Paylaş
ABD’nin, İnönü eliyle bize dayattığı sözde demokrasi ‘vesayet’le illetliydi (hastalıklı).
Hele 1946 seçimlerinin demokrasiyle, hür seçimle, halkın oyuna saygı duyulmasıyla yakından ve uzaktan bir ilgisi yoktu. 1946 seçimlerinin sadece adı seçimdi zira millet sandığa boşuna gidiyordu. Zira seçilecekler, seçimler yapılmadan belirlenmişti.
Usulen sandığa gidiliyordu ama gidenler oylarını hür iradeleri ile bile kullanamıyordu. Çünkü halk, İsmet İnönü’nün çıkarmış olduğu; ‘açık oy gizli tasnif’ kanununa göre oy kullanabilecek ve bu oylar, yine İnönü’nün belirlediği zevat (kişiler) tarafından gizlice sayılıp tutanaklara geçirilecekti!
Sindirilmiş ve canından bezdirilmiş halk yığınları, jandarma nezaretindeki sandığa gidecek ve oyunu hangi partiye verdiğini göstererek (CHP’ye verdiğini gösterecek, aksi halde jandarmanın dipçiğini yer) oy kullanacak.
Bütün bu kepazeliklere rağmen halk, ölümü göze alarak, CHP’nin karşısındaki DP’ye oy verdi. Sandıklar kaçırıldı, yakıldı, denize atıldı ve hepsinden önemlisi DP’nin oyları CHP’ye yazılarak, seçim sonuçları CHP’nin zaferi (!) şeklinde ilan edildi.
İşte İnönü’nün demokrasi ve çok partili seçim diye uyguladığı sistem bu idi. 1950 seçimlerine mahut kepaze kanun kaldırılarak gidildi (ilk demokratik seçim). Gizli oy açık sayım şeklindeki seçim sonuçlarına göre DP oyların yüzde 55’ini alarak 416 milletvekili çıkararak Meclis’in yüzde 85’ini elde etti. Beyaz ihtilal diye tanımlanan bu seçimler sonucunda CHP, yalnızca 69 milletvekili çıkarabilmiş ve böylece 27 yıllık tek başına iktidarı sona ermişti.
DP de CHP’nin içinden çıkmış olmasına rağmen, CHP, muhalefete düşüşünü hiçbir zaman hazmedememiş ve muhatabını; CHP karşıtı diye, rejim düşmanı laiklik düşmanı diye suçlamayı adet edinmiştir.
O gün bugündür, CHP bir daha tek başına iktidar yüzü görmemiş; bununla birlikte iktidara gelen tüm partiler ve onların liderleri, CHP’ye göre rejim ve laiklik düşmanı olmaktan kurtulamamıştır.
Vesayet de bu geçer akçe olan rejim ve laiklik objelerini kullanarak darbeler yaptırmış ve halkın seçtiği iktidarlar bir bir alaşağı edilmiştir. Süleyman Demirel gibi rejimin bağlısı ve laiklik tutkunu bir insanı halk üst üste seçmesine rağmen aynı kişiye iktidar koltuğu dar edilmiş ve 6 kere gidip 7 kere gelmek zorunda bırakılmıştır.
Demirel’in tek suçu, ruhen CHP’li olmasına rağmen, CHP’nin karşısındaki partide siyaset yapmış olmasıdır.
Mahut partilerin ve liderlerinin suçlanıp töhmet altında bırakılmalarının yegâne sebebi, halkın taleplerine ve beklentilerine kısmen de olsa olumlu bakmalarıydı. 27 yıllık CHP döneminde din okulları kapatıldı ve din dersleri verilmedi.
Öyle ki, halk cenazelerini İslami usullere göre yıkayıp defnedecek imam bulamıyordu.
Gelip geçen tüm başbakanların (Menderes, Demirel, Erbakan, Özal...) ve başlarında bulundukları siyasi partilerin suçu, halkın beklentilerine ve dini ihtiyaçlarına cevap verecek okulları (İmam-Hatip) açmalarıydı.
1960 Askeri darbesi oldu; cumhurbaşkanı olan darbeci generalin (Cemal Gürsel) ilk ziyaret ettiği ve tehditler yağdırdığı yer neresidir biliyor musunuz? O gün için koca İstanbul’da yalnızca bir tek adet olan Fatih’teki İmam-Hatip Okulu’na geldi.
Halbuki o okulda da (ki, Sayın Erdoğan da bendeniz de o okulda okuduk) Cumhuriyet’in öğretmenleri tarafından; matematik, fizik, kimya, biyoloji, cebir, geometri, astronomi, tarih, coğrafya, sanat tarihi, İngilizce, Fransızca, Almanca, sosyoloji, psikoloji, felsefe, mantık vb. orta okul ve lise derslerinin yanında dini bilgileri içeren meslek dersleri de veriliyordu.
Algı gerçeğin yerini alıyordu zira algıyı oluşturanlar bizzat devlet ricaliydi.
Hani ne oldu; ondan sonra onlarca İmam-Hatip açıldı, rejim mi yıkıldı, laiklik mi ortadan kalktı?
Bütün bu algılarla siyasi istikrar bozuldu ve Türkiye’nin kalkınmasının önü kesildi.
Yani gelip geçen tüm başbakanlar, şeytan taşlamaktan tavaf’a vakit bulamadılar!
Türkiye Başkanlık sistemine geçmeseydi, hala bu kısır döngünün içinde patinaj yapmaya devam edecekti.
Paylaş