Malum bunların hepsi vesayet özlemi içinde kıvranmaktadır; ağababaları da dışarıda olup (ABD Başkanı Biden), Erdoğan’ı, darbe dışı yollarla düşürebilmek için, bu denli muhalefeti destekleyeceğini söylemişti.
Kurt dumanlı havayı sever misali, mahut zevat da bir bir sökün ederek içlerindeki ufuneti kusmaya başladı. Bunların başında da sicili her daim bozuk olan TÜSİAD gelmektedir.
Bunlar, paranın verdiği şımarıklıkla halka tepeden bakarlar. Düşünce yapıları itibarıyla, Batılı olmaktan ziyade Batıcıdırlar. Yerli ve milli konularda hep karşı tarafta konumlanırlar.
Siyasette CHP’nin yapamadığını yapmak ister ve bunda da çoğu kez ellerindeki para gücüyle başarılı olurlar.
Dün, Ecevit’i ve Erbakan’ı başbakanlıktan uzaklaştırmada başrolü TÜSİAD üstlenmişti.
Kendilerinin benimsemediği iktidarları alaşağı edebilmek için darbe destekçisi olmayı maharet bilirler.
Tayyip Erdoğan ve AK Parti iktidarlarıyla TÜSİAD’ın arası hiçbir zaman iyi olmadı. Erdoğan da bu durumu gizlemiyor ve açıktan dillendiriyor: ‘Ey TÜSİAD’ın başına gelen Beyefendi, dış politikada bize ders veremezsin. Önce haddini bil. Bunlar da akıllarını başlarına almadıkları sürece iktidarın kapılarından içeri giremezler. Biz İsveç’e Finlandiya’ya neden tavır alıyoruz? Sokaklarında terör örgütleri cirit atarken biz onlara kapılarımızı mı açacağız? Ey TÜSİAD! Siz onların yanında yer alabilirsiniz, biz şehitlerimizin kanını yerde bırakmayacağız... Siz aynı merkezden idare ediliyorsunuz. CHP oradan neyi sufle ediyorsa siz de aynı şekilde konuşuyorsunuz. Bu kapı yerli ve milli duruş sergileyenlere açıktır, sergilemeyene kapalıdır.’
Neymiş efendim; Hükümet, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine zorluk çıkarmamalıymış.
Attilâ İlhan bu ülkede yüzde 10 oranında hain olduğunu söylemişti, eksik söylemiş; o rakamın birkaç misli kadar da kullanışlı tip var bu ülkede. Kullanılmaya elverişli tipler de iki sınıf; birincileri, birileri adına çalışan tiplerdir. Bunlar kullanıcılar yönleriyle haindir; ikincileri ise serapa kullanılan, gafletten öte ahmak tiplerdir ve mebzul (bol) miktarda vardırlar.
Özendiğimiz ve onlar gibi olmak için can attığımız Batılı ülkelerdeki polisin, kendi vatandaşlarına karşı davranışını görüyoruz. Onların uyguladığı şiddet demokrasi gereği oluyor, bizde ise, bazı siyasetçilerin ya da kimi gazetecilerin içeride olmasını demokrasinin olmayışına bağlıyoruz.
Bu durum şuna benziyor; bu ülkede sağdaki (iktidarda ya da muhalefette fark etmiyor) bir partinin lehinde yazı yazıyorsanız yalaka ve yandaş oluyorsunuz, sözde soldaki partilerden birinin lehine yazı yazdığınızda da özgürlükçü, aydın, ilerici yazar oluyorsunuz.
Kimse muhakeme ederken ve hüküm verirken şunu sormuyor; bu ülkede şu kadar siyasetçi, bu kadar gazeteci ve yazar var, bunların hepsi dışarıda ve işlerinin güçlerinin başındalar.
Bu ülkede hiç kimse, siyasetçi veya gazeteci-yazar olduğundan dolayı içeride değil, suç işledikleri için içerideler. Hiçbir meslek sahibinin olmadığı gibi, siyasetçilerle gazetecilerin de suç işledikleri takdirde, içeri girmeme lüksü yok.
Yine bu ülkede birileri hasbelkader milletvekili oldular ve dokunulmazlıkları var diye kendilerini layüsel (dokunulamaz) zannediyor. Halbuki hukuk önünde hiç kimse dokunulamaz değildir.
Bu absürt düşünceyle yetinseler bir derece; bundan da vahimi, kendilerini dokunulmaz olduğunu ve kendilerinin ise herkese dokunabileceklerini ve hatta ısırıp yumruk atabileceklerini vehmediyorlar.
İşte dünün HDP’li, bugünün ise HDP’nin yedeği olan bir partinin (DBP) milletvekili olan Saliha Aydeniz, PKK’yı desteklemek için katıldığı izinsiz gösteride bir polis memurunu yumrukladı.
Osmanlı, dünya sahnesinden çekildikten sonra, milletlerarası ilişkilerde ‘adalet’ sırra kadem bastı ve tabiri caizse Kaf Dağı’nın ardında saklandı. Ve bütün bir insanlık zalimlerin, emperyalistlerin, vicdan yerine cüzdan taşıyanların ve canilerin elinde kaldı.
Bu son ‘Tufan’dan (Cihan İmparatorluğumuzun yıkılışı; malum birincisi Nuh Tufanı) sonra yerküresi üzerinde âdeta iki canlı türü kaldı; bunlardan birincisi sırtlanlar, diğeri ise ceylanlardır.
Sırtlanlar, ceylanların canlarına, mallarına, namuslarına, dinlerine, dillerine ve sahip oldukları tüm değerlerine musallat.
Sırtlanların kurdukları yeni dünya düzeninde(gerçekte kaos); emperyalist engereklerin her birinin ağzında irili ufaklı kurbağalar; bunlardan bir kısmının kanını bir lokmada, diğerlerininkini ise yavaş yavaş emmekteler.
Tüm bu denli vahşetlere ve sömürü sistemine de; Batılı değerler, insan hakları, adalet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi demekteler.
Engereklerin başı elbette ve her hal ve şartta ABD’dir. Onunla dost olan, tokalaştığında kolunun yerinde olup olmadığına dikkat etmelidir. Onunla dost ve müttefik olan bizim gibi ülkelerin başkaca düşmana ihtiyaçları yoktur.
ABD ile İngiltere’nin diğerlerinden farkı, düşman bellediklerini sözde sevgi göstererek ve hatta okşayarak imha edip tüketmeleridir.
Bu durumun son örneğini Rusya Ukrayna Savaşı’nda görmekteyiz. Ukrayna’nın başına kullanışlı bir tip getirdiler, ona güvence (!) verdiler ve her iki tarafı birbirlerine kışkırttılar.
İşte bakın; adı sanı belli olmayan, Demokrat Parti diye suni bir oluşumun başkanlığını yapan kişi (Gültekin Uysal), aldığı yüzde 09 (binde dokuz) oyuna bakmadan, ahkâm kesebiliyor. Girdiği Millet İttifakı’na, (artık ne katkı verebilecekse) cumhurbaşkanı adayı dayatıyor ve bu cümleden olarak, belirlenecek adayın, ‘Yirmi yıllık AK Parti iktidarlarında sorumluluk üstlenmemiş olmak’ şartını ileri sürebiliyor.
Bu şarta rağmen, aynı masada oturmaya devam eden Davutoğlu ile Babacan’ın bu sığıntı ve emre amade hallerine ne demeli? İçlerindeki Erdoğan kini ile hangi çukura düştüklerinin farkında bile değiller.
Gültekin Uysal’a bunu, listesinden seçime gireceği İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener söyletiyor. Çünkü bu cümlenin altında, yalnızca Ali Babacan’la Ahmet Davutoğlu’nun adaylığı çizilmiyor, Abdullah Gül de saf dışı bırakılıyor. Esamisi okunmayan küsurattan olan bu parti, bu şekilde dayatabiliyorsa asıl gücü elinde bulunduran ve anahtar rolü oynayan HDP neler dayatmaz?
Malum önceki seçimlerde de Abdullah Gül’ü yine Meral Akşener kabul etmemişti.
Aynı Akşener’in partisinden bir kişi çıkıp; ‘Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğini ileri sürüp en güçlü adayı saf dışı bırakmak için şeytani yollara tevessül edebiliyor.
Yeni kanunla, partilerin milletvekili çıkarabilmeleri için, ya yüzde 7’lik barajı aşmaları ya da barajı aşan başka bir partinin listelerinden seçime girmeleri gerekiyor.
Başka bir partinin listesinden seçime girmek, her iki parti için de sıkıntılı bir durum. Bir genel başkan, sığıntı gibi, başka bir partinin listesinden seçime girerse kendini ve tüzel yapısını (partisini) zora sokar, seçmeni olabileceklere güvensizlik aşılar.
Bundan dolayıdır ki Saadet Partisi Genel Başkanı
Savaşın olumsuz yansımalarından, özellikle gıda konusunda etkilenmeyen ülke yok gibi. Bunlardan bazılarını yakın bir gelecekte kıtlık ve açlık beklemektedir.
Çok şükür, Türkiye o durumda değil; gıda yönüyle kendisine yeten ender ülkelerden birisidir.
Lakin petrol ve enerji fiyatlarındaki anormal artışlar ister istemez her türlü mal ve hizmeti etkiliyor. Bütün bunların yanında bir de doyumsuz açgözlüler, fırsatçılar var.
Hükümet tüm imkânlarını zorlayarak halkın yükünü hafifletmeye çalışıyor. Eğer zamanında, tüm bu kalkınma hamleleri yapılmamış olsaydı; enerjiden tarıma, sanayiden ulaşıma, savunmadan bayındırlığa vb. gerekli önlemler alınmamış olsaydı, bugün ülkemiz, vaktiyle Ecevit’in başbakanlık yaptığı ülke gibi 5 sente muhtaç hale gelirdi.
Tıpkı o vakitlerde olduğu gibi, temel gıda maddelerinin yokluğu çekilir ve olan mallar da karaborsaya düşerdi.
Milletimiz şunu görüyor: Sayın Erdoğan 20 yıllık iktidarında, bu ülkeye sınıf atlattı. Şehirler modernleşti, köyler şehirleşti. 81 vilayetin artık hiç birisi mahrumiyet bölgesi değil.
Tüm dünya ülkelerini etkileyen bu olumsuz havadan, Türkiye’yi çekip çıkaracak ve rayına oturtacak kişi yine Erdoğan’dır. Zira Sayın Erdoğan bu durumun örneğini defalarca verdi.
2002 yılını hatırlayın; Sayın
Özendikleri Batı’da, tek bir seçim kaybeden lider, mensubu olduğu partinin genel başkanlığından ayrılır; böylece şahsi ihtirası uğruna partisini riske etmez ve önünü açar. Ama bizde tam tersi oluyor; benlik ihtirası şelale oluyor, seçim kaybeden lider kazık çakıp partinin genel başkanlığı makamını işgale devam ediyor.
Bir kere değil, on kere de seçim kaybetse aynı yolu izliyor, bu durumda da olan partiye oluyor. Zira mevcut genel başkanla partinin oyları bir milim artmıyor.
Siyasi parti liderlerimizin ‘Demokrasi’ diye atıp tutmaları tamamen boş laftır (eski tabirle laf-ı güzaf) ve muhataplarını kandırmaya yönelik hezeyandan ibarettir. Zira zerre miktarınca demokrasiye saygıları olsa parti tüzüklerinde veya Siyasi Parti Yasası’nda gerekli değişikliği yapar ve seçim kaybeden lideri, genel başkanlık koltuğuna bir daha oturtmazlardı.
Ana muhalefet partisinin koltuğa yapışan önceki liderini (Deniz Baykal) kaset marifetiyle, zor indirdiler ama ne yazık ki yeni geleni de aynı marifetle genel başkanlık koltuğuna bir oturttular, pir oturttular.
Ana muhalefet başta olmak üzere, hemen tüm muhalefet partilerini kendi kayıklarına bindirip güdümlerine sokanlar baktılar ki iktidarı düşürebilmek mevcut muhalefet partilerinin hiçbirisiyle olamıyor, bu kez hepsini bir masa etrafında toplatmaya karar verdiler.
6 artı 1 şeklinde oluşturulan masanın ipini de hariçten mahut masayı güdümüne alan HDP’nin eline verdiler. HDP, malum dağdaki teröristlerin içimizdeki uzantısı. Anayasa ve kanunlara aykırı davranışları yüzünden, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında açılan dava Anayasa Mahkemesi’nde görülüyor.
HDP, Türkiye’nin, iç ve dış hiçbir milli meselesinde diğer siyasi partilerle ortak karar almıyor, almadığı gibi mahut masanın bileşenlerinin bir kısmını da kendi safına çekti. Nitekim CHP de, İYİ Parti de, Türkiye’nin güvenliği için sınır dışına yapılacak harekâta evet demediler, diyemediler.
Her iki partinin genel başkanı da hapisteki
Yunanistan kurulduğu günden beri, hiçbir gün kendi olamamış bir devletçik; sürekli birilerinin güdümünde olarak hayatını idame ettirmiştir.
Sürekli vesayet altında olduğundan dolayı da hep birilerinin maşası olarak kullanılmıştır. Kullanışlı hale getirilmesi için de şımartılmıştır.
Birinci Cihan Savaşı’nı biz kaybettik, İngiltere savaşın kazananı idi. İngiltere’nin önderliğinde Osmanlı toprakları, galipler tarafından paylaşıldı.
İngiliz bununla yetinmedi, Cihan Savaşı’nın sona ermesinin akabinde hem Yunanistan’a ve hem de Türkiye’ye karşı yeni bir oyun tezgâhladı.
Yunanları pohpohladı ve İstanbul ve İzmir gibi kadim şehirleri vadederek, onları İzmir’e çıkardı.
Bu, gerçekte, ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ oyunundan başka bir şey değildi.
İngiliz’e kanan Yunan, Polatlı önlerine kadar geldi. Hayallerini süsleyen İstanbul ise, İngiliz işgalindeydi. İngiliz, Yunanı İzmir’e çıkardı lakin İzmir’deki işgal komutanlığını kendisi üstlendi.
Savaşın sevk ve idaresini İngiliz kontrollü bir şekilde kendi elinde tuttu; Yunanı başıboş bırakmadı.
İçeride FETÖ ve PKK’yı örgütleyip üzerimize salan kim ya da kimler? Elbette başta ABD olmak üzere, NATO’daki Batılı müttefiklerimiz(!).
Dışarıdaki PKK’yı ve onun Suriye’deki uzantıları olan PYD, YPG ve SDG’yi binlerce TIR dolusu silahla donatıp üzerimize salan da aynı ülkeler.
Türkiye başından beri söylüyor: Suriye ve Irak’taki iç istikrarsızlıklar ve hatta savaşlar, Türkiye’nin sınır güvenliğini tehdit ediyor. Bu tehditleri ortadan kaldırmak (bertaraf etmek) için, sınırımızdan derinliğine 30 kilometrelik alanı, terör örgütlerinden arındırmamız lazım.
Bu amaçla birkaç harekât düzenlendi, sınırlarımızın güvenliği kısmen sağlandı lakin tam manasıyla sağlanamadı. Bunun için yeni bir sınır ötesi harekâta ihtiyaç var.
Dikkat edilirse, Türkiye, bu alanlarda yalnızca terör örgütleriyle değil, onların arkalarındaki ağababaları olan ABD, Rusya ve Batılı ülkelerle de örtülü bir savaş veriyor.
Bu demde Türkiye çok iyi bir fırsat yakaladı; hem ABD ve yandaşı olan Batılı (NATO) ülkeler ve hem de Rusya Türkiye’nin gözünün içine bakıyor.
Rusya, çekildiği Ukrayna savaşı yüzünden bataklığa saplanmış durumda; ABD ve diğer NATO ülkeleri de İsveç ve Finlandiya’nın ittifaka dâhil edilmesi için Türkiye’den ‘Olur’ bekliyor.
Türkiye, aynı delikten bir kere sokuldu;