Gamze Cizreli

Şehitlerimizin ardından..

23 Ekim 2011
Geçen hafta, İstanbul’da bir toplantıdayım... Ali’nin okulundan aradılar: “Ali hastalandı, şu anda revirde, midesi çok ağrıyor, bulantısı da var, gelip alın.” Bende bir panik bir panik! Ablamı aradım, kendisi doktor. Ali’yi okuldan aldırıp hastaneye yolladım, ben de ilk uçakla döndüm.
Sonra muayeneler, tetkikler derken... sonuç reflü! Reflü aslında çok da endişe edilecek bir hastalık değil ama Aliş henüz 10 yaşında olduğu için epeyce üzüldüm.
Anne olmak böyle ağır bir yük işte! 
O gece Ali’yi yanıma aldım, ağrısını kontrol ederim diye birlikte uyuduk. Uykuya dalmadan her gece yaptığım gibi dua ettim: Allahım oğullarımı koru... 
İşte aynı gece saat 01.00 sularında bizler sıcacık yataklarımızda uyurken onlar şehit oluyorlardı teker teker!
Kimi saatler süren çatışmalar sonucunda, kimi yatağında gafil avlanarak...
Sabah uyandığımızda 26 gencecik Mehmetcik’in şehit oldukları haberi bomba gibi düştü içimize.
Yüreğimiz parçalandı.
Bütün gün ne yaptığımı, nereye bastığımı bilemeden dolaştım.
Ama asıl önemlisi o acılı, ciğeri yanan anaları düşünüp durdum.
Kim bilir haberi vermek üzere evlerine gelen askeri görünce ne yaptılar?
Ana yüreği işte, belki de gece o saatlerde içlerine bir sıkıntı düşmüştür, hissetmişlerdir kötü bir şeyler olduğunu.
Evlerine Türk bayraklarını asarken, “Vatan Sağ Olsun’’ derken neden bizim oğlumuz, neden bizim fidanımız diye isyan etmiyorlar mıdır?
 26 şehit...
26 acılı ana...
26 sönen ocak...
Sönen umutlar, sönen gelecek...
Sınırda ellerinde oyuncağını bile tutmadıkları, gerçek silahlarla, tüfeklerle bizim huzurumuz için nöbetteyken şehit düşen, hepsi evladımız, kardeşimiz yaşında gencecik fidanlar...
Hükümet ne yaptı, ne yapmadı bu noktadan sonra sorgulamak için geç kaldık artık. Muhalefet ne yaptı? Geçelim artık bunları.
Gizlisi saklısı yok, resmen bir iç savaş yaşanıyor doğuda.
İnsanlar asker, sivil, kadın, bebek ayrım yapılmaksızın göz göre göre öldürülüyorlar...
Vahşet, dehşet, ismini ne koyarsanız koyun, bu bir insanlık ayıbı.
Peki ya bundan sonra ne olacak?
Duymaya alıştığımız şehit haberleri ile ana haber  bültenlerini seyretmeye devam edeceğiz.
Gündem başka konularla başka yerlere çekilirken biz de günlük telaşımız içinde unutacağız olan biteni. Ta ki bir başka annenin kapısı çalınıncaya kadar...
Ama artık şu da bir gerçek ki, gün nefret söylemlerinin değil, barış çağrılarının günü olmalı. Bundan önce nice hükümetler geldi geçti, kanayan terör yarasına ne yazık ki çare bulunmadı.
Yıllardır savaş çağrılarının terörü engellemeye olumlu etkisi olsaydı, bunca yıl bu kadar çok kayıp, bu kadar çok acı yaşanmazdı.
Bu iş ancak konuşarak, müzakereyle çözülebilir. Karşılıklı hesap sormalarla, kara ve hava harekatlarıyla bir sonuca ulaşabileceğini hiç sanmıyorum. Silahlar bırakılmalı ve konuşmaya başlanmalı..
Bana göre bunun başka bir yolu yok.
Artık BIÇAK KEMİĞE DAYAND...
Hepimizin başı sağ olsun, bu son olsun.
Yazının Devamını Oku

Seninki kaç santimetre?

16 Ekim 2011
SENİNKİ kaç santimetre? Bir kampanyanın sloganı... İlk duyduğumda Allah Allah bu da ne, nereden çıktı bu laf, ne oluyor diye sordum kendi kendime... Bu sloganı ilk olarak ünlü şef Mehmet Gürs’ün üzerindeki t-shirt’te gördüm. Sonrasında öğrendim ki soyu tükenmekte olan balıklara dikkat çekmek için yapılan bu müthiş kampanyayı Greenpeace organize etmiş. Aslında özeti: ‘Küçük balık yoksa büyük balık da yok’ .
Bütün balıklar için önemli olan bu kampanya özellikle Boğaz’ın simgesi lüfer için daha da önemli. Dün İstanbul’da lüfer bayramıydı. Lüferin tam da mevsimi. Ankara’ya da en tazesi geliyor günlük olarak. Ama üç gün önce Divan Oteli’nde yaptığımız TURYİD toplantısında bir kez daha gündeme gelen konu lüfer sayısının gittikçe azaldığı yönündeydi.
Lüferin avlanma boyutu bu kampanyadan önce 14 cm idi. Şimdi 20 cm’e çıktı.
Çünkü 20-24 cm’e gelmeden önce balık yumurtasını bırakamazmış. Yumurtasını bırakmadan da soyunu devam ettiremiyor. Lüferin yavruları sarıkanat ve çinekop. Biz balıkçı tezgahlarından bu balıkları almaya devam ettikçe, restoranlarda bu balıkları sipariş ettikçe sarıkanat ve çinekop avı devam edecek ve lüferin soyu tamamen tükenecek. 2000 yılında denizlerimizde 25 bin ton lüfer avlanırken bugün bu rakam 5000 ton civarında. Tabii ki yok olan sadece lüfer değil. Lüfer sadece bir simge. Böyle giderse birkaç yıl içerisinde denizlerimizde 40 cins balık türünün daha nesli tükenecek.
Buradan seslenmek istiyorum...
Gelin hep birlikte, balıkçı tezgahında ya da restoranda kampanyanın sloganında olduğu gibi soralım: Sizinki kaç santimetre? Lütfen sarıkanat ya da çinekopun satıldığına şahit olursak ALO174 numaralı telefona ihbarda bulunalım.
Yavru balık satmayalım, almayalım, tüketmeyelim. Denizlerimizin geleceğini korumaya yardım edelim.
Kız istemeler, nişanlar...
Son haftalarda öyle çok kız isteme, nişan törenine katıldım ki...
Hem seviniyorum hem de vakt-i zamanında mini minnacık olan yeğenlerimin mürüvvetlerini görmek yaşlandığım duygusuna kapılmama neden oluyor...
Geçen hafta Gaziantep’teydim. Baba tarafından yeğenim Ali’ye kız istemeye gittik, ardından da nişan törenlerini yaptık. Gaziantep tabii, mutfağı dillere destan. Biz de kız isteme, nişan derken bol bol yedik... Halil Usta’nın kebabı, içli köfte, analı kızlı, İmam Çağdaş’ın meşhur fıstıklı baklavası... Tartılmaya korktum ama kesin 1-2 kilo alıp döndüm. Nişan gecesi daha önce görmediğim bir adete şahit oldum Antep’te. Nişanlananlara takılan yüzüğün kırmızı kurdelesi nişan töreninden sonra minik minik kesilerek bekar kızlara dağıtılıyor. Kızlar da bir an önce evlenebilmek için bu minik kurdeleleri suyla yutuyorlar. Düğünde gelinin ayakkabısının altına bekar kızların isimlerinin yazıldığını biliyorum da kurdele yutma işini ilk defa gördüm! İşte her yörenin kendine özgü adetleri var... Bu hafta da burada dayımın oğlu Emre’ye söz kestik! Hazırlıkları heyecan içinde yaparken yeni trendleri de öğrendim.
Artık eskiden olduğu gibi kız istemeye giderken kırmızı gül gönderilmiyormuş! 11-21-51 gibi tek sayılarda gönderilen kırmızı güller yerini beyaz güllerle birlikte kullanılan beyaz orkide dallarına bırakmış! Biz de Emre’nin çiçeğinde beyaz orkide ve gülleri tercih ettik. Kız evine götürülen çikolatada da gümüş veya cam, kabı ne olursa olsun, madlen yerini, el yapımı özel çikolatalara, trüflere bırakmış. Gusto çikolatanın zarif sahibesi Yüksel Hanım’dan öğrendiğim kadarıyla el yapımı çikolataların yanına yaldızlı kağıtla kaplanmış çikolatalar da dekor olarak konuyor, gümüş renkli badem şekerleri de araya serpiştiriliyormuş. Daha da önemlisi çikolata konulan kabın kurdelesi, dekoru kız evine gönderilen çiçeğin rengine göre seçiliyormuş. Biz de Emre’nin çikolatasında çiçeğimizin detayını anlatarak kendimizi Yüksel Hanım’a bıraktık. Sonuç çok güzeldi.
Aslında bana tüm bu detaylar ve hazırlıklardaki esas gaye, kız tarafına bu işe emek harcandığının gösterilmesi... Şimdi heyecanla Oğul ve Ali’ye kız istemeye gideceğim günleri bekliyorum. Ne hoş adetler, ne güzel heyecanlar...
Yazının Devamını Oku

Hareketli Başkent

9 Ekim 2011
SONBAHARIN en sevdiğim taraflarından biri de yeni sezon tanıtımları, davetler, kokteyller, defileler... Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü Panora’da Ralph Lauren yeni sezonunu hazırladığı mini bir defile ile tanıttı. Hemen ipuçlarını vereyim: Ralph Lauren’de sezonun en favori renkleri bej, toprak, vizon ve asker yeşili. Her zamanki gibi, net kesimli pantolonları, sade ama son derece şık gömlek ve ceketleri ile elegans duruşundan ödün vermiyor.
Hem yeni sezonu görmek hem de birbirinden güzel yabancı mankenleri seyretmek moda sever Ankaralılar için büyük keyif oldu doğrusu!
Kışa sıcak merhaba
Bu hafta Ankara’da bir hareket bir hareket... Hemen ertesi gün de, Beymen’de yeni sezon tanıtımı vardı. Kreatif Direktör Murat Türkili yine harikalar yaratmış! Ekspozisyonun başlangıç teması çiçekti! Arka planda nefis bir çiçek tasarımı, önde kışın iç ısıtan bordo, koyu sarı, mor renkli çiçeklerle bezenmiş kumaşlar...
Bir yandan ekpozisyonu izlerken öte yandan, Türkili elinde mikrofon tüm kıyafetleri en ince detaylarına kadar anlattı. Kürk etoller hemen hemen her kıyafette vardı. Siyah yüksek belli eteklerle giyilen beyaz ipek gömlekler çok şıktı. Hem rahat hem de asil bir şıklık bizleri bekliyor bu sezon benden söylemesi...
Hayallerinin peşinde koşuyor
Aysun Berkant, yirmi yıllık bir dost. Yıllarca profesyonel olarak iş hayatında var olduktan sonra, yüreğinin götürdüğü yere gidenlerden. Tasarımlarını farklı malzemeler üzerine yansıtarak birbirinden güzel işlere imza atanlardan. Yarattığı marka: Bobo.
Geçen gün yanına uğradım. Yeni yaptığı tasarımları gösterdi. Yastık kılıfları, çatal bıçak saklama setleri, hediye torbaları...
Hepsine bayıldım. Pamuklu kumaştan yapılmış sebze saklama torbaları sebzelerinizi naylon poşetlere göre üç kat daha uzun bir süre taze kalmasını sağlıyormuş. Ama benim favorim: Ot saklama torbası. Kendi içinde bölmeleri ve cepleri olan pamuklu bir torba. Otlarınızı, roka, tere, dereotu, maydanoz güzelce yıkıyorsunuz ve nemliyken ceplere yerleştiriyorsunuz. Doğruca buzdolabına! En az bir hafta taptaze kalıyorlar. Hem yer kaplamıyor hem de elinizin altında yıkanmış, taze otlarınız her an hazır. Kullanmaya başladıktan sonra baktım ki işe yarıyor annem başta olmak üzere bizim kızlara alıp hediye ettim. Ürünleri İstanbul’da Kantin, Delicatessen ve Ağustos ayından bu yana da Ankara’daki Durance mağazalarında satılıyor. Fiyatları da çok uygun.
Aysun’un hem facebook sayfası hem de bir blog’u var:
bobobohemebourgeois.blogspot.com.
Mutlaka bakın, hayatınıza biraz tasarım biraz da neşe katın!

Gökten düşen üçüncü elma

DÜNYA, tarihi bir kahramanı daha kaybetti.
Neye inanıyorum biliyor musunuz? Bazı insanların bu dünyaya bir misyonu yerine getirmek üzere geldiklerine...
Steve Jobs da onlardan biriydi. Geldi, dünyayı değiştirdi ve misyonunu tamamlayarak gitti. Bütün teşekkürleri, takdirleri de yanında götürdü...
Gökten üç elma düştü.
Biri Adem’in elması. Diğeri Newton’un. Üçüncüsü de Steve Jobs’un.
Bir tarafından küçük bir ısırık alınmış bu elma ile hayatımızda pek çok şey değişti.
Yazının Devamını Oku

Pembe Köşk’te çay daveti

3 Ekim 2011
GEÇTİĞİMİZ hafta hem Ankara’da hem de İstanbul’da havalar bir anda soğudu. Okulların da açılmasıyla, oğlanlar okullarına, derslerine başladılar. Ben de Ankara-İstanbul arasında iş ve sosyal aktivitelerle geçirdim su gibi hızla geçen haftayı. Pazartesi öğleden sonra Özden Toker Hanım’ın verdiği çay daveti için Pembe Köşk’teydim. Özden Hanım ve sevgili kızı Nurperi her zamanki zerafetleriyle tarihi köşkte bizleri ağırladılar. Özden Hanım’dan bu köşkün 1927 yılında Ankara’da gerçekleşen ilk baloya, ilk konsere de ev sahipliği yaptığını öğrendim. Özenle hazırlanmış lezzetlerle dolu çay sofrasında koyu sohbetle vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Gülseren Özdemir, Figen Çarmıklı, Düriye Arseven, Nirvana Aydıner, Ayşe Tansı, Gülser Yenigün, Yasemin Asena ve Ayla Hatırlı davetliler arasındaydı. Yaz tatili nedeniyle uzun zamandır görüşemeyen dostlar da bu vesileyle hasret giderdi. Ankara’nın sonbaharını çok seviyorum. Herkes tatilden dönüyor, şehirde sosyal hayat hareketleniyor. Bu arada yeri gelmişken son zamanlarda birkaç kişi hem bana hem de yakın çevreme soruyormuş, Gamze Ankara’daki Big Chefs’leri satıp İstanbul’a yerleşiyormuş diye! Olur mu hiç öyle şey! Bunca emek ile kurduğum ve bugün 12 adede ulaşan Big Chefsler Ankara’da doğdu, Ankara’da büyüdü. Ankara benim evim, oğullarımın okulları burada. İstanbul’da şubelerin sayısı çoğaldığı için sık sık İstanbul’a gidip geliyorum ama bu; Ankara’daki noktaları satmama neden değil ki. Big Chefs de, Rafine de satılmadılar, devredilmediler. Her iki markamızda da menü değişimleri, tadilatlarla geçirdik son birkaç ayı. Nereden çıkıyor bu laflar anlamadım.

Ankara’lılardan Cumhuriyet Balosu!

Pembe Köşk’teki davette Özden Hanım bahsetti, Cumhuriyetimizin 88. Yıldönümü kutlamaları kapsamında, İnönü Vakfı ve Anadolu Çağdaş Eğitim Vakfı işbirliği ile burslu öğrenciler yararına bir balo düzenliyorlarmış. 27 Ekim’de İstanbul Kuruçeşme Divan’da düzenlenecek gecede Behzat Gerçeker ve Enbe Orkestrası sahne alacakmış. Bu yemekli davetin geliri ise her zaman olduğu gibi burslu öğrenciler için kullanılacakmış. Koç ailesinin de destek olacağı bu geceye biz Ankaralıların da destek olması şart.

Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars

Geçen hafta Odtü Vişnelik’te Perküsyon Ustası Ayhan Sicimoğlu ile müziğe ve dansa doyduk. Müzisyenliğinin yanı sıra renkli kişiliği ve değişik üslubuyla büyük bir hayran kitlesine sahip ustanın televizyonda yaptığı gezi programlarını zaman zaman ben de takip ettim. Kendisinin dünyada gezmediği ülke, konuşmadığı dil kalmadığını düşünüyorum. Programlarından tanıdığım kadarıyla hayattan, yemekten, müzikten böylesine keyif alan kişi az bulunur. Hatta bir rivayete göre Mazhar Fuat Özkan ‘Deli Deli Kulakları Küpeli‘ şarkısını Sicimoğlu için bestelemiş. Madem böylesine renkli bir müzisyen Ankara’ya gelmiş, gidelim eğlenelim dedik. Son albümü “Friends & Family” de yer alan söz ve müziği kendine ait olan “Ahi Na Ma Kaynana” gibi şarkılardan tutun da “Palavra” ve Jimmy Kenedy’nin unutulmaz şarkısı “İstanbul Pas Constantinople” gibi şarkılara getirdiği yorumlar ile çok keyifli bir akşam geçirdik. Arabesk Latin kavramını da o gece ilk defa Sicimoğlu’yla yaşadım. Ebru Gündeş’in bir şarkısını Latin formatıyla öyle bir yorumladı ki; herkes bir ağızdan şarkıya eşlik ederken bir yandan da kıvrak hareketlerle dans ediyordu. Vişneliğin çimenlerinin üstünde bu güzel konserin ev sahibi Leo Organizasyon’a da kocaman bir Bravo.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar adına umutlandım

25 Eylül 2011
EVET... Geçen hafta ortasında havalar iyice serinledi, hatta yağmurlar da başladı. Artık Ankara’mıza sonbahar geldi... Açılış, konser, organizasyon davetiyeleri de birbiri ardına gelmeye başladı.

Geçtiğimiz perşembe, ANGİKAD Girişimci İş Kadınları ve Destekleme Derneği 2011-2012 Dönemi Açılış Toplantısı için Ankara Swissotel’deydim. Kurucusu ve Başkanı Sevgili Devrim Erol önderliğinde Ankara’nın önde gelen İş kadınlarından pek çok isim oradaydı.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sayın Fatma Şahin de toplantıya katılarak çok samimi bir konuşma yaptı. Sayın Bakan’ın konuşması salondaki herkes gibi beni de etkiledi. EtkileNmekten de öte, umutlandırdı. Kadınlarımızın istihdamının ve devletin kadın girişimcilere verdiği desteğin artmasına yönelik üzerinde çalıştıkları projelerden bahsetti. Anlattığı projelerin hepsi değil, bir bölümü bile hayata geçse ne mucizeler gerçekleşir kimbilir!
En önemlisi kadına yönelik şiddet büyük oranda azalır, kadınlarımız hak ettikleri toplumsal ve ekonomik güce ulaşır. Fatma Şahin’in icraatlarını büyük bir merakla ve umutla bekliyorum.
Ayrıca o akşam, Türkiye’nin Kadın Girişimci yarışmasında 5 bin 600 kadın arasından Türkiye birincisi olan Sevgili Zeynep Rüstemoğlu da güzel bir konuşma yaptı. Zeynep, erkek egemen olan savunma sanayinde iş yapan genç, alımlı bir girişimci. Çok başarılı projeleri hayata geçirmiş bir Ankaralı. Geçen sene benim birinci olduğum yarışmada ne tesadüf ki bu sene de yine Ankara’dan Zeynep birinciliği göğüsledi. Artık Ankaralı kadınlarımızın birinciliği kimseye kaptırmayacağından eminim. 
Divan İstanbul’un muhteşem dönüşü
Geçen haftanın en renkli organizasyonlarından biri de Divan İstanbul’un açılışıydı. İstanbul ile alakası olan hemen herkesin anılarında mutlaka yeri vardır Divan’ın. Yarım asırdan fazla bir süredir, İstanbul’un gözbebeği olan Divan, üç yıla yakın süren renovasyon çalışmalarını nihayet tamamladı ve müdavimlerinin sevdikleri özelliklerini kaybetmeden yeniden açıldı. Divan’ın dönüşü tam anlamıyla muhteşem olmuş. Dünyaca ünlü mimar Thierry Despont klasikleşen Divan atmosferini koruyarak çok güzel mekanlar yaratmış. Öncelikle tavandan sarkan cam heykellere bayıldım. Aynı zamanda avize olan bu sanat eserlerini Amerikalı bir cam üfleme ustası yapmış. Duyduğum kadarı ile Bedri Rahmi Eyüboğlu, Balkan Naci İslimyeli, Necdet Kalay, Burhan Doğançay, Nafiz Çamlıbel, Remzi İrem gibi sanatçıların eserleri de tekrar sergilenecekmiş. Özetle Divan Taksim İstanbul’a yakışan çok güzel bir otel olmuş.

Doubletree by Hilton Ankara 1 yaşında

GEÇEN hafta İstanbullular Divan’ın yenilenmesini konuşurken, biz Ankaralılar da Doubletree by Hilton Oteli’nin birinci yaş gününü kutladık.

Yazının Devamını Oku

Bu sonbahar

18 Eylül 2011
OKULLAR açıldı, tatilciler döndü... Sonbahar geldi Ankara’mıza... Ben bu sarı mevsimi çok seviyorum, aslında havada biraz hüzün var, sanki gözleri dolu dolu her an ağlamaya hazır gibi. Öte yandan da hüzün çok yakışıyor bu şehre... Günler yavaş yavaş kısalırken, erken çöken karanlıklarda ruhuma en iyi gelen yine okumak oluyor
En son Avludaki Akrep’i okudum. Farklı bir şiir kitabı. Şairi Ankara’dan bir doktor: Zekeriya Babaoğlu, SSK Dışkapı Hastanesi Başhekim yardımcısı. Kendisiyle ilk tanıştığımda esprileriyle, hayata yaklaşımıyla çok renkli bir kişiliğe sahip olduğunu düşünmüştüm...
Aslen Mardinli. Şiirleri hayat üzerine, aşk üzerine... Diyarbakır, Mardin ve o yörenin insanları üzerine çok güzel şiirleri var? Bunun yanında Prenses Diana’ya Açık Mektup isimli bir şiiri bile var. Prenses Diana’nın ölümü üzerine kaleme alınmış. Dolu dolu, yoğun duygular içinde yaşananların şiirlerle hayata geçtiği Avludaki Akrep ikinci baskısını yaptı. Biliyor musunuz, tam mevsimi şiir okumanın...

Sezonun renklerini yakalamak

Sonbahar geldi geliyor derken Ağustos’un ikinci yarısından başlayarak vitrinler yeni sezon modasıyla renklendi bile. Ağustos’un başında New York’ta çoğu marka yeni sezonunu açmıştı. Vitrinlerde yeni renklere, dokulara 35 derece sıcaktan dolayı pek de itibar etmemiştim. Geçen hafta güneşin ışığının değişmesiyle yeni sezonu inceleme şansım oldu.
Bir kere renklere bayıldım: kehribar, yakut ve yeşim bu sezonun en moda renkleri. Özellikle yakut yani bordo bu sezonun olmazsa olmazı! Bir de baştan aşağı yani elbisesiyle, çorabıyla, ayakkabı ve çantasıyla bordoya bürünmek çok moda. Hatta ojesi ve rujuyla da.
Bunun yanında bu sezona kürk aksesuarlar da damgasını vuracak gibi gözüküyor. Vakko’da kenarları kürklü pelerinlere bayıldım. Yeni sezon çok aristokrat, çok ihtişamlı gözüküyor.

Çiçek modasını mutlaka takip edin!

Bende son birkaç yıldır bir çiçek merakı var ki sormayın. Neredeyse sabah mezata gidip rengarenk çiçekleri görmek koklamak için çiçek tasarımcılığına başlayacağım. Sonbahar ve ilkbahar çiçeklerin değişimi açısından en bayıldığım mevsimler. Rafine’nin çiçek düzenlemelerini yapan Golden Çiçekçilik’ten Emre’yi aradım dün. Hazan mevsimini iyiden iyiye hissetmek için New York’tan aldığım dekorasyon dergisinde gördüğüm ayçiçekleri ve sararmış yapraklarla yapılan bir tasarım istedim.
Emre “Sonbahar geldi, artık biz de mevsime uygun tasarımlar yapmaya başladık. Bordo krizantem çıktı, yakında nar da çıkar, çiçeklerle narı birlikte kullanırız. Balkabaklarının içini çıkarıp turuncu güller koyarız... Biz de havadaki hüzne uyuyoruz” deyince hemen eve ayçiçekli bir sipariş verdim. Baksanıza moda sadece giyimde değil, çiçek tasarımlarında bile var! Çok hoşuma gitti.

H&M ile gençleşin!

VE nihayet, Avrupa’nın en büyük perakende markalarından İsveçli H&M, geçen hafta Cepa’da açtığı Türkiye’deki en büyük mağazası ile Ankaramıza geldi.
İstanbul’da İstinye Park’a gittikçe ara sıra gidiyordum. Ama Marmara Forum’da Big Chefs’in kapı komşusu olması sebebiyle, her İstanbul ziyaretimde uğrar oldum. Her yaştan ve her tarzdan insana hitap eden bu markanın Ankara’ya gelmesi hepimizi heyecanlandırdı.
Ben açılışa gidemedim ama Sevgili Betül oradaydı. Ondan ve açılışa giden diğer arkadaşlarımdan duyduğum kadarı ile, H&M’in koordinatörü Pelin Akay Kuran, Şenay Dağlı, Eda Durkan, Nihan Tangil ve Meral Terzi çok şıklarmış.
Ama öte yandan Ankara’daki açılışa gelen konuklar, İstanbul’dakiler kadar özenli değillermiş. Çoğu kişi gündelik kıyafetlerle gelmiş açılışa. Aslında H&M markası da öyle, gündelik hayatta rahatlığı vaat ediyor ama hatırlıyorum da İstanbul’daki açılışta herkes moda dergilerinden fırlamış gibiydi. Hangisi doğru bilmiyorum. H&M renk uyumu, kombinasyonlardaki detaylar ve uygun fiyat politikası ile tüm dünyada olduğu gibi, bizde de kasalarda uzun kuyruklar oluşturacağa benziyor. Hatta açılışta bile herkes elleri kolları dolu çıkmış mağazadan. Tasarımlarında kullandığı genç çizgi ve modanın tüm ana hatlarını taşıyan koleksiyonlarıyla H&M’e ben de Ankaramıza hoş geldin, gençlik getirdin diyorum!
Yazının Devamını Oku

Apple dünyası ile geç de olsa tanıştım!

11 Eylül 2011
Haftalardır Steve Jobs’ın istifası ve ardından da basında çıkan fotoğraflarını düşünüyorum. Bu aralar elimden düşürmediğim iPad 2’ime ne zaman baksam bu dahi adam geliyor aklıma. Beni tanıyanlar bilir, cep telefonum dışında vazgeçemediğim bir teknolojik aletim olmadı. Cep telefonunda da çok mobil olduğum için maillerimi kolayca alıp cevap yazabilme özelliğinden dolayı Blackberry’den vazgeçmiyorum. Bilgisayarda ise oğlanlar ve Eda bana senelerdir bazı programları veya powerpoint sunumlarını öğretmeye çalışsalar da nafile. Sadece internette gezebiliyorum. Yazılarımı yazabiliyorum. Başka da hiçbir aksiyon yok. Teknoloji ile bu mütevazi ilişkim geçen sene New York’tan aldığım iPad ile başka bir boyuta taşındı!

Hem estetik hem pratik

Apple markasını herkes gibi ben de biliyordum ama benim için, tasarımcıların, reklamcıların kullandığı, özel donanıma sahip bir bilgisayardı sadece. iPad ile tanıştıktan sonra deyim yerindeyse Apple’ın nasıl fantastik bir dünyası olduğu daha iyi anladım ve işte o gün bugündür, vazgeçilmezlerim arasında yerini aldı! Kullanımı pratik, menüsü eğlenceli... Her yerden internete girebiliyorum. Özellikle, çok seyahat ettiğim için gazetelerimi okuyorum. Hem de aynı gazete gibi sayfa sayfa. Yani sayfaları bile çevirebiliyorum. İstanbul’un yoğun trafiğinde hangi yolun açık olduğunu görmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iPad ve iPhone’lar için özel yaptığı aplikasyonlardan yol durumuna bakıyorum. Hem estetik hem pratik Apple ürünleri herkes benim için de çok kullanışlı. iPad şimdilik bana yetiyor, Macbook ya da iMac gibi bilgisayarlardan edinmek istemiyorum. Hayır biliyorum, onlardan da vazgeçemeyeceğim ve bütün günüm bu aletlerin başında geçeçek!

Teknoloji dünyasını değiştiren deha: Steve Jobs!

Bu renkli ve eğlenceli dünyanın yaratıcısı Steve Jobs. Apple imparatorluğunun ardında onun hikayesi var aslında. Henüz 56 yaşında Suriyeli bir ailenin çocuğu. Anne ve babası henüz öğrenciyken evlilik dışı dünyaya getirdikleri bu minik bebeği evlatlık veriyorlar ve Amerikalı yeni ailesi ile birlikte yaşamaya başlıyor. Hakkında çok şey okudum. Çocukluğundan beri teknolojiye ayrı bir ilgisi var. Hatta o kadar ilgili ki, 20 yaşlarındayken evinin garajında bugün değeri 350 milyar dolar olan Apple şirketini kuruyor. Yıllarca var olan dehasını hem akıllıca kullanıyor hem de girişimci ruhu sayesinde cesaretle işini büyütüyor. Onun sayesinde Apple şirketinin hisseleri 110 kat arttı. Bir yıl önce rakibi Microsoft’u geçti ve dünyanın en değerli şirketi ExxonMobil’in arkasına yerleşti. Apple’ın kasasında kısa sürede 76 milyar dolarlık bir nakit birikti.
Ama 7 yıl önce pankreas kanseri teşhisi kondu kendisine... Teknoloji dünyasını değiştiren adam ne yazık ki kendi kaderini değiştiremedi. Milyarlarca dolarlık servet o illeti yenmesine yardım edemedi. Geçen haftalarda istifasının ardından medyaya kemoterapiler sonrası ne hale geldiğinin kanıtı fotoğrafları düştü. Dev gibi Steve Jobs 45 kiloya düşmüş... Yardımsız yürüyemiyor.

Anın değerini bilelim

Bu görüntülerden sonra düşündüm de, dünyanın en başarılı iş insanı olsanız da bir noktadan sonar ne başarının, ne şöhretin, ne de servetin bir anlamı kalmıyor! Eminim, Steve Jobs da kendisini emekliliğe hazırlıyordu. Belki okyanus kıyısında bir evde teknesiyle balık tutacağı günlerin hayallerini kuruyordu. Hepimiz öyle değil miyiz? Bende de sürekli bir yarını düşünme, planlama hastalığı var. Aldığım sağlıklı nefesin, sahip olduklarımın keyfine pek de varamıyorum. Hep tatilleri erteleme, sevdiklerimin yanına koşmayı yarına bırakma, hep sonra... Ya Steve Jobs gibi sonra yoksa? İşte bu noktada da gelecek kaygısını, geçmişle hesaplaşmaları bir kenara bırakarak yaşadığımız anın değerini bilmek lazım. Hepimiz için başarıdan daha önemli olmalı sağlık. Başarının, şöhretin ve hatta paranın bile fayda sağlamadığı bir durumda yaşamak da anlamını yitiriyor... Bugün pazar. Sonbaharın etkisiyle güneşin ışığı değişmeye başladıysa da, hala pırıl pırıl bir gün bekliyor bizi. Sevdiklerimizle başbaşa geçirilecek uzun, güneşli ve parlak nice sağlıklı pazarlara...
Yazının Devamını Oku

Yazı kitaplar için ayırdım

4 Eylül 2011
BU yaz ne yaptın diye sorsanız, cevabım şu olurdu; bol bol kitap okudum! Evet, uzun zamandır ayıramadığım kadar çok vakti bu yaz kitaplara ayırabildim sonunda... Kısa kısa da olsa tatillerde hem bedenen hem de kitaplarım sayesinde ruhen dinlendim nihayet! Aynaya ne zaman baktınız?

Ne zamandır Aykut Oğut’un isimsiz kitabını kitabevlerinde görüyordum. Mutlaka rastlamışsınızdır, kapağında yalnızca bir ayna var... Ne değişik ve ne yaratıcı bir fikir diyordum kendi kendime... Geçen hafta aldım ve inanır mısınız bir solukta okudum. Aslen tiyatrocu Aykut Oğut’u “Evrenden torpilim var” kitabı ile tanıdım ve anlatım dilini çok sevdim. Bu kitabında da aynı şey oldu, aldım, elimden bırakamadan okudum ve kısa sürede de bitirdim! Aykut Oğut diyor ki:
“Siz neyseniz, düşünceniz neyse, olumlu ya da olumsuz evren onu ayna gibi size geri yansıtır! Karşıyım dediğiniz şey hep sizin başınıza gelir... Kanserle savaş dernekleri kanseri çağırır, onun için bu tip yerleri sağlıklı yaşam merkezlerine dönüştürmek gerekir. Sigarayı bırakma taktikleri, sağlıklı nefes alma tekniklerine dönüşmedikçe, kilo sorunumdan nasıl kurtulurum, ideal kiloma nasıl ulaşırım fikrine dönüşmedikçe, bu sorunlar devam edecektir...”
Aslında kitap diyor ki:
“Vizyonunuzda çözüm yerine sorun varsa, siz o sorundan hiçbir zaman kurtulamazsınız.”
Son dönemde popüler olan pozitif düşünceye dair ilginç saptamaları var Aykut Oğut’un... Ben çok etkilendim. Yalnızca kendimizi aynada görmemiz yeterli olmuyor, iç dünyamıza da ayna tutmak gerekiyor bazen. Bence kendimizi tanımamız, kendimizle yüzleşmemiz için bu kitap iyi bir fırsat.

Sizin Nazım’ınız hangisi?

Bugün pazar
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum.....
Bahtiyarım.
İşte bu dizelerin sahibi Nazım Hikmet...
Bugün sağ görüşlü ya da sol görüşlü olsun farketmez, 7’den 70’e herkesin kabul ettiği bir gerçek var ki, o da Nazım Hikmet’in Türk hatta dünya şiirinin en önemli isimlerinden biri olduğu!
Ortaokul ve lise yıllarımda, korkarak sıranın altında, gizli gizli okuduğum, şiirleri ile beni çok etkileyen Nazım’ı aslında tanımadığımı bu kitapla anladım. Hıfzı Topuz’un “Hava Kurşun Gibi Ağır” romanından bahsediyorum.
Yaz başında aldım kitabı. Yeni okuyabildim. Çok da iyi etmişim, yoğun iş temposu sırasında okusaymışım, tadını alamazmışım belki de. Nazım’ı, komünistliği, cezaevi anıları ile biliriz hepimiz. Tabii benim gibi romantikler için de büyük etkisi vardır Piraye’ye yazdığı aşk dolu mektuplarının. Çok severim Nazım Hikmet’i, bazı şiirlerini ezbere bilirim. Hatta dost-arkadaş ortamlarında büyük bir gurur ile okurum, eğer zamanı ve yeri gelmişse.
Meğer hepsi boşmuş! Gerçek Nazım’ı bu kitabı okuyunca tanıdım. 1920’lerde genç bir şair olan Nazım’ın Kurtuluş Savaşı’nda orduya katılmak, Mustafa Kemal’in yanında yer almak için Anadolu’ya gemi ile kaçış hikayesini yeni öğrendim. Kitapta beni en etkileyen olaylardan biri de şöyle; Mustafa Kemal, Nazım’ın şiirlerini duyduktan sonra kendisini tanımak ister. Geceyarısı emir subayı, Nazım’ın evine gider ve Nazım’ı uyandırarak, Cumhurbaşkanı’nın huzuruna davet eder. Nazım önce şaşırır ama tepkisi sert olur:
“Reis-i Cumhur hazretlerine selam söyleyin. Ben Denizkızı Eftalya değilim” der. Atatürk’ün tepkisi ise “Aferin çocuğa, şair dediğin böyle olur” şeklindedir.
Hangimiz bu hikayelerden haberdardık ki? Işte bu yüzden bu kitap benim kütüphanemdeki en iyiler arasında yerini aldı. İstanbul’un işgali ile başlayan Cumhuriyet’in ilk yılları ve yaşam koşullarını anlamak ve büyük şair ile yeniden tanışmak için mutlaka bu kitabı okuyun.
Yazının Devamını Oku