Paylaş
Kâğıt üstünde, sözde bağımsız ülkeler, en hayati kararlarını bile kendileri alamazlar. Bu ülkeler adeta ‘uydu’ konumundadır.
Biz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bağımsızlığımızı kazandık lakin bu durumu kuvveden fiile çıkarmanın olmazsa olmazı güçlü olmaktır. Bu cümleden olarak, özellikle son yirmi yılda, savunmamızı başka ülkelere muhtaç olmadan yapabilmek için yoğun gayretlerin içine girdik.
Daha öncesinde ise, özellikle NATO’ya girişimizle birlikte savunmamızı başkalarına (ABD’ye) havale ederek, yan gelip yattık! Yan gelip yattık ifadesini bilerek kullanıyoruz, artık yattık mı yatırıldık mı, uyuduk mu uyutulduk mu bunun kararını siz verin.
NATO’ya girişimizden önce geçen otuz sene içinde iki büyük dünya savaşı yaşınmış, bunlardan birincisinde imparatorluğumuz tarumar edilerek elimizden alınmış ve biz Türkler, Haymana Ovası’na sıkıştırılmıştık. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda yapılan Lozan Antlaşmasıyla, bugünkü sınırlara yakın bir toprağı yeniden vatan edindik.
Bunu takiben 20 sene sonra ikinci büyük savaş başlamış, biz Türkiye olarak bu savaşı teğet geçtik. Bu teğet geçişi maalesef iyi değerlendiremedik. Üstelik ta Osmanlının gününden beri tevarüs ettiğimiz savunma sanayi hamlelerimizi, bu dönemde (İnönü dönemi) akamete uğrattık.
Kendi fabrikalarımızda ürettiğimiz uçakları toprağa gömerek üzerlerini betonla kapattık. Yerli ve milli olan silah ve mühimmat fabrikalarımızı da aynı akıbete uğrattık.
Savunmasız bir şekilde, ellerimiz böğrümüzde ve hepsinden önemlisi şartlı olarak NATO’ya alındık. Kore’ye savaşmak üzere bir Tugay asker gönderdik ve savunmamızı temin için de ABD’nin demode, hurda savaş ürünlerini (araç, gereç, silah, mühimmat vb.) ithal ettik. (sözde hibe!).
Savunmamızı NATO yapacaktı bu yüzden bizim herhangi bir savaş araç ve gereci, silah ve mühimmatı üretmemize gerek yoktu! Ne biz yapmaya niyetlendik, ne de niyetlenseydik bile onların böyle bir şeye müsaadeleri mümkün olabilirdi.
NATO her seferinde bize hem dişini gösterdi ve hem de yalnız bıraktı. 1963’teki Kıbrıs harekatımıza hiddetlenen ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü’ye mektup yazarak onu tehdit etti.
1974’teki Kıbrıs Barış Harekatımız karşısında ise, aynı ABD küplere bindi ve Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Daha da ileri giderek, askerimizin elindeki piyade tüfeğini (M1) savaşta kullanamazsın dedi.
NATO müttefikimiz bizi, savaşta tüfek yerine sopa kullanmaya zorladı.
Aklımız başımıza geldi, savunma sanayisinin temellerini atmak istedik; kısmen de attık lakin dışarıdaki güçler içerideki vesayet odaklarıyla el ele vererek gerekli adımları attırmadılar.
Sözde en yetkili Genel Kurmay Başkanlarına (Karadayı Paşa) götürülen ve yürütülmesi için müsaade istenilen savunma sanayi projeleri bile gizli yürütülmek zorunda kalınmıştır.
Erdoğan’ın iktidarının ilk yıllarındaydı; ABD, Erdoğan’ın korumaları için bile Türkiye’ye tabanca vermedi. Yanlış okumadınız tabanca vermedi, değil ki en modern silah ve mühimmat!
Peki Erdoğan ne yaptı?
O tabancaların ve tüfeklerin, çok daha gelişmişini yerli ve milli olarak üretti ve diğer ülkelere satmaya başladı. Gizli ve aleni olarak, savunma sanayisinde seferberlik başlattı. Durumu bilen ABD ve diğer müttefiklerimiz ambargolarını artırarak sürdürdü. Türkiye’de konuşlu Patriot hava savunma sistemlerini (rampalarını) sökerek ülkelerine götürdüler ve ülkemizi yüz üstü bıraktılar. Ruslardan S-400’leri bu yüzden aldık.
ABD ve İsrail, terörle mücadelemizde bizi İHA’sız bıraktılar. Yetmedi, ABD bizi, ortak olduğumuz ve milyarlarca dolarlık hissemiz bulunan F-35 projesinden çıkardı. ABD, Almanya’yı, Kanada’yı, Kore’yi, İsveç’i, İtalya’yı, Fransa’yı ve İngiltere’yi ikaz ederek; Türkiye’nin savunma sanayisi hamlelerini baltalamak istedi.
Bu mühim konuya gelecek yazılarımızla devam edeceğiz inşallah.
Paylaş