Malum dünyanın son parselasyonu, 2. Büyük Savaş’tan sonra yapılmıştı ve biz Türkiye olarak, kerhen (zoraki) demokrasiye geçmiş ve ABD hinterlandında yerimizi almıştık.
O zamanki moda deyimiyle ‘Küçük Amerika’ olacaktık!
Sonradan öğrendik ki ABD, karşısında hür ve bağımsız bir devlet istemiyor; kendinin tüm direktiflerine harfiyen uyacak ve asla karşı gelmeyecek ‘uydu’ bir sözde devlet istiyor.
Kurdun kocadığını görüp onu kendilerine maskara etmek istediler. Lakin burada unuttukları ve hesaba katmadıkları bir şey vardı; bu asil milletin damarlarında mevcut olan, ‘devlet-i ebed müddet’ algısı ve hür yaşama azim ve kararlılığı.
Türkiye’yi de, sınırlarını cetvelle belirledikleri ve başlarına kendi uşaklarını geçirdikleri Ortadoğu’daki kabile devletçikleri gibi, tarihi olmayan, köksüz ve hudayinabit bir devlet zannettiler.
Halbuki daha dün, Türkün üzengisini öpmek için yarış halindeydiler; bu denli sığıntı hallerini ne çabuk unuttular!
İşin daha da vahimi ise, bizim unutmamızdı, bize unutturulmasıydı. Hem de öylesine unuttuk ki bey olduğumuz kapıya uşak yapılmak istendik. Bu hali bizim sindirmemiz istendi.
Birinci Büyük Savaş’tan beri, üzerimizde bunun için tepiniyorlar.
Mahut medeniyetin sahibi iddiasındaki Batı ise, olaylara dürbünün tersinden bakıyor ve ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!’ edasıyla gününü gün ediyordu.
Onlara göre, nasılsa Müslümanlar insan sayılmazlardı; ‘hayvancıkların’ ölmesi ve hatta telef edilmeleri gerekirdi.
Bu yüzden Batı, ne Afganistan’dan ne Bosna’dan ne Irak’tan ne Suriye’den ne Yemen’den ne Türkistan’dan ne Arakan’dan ve ne de Filistin’den ibret aldı.
Avrupa kıtası, 2. Büyük Savaş’tan sonra ilk defa Bosna savaşına sahne oldu; orada da hedef Müslümanlar olduğu için (Oysa Boşnaklar da mavi gözlü ve sarı saçlı idi!) ya seyirci kaldılar ya da yangına körükle gittiler.
Göklere yükselen mazlum ahlarının kendilerini de yakacağını hiç düşünmediler, hesaba katmadılar. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider zannettiler.
İşte hiç beklenmedik bir anda alev topu, yine Avrupa’nın ortasına düştü. Üstelik bu kez iki ırkdaş ve dindaş arasında kıyasıya bir savaş başladı. Bu savaşı, Batı’nın doymak bilmeyen (ekmeğe, kana ve gözyaşına) emperyalistleri çıkardı.
Bu anlamsız savaşı ABD ile İngiltere, göz göre göre kışkırttı. Putin de Zelenski de oyuna getirildi. Zelenski’nin, oyuna mı getirildiği yoksa Batı’nın kendisine verdiği rolü mü oynadığı tam belli değildir. Şimdilik Batı, bir tiyatrocunun içinden savaş kahramanı (!) çıkardı.
Yarın tarihlerin ne yazacağını, bugünden kimse bilmiyor.
Bunun yegâne sebebi ise, halka olan güvensizliktir. Hem ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diyoruz ve hem de milleti sürekli aşağılıyoruz. İsminde halk kelimesi olmasına rağmen CHP, demokrasinin başlangıcından beri asla halkçı, halktan yana, halkın değerlerinden yana ve halkın sandıktaki (demokrasi) tercihinden yana olmamıştır ve halen daha bu durumunu sürdürmektedir.
Çünkü daha işin başından beri bunların niyetleri bozuktur. Bakınız; demokrasiyi İsmet İnönü’ye mal ederler ama alakası yoktur. ABD, Türkiye’yi kendi hegemonyasına sokmak için çok partili hayata (demokrasi) geçmeyi İnönü’ye dayatmıştır. O da zoraki buna evet demiştir, demek zorunda kalmıştır.
Niyetinin bozukluğu şuradan belli ki daha işin başında, 1946 seçimlerine (!) çıkardığı şu antidemokratik kanunla gitmiştir: AÇIK OY, GİZLİ TASNİF!
Kendisine dayatılan demokrasiyi kendi lehine çevirmek için, (aleni-gösterilerek verilen oyları kendi partisine verdirip ölümü göze alıp da verilmeyen oyları da gizli sayıp kendi partisi hesabına yazdırarak) bu yola başvurmuş ve demokrasi adına millete adeta deli gömleği giydirmiştir.
İşte öve öve bitiremedikleri İnönü’nün demokrasi anlayışı bu şekildedir. Bundan dolayıdır ki aşağıladıkları bu necip millet, demokrasiyi aslanın ağzından değil karnından söküp almıştır.
İlk defa 1950 seçimleriyle, ‘gizli oy, açık tasnif’le demokratik seçimler yapılabilmiş ve o seçimler dahil bugüne kadar CHP, bir daha tek başına iktidar yüzü görmemiştir.
Görüyorsunuz, daha demokrasinin başlangıcında ilk düğme yanlış iliklenmiştir.
ABD’nin bize, sözde demokrasi dayatmasının tek bir sebebi vardı, o da bizi vesayeti altına alması içindi.
Toplumumuzun demokrasiye susamışlığının delili, önüne sandık konduğu günden bu güne önceki 27 yıllık tek parti iktidarına (CHP) son verip ona bir daha tek başına iktidar yüzü göstermemesidir!
Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı makamı için: ‘O makam hiçbir faninin elinin tersiyle itebileceği bir yer değildir’ deyip kesintili de olsa 30 sene müddetle yürüttüğü Parti Genel Başkanlığı’ndan istifa edip Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Burada bir hatıramı anlatmak durumundayım. Zira Demirel’in sözünün istisnasını görmüş ve yaşamış birisiyim. Cumhurbaşkanlığı makamını elinin tersiyle iten bir faniyi bendeniz gördüğümde, doğrusu çok hayret etmiştim.
2007’de, 367 garabetinin yaşandığı günlerdi. Herkes gibi ben de, bir gazeteci ve bir vatandaş olarak, Meclis’te çoğunluğu elinde bulunduran partinin Genel Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olacağını düşünüyordum.
Baş başa kaldığımızda gazeteci olarak değil, aynı sıraları paylaşmış okul arkadaşı olarak kendisine sordum: ‘Aday sizsiniz değil mi?’ dedim. ‘Hayır, ben aday olmayacağım ama bunu en yakınlarım bile bilmiyor, sen de kimseye söyleme’ dedi.
O an, dünyalık en üstün makamı elinin tersiyle iten, gerçek bir dava insanı duruyordu karşımda.
Dünyayı elinin tersiyle itti ama gördüğümüz gibi, dünya da onun peşinden koştu ve daha sonra cumhurbaşkanı oldu. Hem de eskisi gibi sembolik değil, gerçek manada yetkili ve sorumlu devlet başkanı oldu.
Erdoğan
İnsan, doğuştan muhtaç yaratılmıştır, hem de yaratılmışların en muhtacıdır. Ve üstelik bu ihtiyaçlarının bir kısmını (hayati olanları) karşılayamadığı takdirde ölür.
Bunun için de çalışmak zorundadır. Hazırda bulsa dahi, bunları tüketirken bile belli bir gayreti sarf etmesi gerekir.
İnsan ruh ve maddeden yaratılmıştır; yaratılışında ruh asıldır (sınırsızdır), ete kemiğe bürünen maddesi ise dünya şartlarına göre dizayn edilmiştir. Yani sınırlı ve ölümlüdür. Dolayısıyla insanın manası (ruhu) maddesinden daha baskındır, zira asıl cevher olan ruhtur ve ölümsüzdür.
İnsanın manevi latifesi olan kalp de tıpkı beden gibi gıdayla (manevi) yaşar, gıdasız kalınca da ölür.
Yaratılışı itibarıyla, insanın eşref-i mahluk olması (en üstün yaratılan), ihtiyaçlarının çok fazla olmasındandır.
En üstün, en yetkin ve en yoksun! (İslam büyükleri; ‘Biz Rabb’imizi zıtları bir arada yaratmakta bulduk’ diye boşuna dememişler.)
Elbette her şey, zıddıyla kaimdir ve üstelik tüm zıtlıklar birbirine muhtaçtır.
Şair ne güzel ifade etmiş:
Seçim sathına girdiğimiz bu dönemde, kahrolası birileri milletimizin ekmeğiyle oynuyor. Hem de şu mübarek ramazan gününde.
Akılları sıra, milleti canından bezdirip Erdoğan’ı iktidardan düşürecekler. Halbuki Erdoğan’ın yirmi yıllık icraatları ortada; on sekiz yıl bir şey olmadı da son iki yılda bu olanlar neyin nesidir?
Milletimiz Türkiye’deki kalkınmayı yaşayarak gördü, içine düşürüldüğü bu sıkıntıdan da yine Erdoğan sayesinde kurtulacağını çok iyi biliyor.
Evet, bütün dünya bir pandemi sürecinden geçti, geçiyor. Hemen akabinde Rusya-Ukrayna Savaşı çıktı, petrol ve enerji ürünlerinde korkunç artışlar oldu.
Hükümet, bunlardaki artışın kısm-ı azamisini sineye çekerek halkına az kısmını yansıtıyor.
Ama Türkiye’miz bir tarım ülkesi, temel gıda maddelerindeki bu akıl almaz artışlar, ekonomik kurallarla izah edilemiyor. Malum birileri de bu yangına körükle gidiyor. Bunların başında da her zaman olduğu gibi bizdeki sorumsuz muhalefet geliyor.
Milleti, hükümetin aleyhine kışkırtmak için yalan üstüne yalan söylüyorlar. Kılıçdaroğlu, son iki ay içinde Türkiye’den Katar’a iki buçuk milyon küçükbaş hayvan ihraç edildiğini söylüyor ki baştan aşağıya yalan!
Pahalılık karşısında esnafımızın çoğunluğu da bir tuhaf oldu, zam yaptıkça seviniyorlar ve neredeyse zil çalıp oynayacaklar.
Vaktiyle CHP’nin tek parti zihniyeti ile oluşturduğu dikta rejimi, ülkede bürokratik oligarşiyi iyiden iyiye yerleştirdi. Bu durum, Osmanlı’nın son dönemlerinde, özellikle İttihat ve Terakki döneminde idarenin halka baskısı ve dayatması ‘zorba yönetim’ şeklinde uygulanmıştı.
1946’dan itibaren çok partili, 1950’den itibaren de ‘kısmi-vesayete tabi’ demokrasiye geçmemize rağmen idarede hep bürokrasinin borusu ötmüş, tek başlarına hükümet kuran iktidarlar bile asla muktedir olmamış, olamamıştır.
Diğer bir deyişle, vesayetle malul demokrasi dönemimizde, asker ve sivil bürokrasi hancı, şu veya bu şekilde gelen tüm hükümetler ise yolcu olarak görülmüştür.
Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni dünya düzeninde Türkiye, yaptığı anlaşmalarla hem maddede ve hem de manada ABD’nin güdümüne sokulmuştur. Buna bir de Türkiye’nin NATO’ya girişi eklenince ABD, devletin kılcallarına değin nüfuz etti. (FETÖ)
Bundan böyle, Türkiye için vesayetin ağababası ABD olmuştur. Artık Türkiye için, ABD ne derse o olacaktır. Türkiye’nin ABD’ye karşı ‘Hayır’ diyebilmesi asla söz konusu değildir.
Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan başbakanlıkları dönemlerinde ABD’nin ihanetlerini gördüklerinde, sadece bir veya iki konuda ABD’ye rağmen iş yapmaya giriştiklerinde başlarına gelmeyen kalmadı.
Kimine darağacı boylatıldı, kimine iktidar yerine ateşten gömlek giydirildi, kimi iktidardan uzaklaştırıldı, kimine ise partisi kapatılıp siyaset yasağı getirildi.
ABD, içimizde tüm bu denli melanetleri işlerken hep askeri ve sivil bürokrasi ile ortak hareket etti. Yani gerçek muktedirlerle (kendisinin ‘
İnsanoğlu, çığırından çıktığı, hedefini şaştığı zaman canavarların en korkuncu oluyor, hele de günümüz silahlarıyla! Ölümün binbir çeşidini kusan tüm bu ölüm makineleri, insan neslini yok etmek, inşa ve imar ettiği beldeleri yerle bir etmek için kullanılıyor.
İnsanın, her şeyden önce insani değerlere sahip olması lazım; insani değerlerle bezenmeyen insan, değil hayvan, ondan da aşağı olabiliyor.
Haksız yere bir mazlumu öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Cesetleri sahillere vuran Suriyeli Aylan bebeklerin, hunharca katledilen Ukraynalı yavruların vebalini, günümüz insanı nasıl verecektir?
Kahrolası insanlık, Suriye’de, Afganistan’da, Ukrayna’da tüm bu vahşetleri sadece seyretmekle yetiniyor ve bol bol konuşmaktan başka bir şey yapmıyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun, zulme sebep olan, gücü yettiği halde zulme mani olmayan, zulmün ortadan kalkması için gayret sarf etmeyen, zulme rıza gösteren; kısaca günümüz insanı gibi sadece seyretmekle yetinen, o zulmü işlemiş gibidir.
Şu körelmiş vicdanlara bakar mısınız? Kırk milyonluk bir ülke halkı bebek, çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden, yem olarak ateşe sürülüyor ve onların karşısına geçip cayır cayır yanmaları seyrediliyor.
Neymiş efendim, emperyalist devletlerin geleceğe dönük stratejileri bunu gerektiriyormuş!
Geleceğiniz de stratejileriniz de yerin dibine batsın!