Yine toplum olarak, hem taçlı demokrasiyi (Meşrutiyet) ve hem de Cumhuriyet döneminde, 1950 yılına kadar tek partili sistemi yaşadık.
Cumhuriyet’le birlikte Meclis’in duvarına; ‘Hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız milletindir’ diye yazdık ama bu durumu, gerçek manasıyla bir türlü kuvveden fiile çıkaramadık.
Bu durumun özeti şudur: Sistemimize ‘halkın kendini idaresi’ dememize karşın; halk için değil, halka rağmen iş yapmayı marifet bildik. Bunun da tek bir sebebi var, o da halka olan güvensizliktir.
Birilerinin kendilerini seçkin ve üstün görmeleri ve halka tepeden bakmalarıdır; halkı cahil ve ne istediğini bilemez addetmeleridir. Halkın değerlerini hiçe saymalarıdır.
Oysaki demokrasinin olmazsa olmaz iki ana ekseni vardır; birincisi, halkın idaresi (seçimle iktidarların belirlenmesi), ikincisi de muhalefet parti ya da partilerinin olmasıdır.
Cumhuriyet’in ilanından 1945 yılına değin iki kez, birden çok parti kurulma girişimi oldu. İkisine de müsaade edilmedi. Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu partinin (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1924) kapatılma gerekçesi neydi, biliyor musunuz? Partinin tüzüğünde, ‘halkın dini değerlerine saygılı olunacağı’ yazılmasıydı.
Halkın dini değerlerine saygılı olunması, rejim için tehlike görüldü ve bu parti kapatıldı.
İkinci denemeyi bizzat
Evet, önceki siyasetçiler de birbirleriyle kavgalıydı lakin onların kavgaları şahıs temelli değildi. Her birisi, ama hayır ama şer birer dava adamıydı ve davalarının kavgalarını veriyorlardı.
Beğenirsiniz beğenmezsiniz eski siyasetçiler, dünya görüşleri ne olursa olsun, hemen hepsinin bir kimliği (sağda veya solda), karizması vardı. Memleketlerinde birçok bakımdan öne çıkmış ve kendilerine gıpta ile bakılan kişilerdi.
Her birinin ağırlığı vardı, birbirleriyle olan münakaşaları bile belirli bir seviyede olurdu.
Şahsi saygınlıkları, siyasetlerine de yansımıştı.
Esas itibarıyla, Türk siyasetini çığırından çıkaran şey darbeler olmuştur. Her bir darbede, siyaset örselenmiş, siyasetçiler aşağılanmış, itibarsızlaştırılmış ve toplumun gözünden düşürülmüştür.
Bu yüzden, günümüzde çok kişiden ‘Siyasetten nefret ederim’ diye duyarsınız.
Memleket ve millet sevdalısı ışıltılı beyinler, bundan dolayı siyasete soğuk bakmış ve meydan yeri malum tiplere kalmıştır.
Her on yılda bir normal siyasetin önü kesilince ve üstüne üstlük vatan ve millet sevdalısı siyasetçiler, istiskal edilip görevden el çektirilince ve kendilerine darağaçları ve zindanlar reva görülünce; siyaset olanca mehabetini (görkemlilik) ve cazibesini yitirmiş ve kendi içinden, tek kelime ile ifade edelim, adeta kadük (değerini yitirmiş) olmuştur.
O, seçimi en yakın rakibine karşı sekiz yüz bin oy farkla kazandığını zannediyor ama kazın ayağı öyle değil.
İstanbul seçimleri tamamen AK Parti’nin peş peşe yapmış olduğu hatalar zinciri yüzünden kaybedildi. Bütün bunlara rağmen seçim başa baş sonuçlandı ama yine AK Parti’nin hatalı girişimleri sonucu mahut hezimet kaçınılmaz oldu.
AK Parti, İstanbul’a yaptığı ve İstanbul’un tarihinde yapılamamış devasa yatırımları (hizmetleri) anlatamadı, kaybetti; CHP ise tamamen yalan-yanlış algılar ve hayal vaatler üzerinden götürdüğü seçimi kazandı.
Bir kere; Binali Yıldırım’ın Ekrem İmamoğlu’yla televizyon ekranlarına çıkması çok yanlıştı. Üstelik rakip sahada ve İmamoğlu’na önceden soruları vermiş olan bir gazetecinin moderatörlüğünde çıkmak, yenilgiye davetiye çıkarmaktı.
Sonuçta, Binali Yıldırım doğruları ve onca devasa hizmetleri dillendiremedi, Ekrem İmamoğlu ise tamamen hayal satarak oluşturduğu algılarla rakibini yendi.
İnsanlar şu veya bu şekilde çeşitli makamlara gelebilirler, mühim olan gelinen o makamın hakkını verebilmektir, layıkıyla o makama oturmaktır. Zira makamın şerefi, orada bulunanladır.
Peki, İmamoğlu getirildiği makamın hakkını verebilmiş midir? Sloganlarla, yalanların propagandasıyla evet lakin doğrularla ve hizmetle asla!
İmamoğlu
İç ve dış vesayet odakları, en az Erbakan kadar, Erbakan’ı başbakanlığa taşıyan DYP lideri Tansu Çiller’e de kızıyordu ve onu neredeyse bir kaşık suda boğacaklardı.
Nitekim aynı Erbakan’la Mesut Yılmaz anlaşmak üzereyken, vesayet odaklarının tehditleri yüzünden hükümet kurmaktan imtina etmiştir (geri durmuştur).
O günkü vesayetin Milli Güvenlik Kurulu toplantılarını hatırlayın; az sayıda seçilmişler, çok sayıda atanmışların (asker ve sivil bürokrat) yanında adeta hesap verir konumda diziliyorlardı.
Çoğu lüzumsuz ve manasız sorular karşısında Başbakan Erbakan’ın nasıl kan ter içinde bırakıldığı hâlâ hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Erbakan’a ve kabinesine o denli hakaretleri yapanların bir kısmı, şu anda kodeste (hapis) gün sayıyor. Benzer hakaretlerden İçişleri Bakanı Meral Akşener de hanım kişiliğine bakılmaksızın nasibini almış ve mahut kişilerin iğrenç küfürlerine muhatap kılınmıştı.
Meral Akşener’i daha sonra AK Parti’nin kurucuları arasında görmemizle kaybetmemiz bir oldu. Partinin tanıtım çalışmalarına katıldığı bir seyahatte otobüsten indi. İniş o iniş!
Verdiği milliyetçi imajıyla MHP’de aradığını buldu ve orada Meclis Başkan Vekilliği’ne kadar yükseldi.
Dışarıdan MHP dizayn edilmek istenince partide durup direnmedi, bilakis dizayn edicilerin ekmeğine yağ sürerek ayrıldı ve yeni bir parti kurdu. 15 Temmuz’daki aşağılık FETÖ darbe girişiminden önce; daha sonra darbeyle dillendirilecek olan ‘Yurtta sulh’ sözünü diline pelesenk etti ve daha enteresanı, çok yakında başbakan olacağını (!) ilan etti.
Bu denli şifreli sözler hâlâ esrarını korumaktadır. Kurduğu İYİ Parti’yi milliyetçi temele oturttu lakin zamanla milliyetçi kadroları ya saf dışı bıraktı ya da pasifize etti.
Ahir zamanda, gerçek bayramların hayal olacağı zaten bildirilmişti. Bizler de böyle bir beklenti içinde olmadığımızdan, doğrusu, sükûtu hayale uğramadık.
Zira biliyorduk ki: ‘Haşa zulmetmez kuluna Hüdası; herkesin çektiği kendi cezası!’ dır.
Şu halde; insanoğluna ikram olarak sunulan bayram ziyafetini bizler kendi ellerimizle zehirledik, zehirliyoruz. Halbuki bu dünya nimetleri, herkese fazlasıyla yeter lakin içimizdeki açgözlüler, doyumsuzlar, başkalarının haklarını gaspederek dünyayı yaşanamaz kılıyorlar.
Malum; insan, dış görünüşüyle insan lakin hırs ve arzularıyla canavardan da tehlikeli ve aşağılık bir yaratık olabiliyor. Ve maalesef dünyamız, ahir zaman diliminde, bu denli canavarlara teslim olmuş durumdadır.
İnsanoğlu her keşfettiği yeni şeyle zararını artırmıştır. Bunun da sebebi, tüm bu yenilik ve buluşları hükmü altına alacağına, onların emrine (hükmü altına) girmesidir.
Diğer bir ifadeyle, yaratılış gerçeğini, hakikatini, neye memur olduğunu unutmasıdır.
Allahü teala Hz. Musa aleyhisselama indirdiği Tevrat’ta şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Seni kendim için, eşyayı (her şeyi) senin için yarattım. Benden dolayı (Benim için) yarattığım şeyi (kendini) eşyaya kurban etme!’
İletişim araçları baş döndürücü hızla gelişti ve tüm yerküresini büyük bir köy haline getirdik diye sevinmiştik. Yeni buluşlarımızla ses duvarını aştık, uzayı parselleyip yatırımlar yapıyoruz.
Bu kısa sürede on beş ayrı yerdeki savaş ya da çatışma sonucu yüz binlerce insan öldü, milyonlarca insan da mülteci durumuna düştü.
1991 Körfez Savaşı, 1991-2021 Afganistan Savaşı, 1992-95 arası Bosna Savaşı, 1994-2009 Rusya-Çeçenistan Savaşı, 1998 Kosova Savaşı, 2003-2011 Irak Savaşı, 2004 İsrail Lübnan Savaşı, 2008 Abhazya Savaşı, 2009 Gazze Savaşı, 2011... Suriye İçsavaşı, 2011-2020 Libya İçsavaşı, 2013 Kanlı Mısır Darbesi, 2021 Azerbaycan-Ermenistan Savaşı, 2014 Donbas Savaşı, 2022 Rusya-Ukrayna Savaşı...
Bunların hepsi, Türkiye’mizin etrafındaki ateş çemberini gösteriyor.
Peki, Türkiye’miz bu uğursuz saldırıların dışında mı tutuldu? Bilakis tam göbeğinde yer aldı; üst üste yapılan kanlı-kansız darbe girişimleriyle Türkiye’miz de paramparça edilmek istendi.
Bugün kalkmış birileri, Rusya’nın savaş suçu işlediğini ve başta Putin olmak üzere, savaşta etkin rol oynayanların cezalandırılmalarını istiyor. İsteyenlerin başında da ABD ve İngiltere geliyor.
Ayol! Bölgemizdeki hemen tüm savaşların, ya teşvik edeni ya da bizzat yapanı sizsiniz. Yüz binlerce insanın ölümünden siz sorumlusunuz. Milyonlarca mülteciyi evlerinden, barklarından-yurtlarından siz ettiniz.
Bunlar savaş suçundan da öte, insanlık suçu değil midir? Bunların hepsinin üstüne yattınız, bize de unutturmaya çalışıyorsunuz.
Suçlu olmanıza rağmen kimse size hesap sormuyor, soramıyor. Çünkü siz güçlüsünüz; BMGK beş daimi üyesinin VETO hakkı var. Bütün ülkeler, bu beş ülkeden birini suçlu görse bile, bu ülkenin VETO etmesiyle suç, rafa kalkıyor.
Son iki senedir Başkan Biden, ‘soykırım’ kelimesini kullanıyor, bir de baktık ki boşuna heyecanlanmışız. Zira daha önce de dünyadaki birçok ülke aynı telden saz çalmış ve çaldıklarıyla kalmışlardı.
Kendileri çalıp kendileri oynamışlardı.
ABD’ninki de aynı hesap, kendisi çalıp kendisi oynayacak, zira yerdeki köpeklerin havlamaları gökteki yıldızlara zarar veremez.
Asırlar boyu içimizde yaşamış Ermeni vatandaşlarımıza, bizler, ‘Tebaa-i sadıka’ demiş ve bağrımıza basmışız. Özellikle Osmanlı’nın son iki asrında Ermeni vatandaşlar, en üst düzey devlet memurluklarına getirilmiştir.
Osmanlı’nın maliyesi, hariciyesi, imar ve iskân işleri ve hatta sarayın hekimliği Ermenilere emanet edilmiştir.
Böylesine güvene layık bir unsur, nasıl oldu da ‘tebaa-i sadıka’dan ‘hain-i devlet’ oldu?
İşte tehcir denilen olayın can alıcı noktası budur. Bu sorunun cevabı bulunmadan ‘Ermeni sorunu’na doğru bir tespit yapılamaz ve doğru bir teşhis konamaz.
Bakıyoruz da bu konuya olan hemen tüm yaklaşımlar, can alıcı bu sorunun cevabı araştırılmadan, ezbere veriliyor. Kimin siyasetine ne uygun geliyorsa, o şekilde yorumlayıp cevabı bastırıyor.
Kuran-ı Kerim’in şaşmaz ifadesiyle insan, cahil ve zalim yaratılmıştır. Bu durumun niceliğini, İbn-i Arabi hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiyye’sinde şöyle izah eder:
“Zalimdir çünkü emaneti (sorumluluk alma teklifi) yüklenen insan, emaneti yüklenirken Allahü Teala’nın kendisi hakkındaki bilgisinden habersiz olduğu bir şeyi yüklenmiştir.
Cahildir çünkü emanetin değerini ve onu üstlenip de emanete hıyanet edenlerin karşılaşacakları kınanmadan habersizdir.”
Malum; emanet (ilahi yükümlülük), insandan önce diğer mahluklara teklif edildi, korkularından hiçbirisi bu yükü yüklenmedi. Nitekim Kuran-ı Kerim’de mealen: ‘ Eğer biz, bu Kuran’ı bir dağa indirseydik elbette sen onu, Allah korkusundan başını eğerek, parça parça olmuş görürdün...’ buyuruluyor.
İnsanı, en iyi Yaradan’ı, onu yoktan var edeni bilir. Aldığı bu yükümlülük altında ezilmemesi, bilakis arınıp yükselmesi için onu sınava tabi tutmuş ve rahmetinin işareti olarak da sınav sorularının cevaplarını birlikte vermiştir.
İşte insanoğluna gönderilen 124 binden ziyade Peygamber ve semavi kitaplar hep bu rahmet deryasının örnekleridir. Rehberi, Allah’ın elçisi olandan daha doğru ve daha emin kim olabilir?
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hz. ‘İnsanın yaratılmasından maksat, Allahü Teala’ya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir’ buyurur. Bu da ibadetle (namaz, oruç, hac, zekât, zikir, amel-i salih-iyilikler vb.) yani kul olma (hiçlik) bilincine erişmekle mümkündür.
Allahü Teala kullarını ve onları affetmeyi çok sevdiği için onlara bağışlama vesileleri yaratmıştır.