partili ama ideolojili olmayan rejimler; Franco İspanya’sının faşizminden dolayı izolasyonu gibi gösterişli birkaç sene geçtikten sonra Franco üye olmasa da gerekli üsleri NATO’nun emrine verdi ve ambargodan kurtuldu. (El Caudillo) Franco, Dışişleri Sekreteri Foster Dallas’ın İspanya ziyaretini büyük sevinç ve gururla karşıladı ve ziyaretin sonunda “İspanya iç harbini şimdi kazandım” dedi.
ORTA DOĞU KAOSUN İÇİNE GİRDİ
Orta Doğu yeni bir kaosun içine girdi. Burada kaos İngiltere’nin petrol kaynaklarına aşırı sahipliği, Süveyş Kanalı’nın veriminden ve gelirinden vazgeçememesi Amerika’nın bu konularda onunla rekabeti nedeniyle artmıştır. Aralarındaki bu uzlaşmanın yetersizliğinden dolayı ABD Kral Faruk’a karşı darbeyi destekledi. Darbecilerle Kahire’deki Amerikan sefiri fevkalade yakındı.
Orta Doğu’yu asıl sarsan olayın İsrail olduğu söyleniyor. Her şeyi olduğu gibi bunun da gözden geçirilmesi lazım. İlk Siyonistlerin İsrail’in 1967’den sonraki politikasında tesiri olmadı ve bu yıldan sonraki İsrail daha çok Amerika’nın şekillendirdiği, öne sürdüğü bir ünitedir. Politikanın sonu Netanyahu gibilerinin iktidara gelmesiyle sonuçlandı. ABD politikası her yerde olduğu gibi burada da büyücü çırağı rolüne düşmüştü. Ustanın emrini süpürge ve kovayla didinerek yapacağına onun kulak misafiri olduğu sözde tılsımlı sözlerini tekrarladı fakat süpürgeyi durdurmayı bilmediği için dükkânı sular bastı. Orta Doğu dünyası İkinci Dünya Savaşı’nda da etkilenmiştir. Türkiye eski bir devlet olmanın verdiği tecrübe, İstiklal Harbi komutanlarının hepsinin kesinlikle Almanlara soğuk bakması ve Batılıları da bir ölçüde idare etmesiyle bu savaşın ustalıkla dışında kalan tek ülkedir.
Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki savaş dışı kalma politikası anlaşılır bir şeydi. Ama açıkçası Stalinizm savaş dışında kalmak gibi anlaşılabilir bir politikanın daha ötesinde fırsattan istifadeye çalıştı. (Molotov-Ribbentrop Antlaşması) Bu kenardan ciğeri kapma düşüncesiyle Nazi Almanyası’nın zamansız ilerlemesine sebep olan ve bu alanda da Batılılardan (İngiltere ve Fransa) aşağı kalmayan bir yanlışın müsebbibidir. Yeni Sovyetler Birliği her şeyden evvel sosyalizmin ve Marksizmin taraftarı ve sempatizanı olan Batılı sol çevreleri Sovyet Rusya’dan ve politikasından soğutmuştur. Asya’daki etkinliğini ise Kore Savaşı’ndaki yenilgiden çok Asyalıların kendilerine has politik ustalıklarından dolayı kaybetti.
Şurası bir gerçektir; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler’in Çin ve Kore’ye karşı güttükleri iç savaş hem politika hem potansiyel olarak bir daha da tekrarlanamamıştır. Afrika’da Batı – Doğu mücadelesi kesinlikle Sovyetler Birliği’ne açık kazanç ve nüfuz sağlayamadı. Sovyet Rusya gerçekten Batı’nın istismarı altındaki Afrika’da başlangıçtaki sempatik görünümünü kaybetti. Nedeni ise Batı Afrikanistlerinin çokça tekrarladığı yeni istismar politikaları değil, aksine etkisizliktir. Üretim yapısı, bürokrasinin ağırlığı ve gerekli politikaları geliştire-memesiyle Sovyet Rusya Afrika’da başarılı olamamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en önemli nokta Britanya’nın içindekilerin bağımsızlığı ve Hindistan gibi bir büyük unsurun ortaya çıkışıdır. Bunlar 20. yüzyılın problemli ama bir ölçüde de büyük gelişmeleridir. İnsanlığın siyasi yapısının rengini değiştirmektedir.
Bu hava içerisinden 1950’lilerin sonunda ortaya çıkan Üçüncü Dünya Bloku (Tarafsızlar) bir müddet sonra etkilerini kaybettiler. Ama hâlâ Mısırlı diplomatların söylediği gibi “Bizim için bağlantısızlar konferansı her şeyden önemlidir. İslam dünyasının kendi birleşmeleri yararlı değildir.” Hatta Kahire’deki bir seminerde büyükelçiler şunu dedi: “İslam Konferansı’nın işe yarar tek örgütü İstanbul’daki IRCICA’dır.” Bunu tespit etmiştik. En hafif bir uzlaşma, toplantı tekniklerini bile bilmiyorlardı. Dolayısıyla dünyanın bir bölümü için Üçüncü Dünya Bloku canlı, renkli gibi gözükmüyor. Ama şurası da açıktır; çöpe de atılmamıştır, buzdolabındadır.
GELECEKTEKİ KAVGALARIN İKİ ANA MERKEZİ
Dünya kesif bir kirlenme ve asıl beteri beslenme krizine doğru gidiyor. Nüfusun artışında azalma bekleniyor. Ama bu herhâlde öbür çöküşü karşılayacak kadar olmayacak. Gelecekte su ve gıda problemi büyüyecek ve kavgalar bunun etrafında dönecek. Türkiye coğrafyasının ve stratejilerinin kesinlikle değişmesi gerekiyor. Biz bloklar arasında kesin taraf tutan ve kavgaya bir taraf-ta katılan bir unsur olamayız.
Avrupa demek Konrad Adenauer’un General De Gaulle ile anlaşması demekti. Birinin kömürü, diğerinin metali yeterli değildi. İtalya’da ise hiçbiri yoktur. Fransa ve Almanya İtalya’yı kültürel yavru olarak aileye soktular. Kuzey’in zenginliği Güney’in faaliyetleri artar diye düşündüler. İlk başta çok parlak, çok geçmişi şanlı, görünümü hoş olan birliğin zamanla Almanya politikası yüzünden aşırı büyümesi ile doğan problemler işin rengini değiştirdi. İlk başta girmek isteyen ve Fransa’nın engellemesi ile geciken İngiltere, Avrupa’ya girdikten sonra hayal kırıklığına uğradı. Yakın zamanda da (Brexit) çıktığına pişman olmuştu. Ama raporlara göre bu pişmanlığı unutturacak bir düzelmeye giriliyor. Avrupa’nın dertleri bitmedi. Tabii kaynakları sınırlı ama daha çok dağınık olan bu kıtada şimdi istenen iş gücü, yani insan unsuru istenmeyecek ölçüde feci bir patlamaya girmiştir. Afrika’dan ve Asya’dan göçler nasıl önlenecek? Türkiye’nin göç politikasını yönlendirmeye yönelik yaptıkları malî dolandırıcılıkların bile pek işe yaramayacağı açık. Ama daha büyük bir tehlike var; azalan nüfus, cemiyetin bünyesini değiştiriyor. Ne yapmak zorundalar? Gelen göç-menleri mi alsınlar? Yeni cemiyeti kurmak için istenen çeşnideki malzeme değil. Yoksa doğrudan doğruya hayatı mı değiştirsinler? Kim ne derse desin eskiden tahayyül bile edemeyecekleri bir görece refaha, yaşama alışan tüketim merakları artan toplumların artık Tevrat’ın emrinde olduğu gibi hırslarından vazgeçip mütevazı hayata dönmeleri mümkün değil.
Paylaş