29 Mayıs 2010
AMERİKA’nın güneyinde bir kasabada geçen, Marlon Brando’nun unutulmaz filmlerinden “Takip/Chase” topluluk ruhunun yeri geldiğinde nasıl “insanlık dışı” bir şeye dönüşebildiğini anlatır. Hapisten kaçan Bubber’ı ortadan kaldırmak için herkesin kendince haklı bir sebep bulup toplu infaza karar verdiği an, Şerif Kalden (Marlon Brando) kapı önüne çıkıp, unutulmaz konuşmasını yapar. Kaba güce, töreye ve sesi yüksek çıkanın, gücü yetenin haklı olduğu düzene isyanın manifestosudur o konuşma.
Berlin’de şerif yok
Berlin’de, Almanya’da ise yanlışlığa dur diyecek şerif yoktur elbette, zaten demesi gerekenler de bu işi topluma bırakmadan “temizleme” derdindedir. “Ayrılık” filminin Umay’ı bir düğün gecesi davetlilere “ne olur beni aranıza alın” diye yalvarırken, babası ve annesi ruhları yabancılaşmış bir halde olan biteni seyreder; bu taş olmuş yürekleri torun sevgisi bile ısıtmaz, hatta Mehmet’in ablasını tekme-tokat dışarı atması yadırganmaz. Neredeyse toplumsal bir cinayet işlemiş gibi ürkek ve onulmaz halde ailesinin evine geldiğinde de yüzüne kapanır o kapı. Herkes hisseder ama söylemez; farkındadır ancak tavır almaktan korkar. Çünkü yaşam hakkını, özgürlükleri savunmaktan, adaletsizliğe karşı çıkmaya kadar her konuda tavır belirleme yetkisi “çevreye” aittir. Başkalarının ne dediği, etrafın ne düşündüğüdür önemli olan. Gelinen aşamada ise Umay aile için bir “fazlalıktır”, “biletini kesmek” gerekebilir?
Çevre infaz kurumu
Gelenek, töre veya toplum kuralları. Adını nasıl koyarsanız koyun özünde insanın insana dayatmasından, yaşattığı acılardan bahsediyoruz. “Ayrılık” filminde anlatılan da böyle: Umay’ın (Sibel Kekilli) dramı, mutsuz olduğu, üstelik fiziksel şiddet gördüğü bir evliliği sürdürmek yerine, çocuğunu alarak anne evine geri dönmesiyle keskinleşir. Ailesinin “senin yerin kocanın yanı” tavsiyesi, giderek “bizi herkese rezil ettin” korkusuyla bütünleşince, genç kadın yaptığı evliliğin bir ebedi mahkumiyet, çevre baskısının ise yasalardan daha güçlü bir infaz kurumu olduğunu anlayacaktır.
Berlin-İstanbul hattı
Feo Aladağ, Avusturyalı bir yönetmen ve belli ki bu coğrafyanın törelerini iyi gözlemlemiş. Berlin-İstanbul hattında geçen öykü, gazete sayfalarında okuduğumuz aile içi infaz haberlerinden, çığlıklarını bile duyuramayan ezilen kadın öykülerinden farklı değil. Belki tek fark, olaya dışarıdan bir kadın gözüyle bakan yönetmenin erkeklerin kurallarıyla örülen faşizan duvarların ne denli ilkel ve acımasız olabildiğini resmedip, çevreye ciddi rahatsızlık vermeyi göze alması.
Böyle filmler izleyeni derinden sarsar, ama topluma kendisiyle yüzleşme fırsatı da sunar. “Ayrılık” filmini toplasan-çıkarsan iki elin parmaklarını bulmayan bir seyirci sayısıyla izlerken üzüldüm: Hem Umay’a sırf mutlu olmaya çalıştığı için yaşatılan acılara, hem de bu tür konularla yüzleşmekten hiç hoşlanmadığımız gerçeğine. Doğrusu “bu filmi mutlaka kadınlar izlemeli” şeklindeki tavsiyeler de çok saçma. Tamam kadınlar mağdur ve izlesinler. Ama kötülükten, zihinsel karanlığın gücünden sözedeceksek, türlü mazeretlerle o kötülükleri yapan erkekler niye muaf olsun ki?
EV SİNEMASI
Taşra Üçlemesi
YENİ Türk sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Nuri Bilge Ceylan her çalışmasıyla kendisini aşan bir mükemmelliğe sahip. Kendi sinema dili ve ruhuna sahip bu değerli yönetmenin ilk üç filmi toplu halde DVD formatıyla sunuldu. “Taşra Üçlemesi” kutusunda Ceylan’ın kendi kasabasında siyah-beyaz çektiği “Kasaba”, daha sonra ilk renkli çalışması olan ve aile fertlerini eşsiz bir “film içinde film” örneğinde kullandığı “Mayıs Sıkıntısı” ile Cannes’da ödül kazanan başyapıtı “Uzak” yer alıyor.
Bunların yanı sıra Nuri Bilge’nin görsellik anlayışı ve sinema dilinin ipuçlarını barındıran kısa filmi “Koza” da bu şık kutu içerisinde koleksiyoncuları bekliyor. Yeni tanışanlar, müthiş bir görüntü sihirbazı ve usta bir sinemacının eserlerine sahip olacak.
Sevimli dev Shrek
BU haftanın iddialı filmi bir animasyon: Kim derdi ki 2001 yılında tanıştığımız sevimli dev Şrek (Shrek), sevgilisi Prenses Fiona ile bir eşek ve Çizmeli Kedi fenomene dönüşüp çizgi film dünyasının kalıcı karakterleri haline gelecek! En son 2007’de Şrek 3 gösterime girdiğinde, devamının nasıl olacağı belirsizdi. Teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde Şrek de epey mesafe katetmiş, en son ses sistemleriyle donatılmış bir halde ve üç boyutlu olarak karşımıza geliyor. Şrek, küçükler kadar büyüklere de seslenen eğlenceli bir seyirlik. Orijinalinden izleme şansınız varsa Mike Myers, Cameron Diaz, Eddie Murphy ve Antonio Banderas’ın dört ana karaktere ses verdiğini hatırlatalım.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2010
İYİ filmin ölçütü nedir derseniz, en kısa şekliyle “işini iyi yapandır.” Ait olduğu sinema tarzına renk ve yenilik katan her film, özen gösterilen her çalışma iyi filmdir ve övgüyü hak eder. Bu köşede yeri geldikçe seyirciden “emek”, bazen de “sabır” isteyen filmlerden sözediyoruz. Onların yeri apayrı, çünkü zamana karşı durabilecek estetik bütünlük, sinemayı sanat yapan ruh o filmlerde saklı. O lezzeti duyumsamak için de kolaycılığa teslim olmamak gerekiyor. Madalyonun diğer yüzünde ise, popüler ya da eğlencelik sinema örnekleri var ki onların da iyisi karşımıza çıktığında, tadına doyum olmaz.
Jake Gyllenhaal, Ben Kingsley ve Gemma Arterton kadrolu “Pers Prensi: Zamanın Kumları” bu hafta tercihini popüler sinemadan yana kullanmak isteyenler için biçilmiş kaftan. Hem keyifli ve eğlenceli bir seyirlik, hem de patlamış mısırdan ötesini düşünmenize gerek bırakmayacak tempoya sahip.
Epey popüler bir video oyununun beyazperde uyarlaması olduğu halde, “Pers Prensi”nin yapımcıları işi şansa bırakmayıp özenli bir film ortaya çıkarmış. Hayatı hafife alan Prens Destan, hiç beklemediği bir anda amcasının kötülükleri yüzünden kahramanlık yoluna itilir ve Prenses Tamina ile sahip olanı dünyaya hükmettiren bir hançeri korumak için kötülerle mücadeleye başlar.
Macera-aşk-tarihle kusursuz görsellik
Konu tanıdık gelebilir; “Yüzüklerin Efendisi” başta olmak üzere “Harry Potter”dan “Ben Hur”a kadar binlerce filmin dayandığı dramatik yapı farklı değildi zaten. Ama konusu geçtiğinde sadece belli başlı filmleri referans olarak hatırlıyorsak, iyi ile kötü, başarılı ile başarısız kendiliğinden ortaya çıkıyor demektir.
Yaklaşık 10 yıl öncesinin “Donnie Darko” günlerinden bu yana her filmiyle seyircisine karakter oyunculuğu keyfi yaşatan Jake Gylenhaal, oryantalist esintilerle bezeli Pers Krallığı atmosferine çok iyi gitmiş. “Dört Düğün ve Bir Cenaze”den “Harry Potter-Ateş Kadehi”ne kadar anlatımıyla hep farklılık yaratmış olan yönetmen Mike Newell bir kez daha popüler sinemanın kolaya kaçmadan yapılabileceğini gösteriyor. “Pers Prensi: Zamanın Kumları” yeni bir “Karayip Korsanları” etkisi yaratabilir.
Macera, aşk, tarihi arka plan, bol aksiyon ve görsellikte kusursuz bir yönetim. Galiba size düşen sadece mısırları ve içecekleri alıp, sinema koltuğuna gömülmek.
EV SİNEMASI
SHERLOCK HOLMES
Bugüne dek sayısız kez sinemaya aktarılan dedektif Sherlock Holmes, Robert Downey Jr. ve Jude Law ikilisi sayesinde popüler kültür ikonuna dönüşüyor. Guy Ritchie dinamik kurgusu ve ilginç kamera hareketleriyle Victoria dönemi İngiltere’sinde yaşayan kahramanı 2010 yılına taşıyor sanki. İstediğiniz kadar “filmin konusunu biliyorum” deyin, Robert Downey Jr. oyunculuğuna kayıtsız kalmak olmaz.
GREASE
Modern zamanların en güzel müzikali “Grease” ülkemizde sahnede sergilenmeye başlamasıyla eş zamanlı olarak, dvd formatıyla marketlere sunuldu. “Grease”(1978) ve “Grease 2”(1982) filmlerinin yeraldığı ikili dvd paket, nostalji yapmak isteyenler kadar, iyi bir müzikal seçimi için de ideal. Ayrıca devam filmlerinin kaderine bakmak açısından tarihe not düşüyor: John Travolta ve Olivia Newton-John ikilisi her sahnede müthiş bir enerji yayarken, “Grease 2” tam anlamıyla dökülüyor. Sonuçta 1978’in filmi hala yepyeni ve zamana karşı sapasağlam duranlardan.
SİNEMALARDAN
Elm Sokağında Kabus
JOHN Carpenter “Halloween/Cadılar Bayramı” (1978), Wes Craven ise “Elm Sokağında Kabus/A Nightmare On Elm Street” (1982) ile korku sinemasında yeni bir dönem başlatan isimlerdir. Senaryo titizliğinin yanı sıra, kötü karakter/katil üzerinde detaylı çalışarak korku türüne yenilik getirdiler. Michael Myers ve Freddy Krueger üzerinden onlarca “seri katil” daha beyazperdeden geldi geçti, ama hiçbir taklit aslını yaşatmadı.
Film, bir kasabadaki gençlerin rüyalarında seri çocuk katili makas elli Freddy Krueger tarafından katledilmesini anlatır. Uykuya dalmak fikri üzerine yapılmış en zekice kurgudur Korku sineması tutkunlarına göre, ama daha sonra mutlaka orijinalini de bulup, izleyin derim.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2010
TUTUNACAK bir dal arar gibi yaslandığı duvardan ürkek ve çaresiz gözlerle objektife bakan İranlı Soraya’dan geriye sadece 9 yaşındayken çekilmiş bir fotoğrafı kaldı. Kapanış jeneriğindeki o resme iyi bakın; “kadının adı yok” eleştirisine bile rahmet okutan bir zihniyeti, insanın insana yaptığı zulmün çarpıklığını göreceksiniz.
“Soraya’yı taşlamak” İran asıllı Amerikalı yönetmen Cyrus Nowrasteh’nin yine İranlı bir yazarın eserinden uyarlaması. Yaşanmış bir olaydan yola çıkan film, mahalle baskısı ve bağnazlığın geçerli hukuk haline geldiği bir kasaba ortamında tek suçu “her şeye rağmen yaşama sarılmak” olan genç Soraya’nın taşlanarak öldürülmesinin perde arkasını anlatıyor.
Sanat en doğru tanımını “ifade edilenin içeriği” ile “ifade biçiminin kusursuzluğunda” bulur. “Soraya’yı Taşlamak” bu anlamda bir istisna; sinemayı bir iletişim aracı, bir isyanı dillendirme formu olarak kullanarak, tüm dünyayı sarsmak, zihinlere acı bir gerçeği işlemek istiyor:
Dünyanın neresi olursa olsun, pozitif akıl yerini bağnazlığın dogmalarına bıraktığında o toplum bitmiş demektir. Erkek egemen kültür töreye, o da olmazsa inanç kılıfıyla yutturulan kör karanlıklara sığınarak mutlaka bir dehşet yaratacaktır.
Fiziksel şiddete maruz kalması yetmezmiş gibi, 14 yaşındaki bir çocuğu kuma getirmeye kalkan kocasını boşanmaya razı etmek isteyen Soraya’nın “nafakadan kurtulmak” için bir komploya kurban edilmesi gibi.
İster Soraya ister Süreyya
Varlığı bile yadsınan, en temel insan haklarından mahrum bırakılan kadınların öyküsü var bu filmde. Ancak, tıpkı töre cinayetlerini anlatan “Mutluluk” filminde olduğu gibi, bu filmi de çoğunlukla kadın seyirci izlerse yazık olur. Çünkü “Soraya’yı Taşlamak” filmini esas ve mutlaka görmesi gereken erkekler. Adına ister Soraya, ister Süreyya deyin böylesi acılar ne yazık ki bize hiç yabancı değil.
Üniversite öğrencileri düzeyinde yapılan araştırmalarda bile, namus kavramı ile cinayeti birleştiren anlayışa destek çıkanlar bulunduğunu hatırlayınca, keşke bir hoca çıkıp “Soraya’yı Taşlamak” filmini zorunlu ödevler arasına koysa demek geliyor içimden.
Toplumdan bulduğu kuvvetle şehvetini sapkınlıkla perçinleyen İranlı adamın yaptığını korkunç buluyorsak; biraz kendimize bakmak da iyi gelebilir. Bilmem kaçıncı kez doğuma zorlanan ve bu kez de erkek olmadı diye burnu kesilen genç anne; evlilik dışı aşk yaşıyor diye öz kardeşi ve kuzenleri tarafından taşlanarak öldürülen sevgililer; büyükleriyle barışmak üzere geldikleri baba ocağında kurşun yağmuruna tutulan evli çift; ya da cinsel yönelimi nedeniyle öldürülen sayısız insan Kaf dağının ardında değil, bu coğrafyada yaşıyor.
Yazının Devamını Oku