Her renk, desen ve ideolojiden teröristlerin kullanıldığı yeni savaş konseptinde, düşmanın şekli-şemaili, kimliği de değişti. Artık dost ve müttefik bilinen veya öyle gözüken ülkeler, düşmanlığın en alçakçasını pervasızca icra edebiliyor; bütün bu terör örgütlerini kuruyor, besliyor, yetiştiriyor, eğitiyor, silah ve mühimmata boğuyor ve ardından da, hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorlar.
Tüm bu melanetleri işlerken de, gözümüzün içine baka baka, biz, sizinle dostuz/müttefikiz diyebiliyorlar.
Murat Suyu’nun kenarında meftun Terzi Baba’nın (Vehbi Hayati) yerinde bir tespiti var: ‘Fesad-ı ümmet oldu aşikâre; müdara etmeden yok gayrı çare!’. Yani değil düşmanlar arasında, dost ve kardeşler, dindaşlar arasında bile fesatlar çoğaldı, artık dostlara bile müdara etmekten (onları güler yüz tatlı dille idare etmekten) başka çare yoktur.
Normalde, dostlara karşı açık olunur ve mertçe davranılır, düşmanlar idare edilirdi. At izinin it izine karıştığı günümüz dünyasında, hemen herkese nasıl davranılması gerektiği güneş gibi meydandadır.
Biri dostumuz ve müttefikimiz olan ABD ile, bir diğeri komşumuz ve dostumuz gözüken İran’la münasebetlerimiz tek kelime ile ‘müdara’ yöntemiyle sürdürülmektedir. Bu her iki ülke liderlerinde, Putin’deki mertliğin, dürüstlüğün ve sözünün eri olmanın zerresini göremezsiniz.
Putin de sütten çıkmış ak kaşık değil lakin, adamcağız, hiç olmasa sözünün eri; ne ise o; diğerlerini gibi kaypak değil.
Hele İranlılar; öylesine mübalağalı, sözde şirin, sevecen ve sizden gözükürler ki sanırsınız sizi sizden çok düşünüyorlar. Halbuki bunları söylerken bile, sizin hakkınızda en dipsiz kuyuyu kazmaktadırlar!
İran’ın dini lideri
Evet, bu durumun müthiş bir istisnası oldu ve MHP lideri Sayın Bahçeli: “Bu memleketin evladı, bir siyasi partinin sorumluluğunu taşıyan bir vatan evladı olarak sizlere diyorum. Bunu yanlış anlamayınız, yanlış yorumlamayınız. Ama dikkatinizi çekmek için söylüyorum; Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı tanıyınız! Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı anlayınız! Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatınız!’ dedi.
Bu sözleri, daha AK Parti’nin içinde bulunan ikbal sahipleri bile söylemedi; belki kendi aralarında söylemişlerdir ama böyle on binlerce kişinin huzurunda alenen hiç kimse söylemedi.
Peki, nasıl oluyor da rakip bir partinin lideri bu şekildeki cümleleri sarf edebiliyor? Hiç düşündünüz mü?
Bunun iki sebebi olabilir ve bu iki sebep de bugün tam manasıyla mevcuttur. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum, her yanından kuşatılmışlığı ve dört bir yanının ateşle çevrili olmasıdır.
Yani Türkiye’nin beka meselesidir; ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe!’ özdeyişiyle; Devlet’in (Bahçeli) başa geçmesi ve devletiyle ete-kemiğe bürünmesidir.
Bu durumu diğer liderler görmüyorlar mı? Görmez olurlar mı? Ama onların kinleri dinleri olmuş, kalpleri mühürlenmiş ve açılmayan (kör) gözlerini hırs bürümüştür.
İnsanda zerre kadar utanma, arlanma hissi olsa, Sayın Bahçeli’nin bu sözleri karşısında titrer ve erir.
Başını iki elinin arasına alarak derin derin düşünür:
Ülkemizin 100-150 senelik hayallerini gerçekleştirdi. Ülkemizin çehresi değişti; kasaba görünümlü büyük şehirlerimiz, gıptayla baktığımız ve acaba bir gün bizde de olabilir mi dediğimiz Avrupa şehirleriyle yarışır hale geldi.
Artık bir numaralı havalimanı bizdedir, bunun yanında, Türkiye sathında tüm şehirlerimizde havayolu halkın yolu olmuştur.
Hepsinden önemlisi, batıyı imar edip doğuyu ihmal etmedi, bugün batıda ne varsa doğuda da o var. Kırsal ve köy kavramıyla birlikte mahrumiyet bölgesi terimini ortadan kaldırdı; artık şehirde ne varsa, köyde (mahalle) fazlası var.
Yurdun dört bir köşesini bırakın, başkent dediğimiz şu Ankara’nın 20 yıl önceki halini göz önüne getirin, tek kelime ile utanırsınız. Her taraf; dağlar, dereler, vadiler, tepeler gecekondu. Sokaklar çamur deryası, her evde yakılan linyit kömürünün isi ve dumanı adeta karabasan gibi Ankara’nın üzerine çökmüştü. İnsanlar hava yerine zehir soluyordu.
Ülkemize gelen yabancı devlet insanları, baraka şeklindeki Esenboğa Havalimanı’ndan, gübre kokuları içinde arabalarına binip şehrin merkezine giderken yolun her iki tarafındaki manzara (dağ taş gecekondu) bir Afrika ülkesini andırıyordu.
Şehrin merkezindeki bir iki ana cadde boyunca düzgün bir mimari lakin hemen arkalarındaki tüm sokaklar viraneyi andırıyordu.
Teşekkür etmeyi bilmeyen bir kısım nadanın dediğine bakar mısınız? “Yapacak tabii, görevi onun; hem kendi parasıyla mı yapıyor; bizim verdiğimiz vergilerle yapıyor, asıl yapmasaydı suçlu olurdu!”
Erdoğan
20.yüzyılda iki büyük savaşı ağır bedeller ödeyerek atlatan yaşlı dünyamız, 21. yüzyılla birlikte yeni bir büyük (topyekûn) savaşın eşiğine geldi.
Bunun işaretlerini gören ülkeler (Çin, Hindistan, Rusya vb.) gıda stoku yaparak önlem almaya çalışıyor ama nereye kadar?
3.büyük savaş ABD ve yandaşları ile Çin ve yandaşları arasında olacaktır. Bu yüzden ABD, AB ülkelerini ve bir kısım Pasifik ülkelerini (Japonya, G. Kore, Avustralya vb.) mahut savaşta yanında hizalanmaları için hazırlıyor.
Önce Çin’in en güçlü müttefiki olabilecek Rusya’yı, kuvvetten düşürmek için Ukrayna’ya sardı.
ABD, şimdi de istiyor ki Rusya-Ukrayna savaşı hiç bitmesin; hem kendi silah fabrikaları gününü gün etsin ve hem de Rusya gün geçtikte kudret ve kuvvetten düşerek erisin.
Ve Ukrayna, Rusya için yeni Afganistan olsun.
Malum 2. büyük savaşın suçlu ve mağlup ülkeleri olan Almanya ve Japonya kendilerine özgü silahlı kuvvetler oluşturamazlar. ABD, bu her iki ülkeyi de kendi güdümüne alıp silahlandırmak ve olası bir savaşta yanında olmalarını sağlamak istiyor.
Almanya ve Japonya sittin senedir savunmaya para harcamıyor; bundan dolayıdır ki dünyanın sayılı zengin ve gelişmiş ülkeleri oldular. Onlar da elde ettikleri bu üstünlüğü, bağımsızlığın olmazsa olmazı olan silahlı kuvvetler oluşturmakta kullanmak istiyorlar.
Malum envaiçeşit darbelerle malul, vesayet altında, her yanı postal kokan ‘çürük’ bir demokrasimiz vardı.
Milletimiz bu alçakça darbelerin hiçbirisine layık değildi lakin dışarıdan malum kişiler (ABD ve Batılı ülke temsilcileri), içerideki hempalarıyla birlikte bu necip milleti her daim buna layık gördüler ve bunu alışkanlık haline getirdiler. (27 Mayıs, 71 Muhtırası, 80 Darbesi, 28 Şubat, e-Muhtıra, MİT Operasyonu, 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri ve 15 Temmuz...)
Yukarıdaki parantez içindeki darbe ve darbe girişimlerine bakar mısınız? 1950-2016 arası, 66 yıl içerisinde en az on darbe veya darbe girişimi! Ortalama her 5-6 yılda bir postal hâkimiyeti. Söyler misiniz; buna hangi dilde demokrasi denir, denebilir?
Artık ne menem şeyse; bizde bunun adı demokrasiydi. Bizim halkımıza demokrasi diye bu layık görülmüştü. (Sözde güçlendirilmiş parlamenter sistem diyerek, postal vesayetinin özlemini çekenleri, aziz milletimizin ferasetine havale ediyoruz. Demokrasi adına bunlara yuf dememek için kendimizi zor tutuyoruz.)
Malum darbeler hep orduya yaptırılıyordu; ordu da bu eylemi alışkanlık haline getirmiş ve tıpkı Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi sabah erken kalkan general darbe yapıyordu.
Her darbede millet, otuz iki dişini sıkmış; öfke ve nefretle seyrediyor lakin Süleyman Demirel’in dediği gibi, ‘Başka bir ordumuz mu var ki mukabele edebileyim? Ordu, bizim ordumuz’ cümlesinden hareketle sabrediyordu.
Şimdilerde olduğu gibi eski siyasilerin (liderler) de çoğu aymaz, vurdumduymaz ve hatta nankördü. Nankör idiler, zira bindikleri demokrasi dalını bizzat kendileri kesiyor veya kesenlere öncülük ediyorlardı.
Nitekim
Tanpınar, anılan eserin 315. sayfasında ‘Din meselesi’ konusunda şu, acıdan da acı, yakıcı ve gerçek tespitleri yapar: ‘Din meselesi ihmal edilmeyecekti. Kanalize edilecekti. Biz halkımızı kendi elimizle cahil kuvvete teslim ettik. Dini, bir cenaze gömme meselesi yaptık. Türkiye Müslüman’dır; bu hakikati unuttuk. Laikliğimizi ilan ettik; fakat laik olamadık. Gizli ateistlik yaptık. Bu suretle münevver, ‘köksüz’ kaldı. Her şeyi, yerine ‘yenisini koymadan’ zedeledik. İşte Halk Partisi’nin macerası!’
İşte bizim didinip de anlatamadığımız derdimiz bu. Bunu biz dediğimiz zaman, ne CHP karşıtlığımız kalıyor ne CHP’li düşmanlığımız.
Hamdi Tanpınar Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından, kendisi de itiraf ediyor ki din konusunda mevcut kadroyla ters düşmüş. Onların uygulamalarının yanlış olduğunu ve bunun bedelini toplum olarak ödediğimizi ve bundan böyle de ödeyeceğimizi söylüyor.
Biz de farklı bir şey söylemiyoruz. Din öğretim ve eğitimi yasaklanınca insanlar dinlerinden kopmadı. Yine camilere gittiler lakin camide âlim din adamıyla karşılaşmadılar; çoğu kez cahil cühela ile yüzleştiler.
O tip din adamlarının cehaleti, okumuş insanları dinden soğuttu ve böylece aydınımız (münevver değil) eksik kaldı ve ‘köksüz’ yetişti.
Batı, Batı diye yırtınıyoruz da felsefi ekollerin Batı’daki temsilcilerinin din adamı olduklarını görmezden geliyoruz. Ama biz, Batı felsefi ekollerine reddiye yazan İmam-ı Gazali’yi, Türk filmlerinde oynattığımız ve kendimize benzettiğimiz hokkabaz sözde imam zannediyoruz.
Osmanlı bile hilafetle idare edilmesine rağmen dini başıboş bırakmadı. Öyle her önüne gelen dini kitap yazamaz ve dini kitapları tercüme edemezdi. Biz ne yaptık? Ya yasakladık ya da hürriyet diye dini büsbütün çığırından çıkardık.
Aşırılıklar içinde debeleniyoruz (ifrat ve tefrit).
Hele de bir kan değişikliği olsun diyerek, CHP’den seçilen Ekrem İmamoğlu, İstanbul’un başına âdeta bir kâbus gibi çöktü. Adam, başkan seçilir seçilmez, kerameti kendinden menkul bilip havalara girdi; kibrinden, İstanbul’a tepeden baktı ve en sıkıntılı günlerinde İstanbulluyu terk etti ve dertleriyle baş başa bıraktı.
Öyle ki, İstanbul’un felaketle yüz yüze geldiği tüm zamanlarda ‘Beyefendi’yi tatil beldelerinden İstanbul’a getiremedik. Rahatına bu denli düşkün bir insanın, en son yapabileceği işin belediye başkanlığı olması gerekir.
Belediye başkanlığı öylesine sorumluluk gerektiren bir görev ki, değil afet zamanlarında, her şeyin normal olduğu rutin günlerde bile, başkanın 7/24 halkıyla iç içe, hemhal olması gerekir.
Bizim ‘Beyefendi’miz ise, en lazım olduğu felaket anlarında sırra kadem basıyor; İstanbullu ölümle pençeleşirken, başkanını bulana aşk olsun! Sorumlu olduğu şehir, çeşitli zamanlarda felaketi yaşıyor, ‘Beyefendi’ uzaktan, durup seyrediyor.
İnanın, ibretlik bir vaka ile karşı karşıyayız.
Allah’tan, dur-durak bilmeksizin cepheden cepheye koşan İçişleri Bakanı’mız (Süleyman Soylu), her zaman Hızır gibi yetişiyor ve felaketle boğuşan vatandaşlarımızın yaralarına merhem oluyor.
İşi gücü yabancı elçilerle (ABD ve İngiltere) gizli görüşmeler yapmak olan İmamoğlu, işin kolayını buldu; hizmet yerine algı oluşturan reklamlara ağırlık vererek, aklı sıra milletin gözüne şirin görüneceğini zannediyor.
Halbuki büyük ümitlerle kendisini destekleyen ve üç buçuk sene sonrasında büyük hayal kırıklığına uğrayan İstanbullu:
İslamiyet’in kalan birinden maksat, imandır. Çünkü iman işin temelidir; o olmayınca hiçbir ibadetin kıymet-i harbiyesi olmaz, olamaz. Zira yine sevgili Peygamberimiz (aleyhisselam) buyuruyor ki: ‘Müminin niyeti amelinden efdaldir (üstündür).’
Kıyamet yaklaştıkça her bakımdan olumsuzluklar artmakta; melekten üstün olması istenilen insan, hakikatini unutarak, hayvandan da aşağı olabiliyor ve dünyayı kendisine yaşanamaz (zindan) kılıyor.
Allahü Teâla, en üstün mahluk olarak yarattığı insan hakkında şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerdeki her şeyi size amade kıldı, sizin emrinize verdi.’ Başka bir ayet-i Kerime’de de: ‘ O, yerdeki her şeyi sizin için yarattı’ ve ‘Cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım’ buyurur.
İbadetten maksat; Allahü Teâla’yı tanımak, bilmek ve ‘O’na, ‘O’nun istediği şekilde kulluk etmek; ‘O’nun emirlerini üstün bilip hürmet etmek ve ‘O’nun mahlukatına karşı şefkat ve merhametli olmaktır.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya (aleyhisselam) indirdiği Tevrat’ta şöyle buyurur: ‘ Seni kendim için, eşyayı da senin için yarattım. Benden dolayı yarattığım şeyi eşyaya kurban etme!’
Yani Allah’ı unutup eşyanın emrine girme; Allah’tan başka Rab edinme!
İşte günümüz insanı ne çekiyorsa bu ilahi emre uymadığı için ve Allah’dan başka ‘rab’lar edindiği ve onların emrine girdiği için çekiyor.
Zira Allah’ın emrine uyup ‘O’nun emirleri doğrultusunda koşsaydı; Allah da her şeyi onun peşinden koşturacaktı. O, Allah’ı unutup eşyanın peşinden koşunca, Allah da onu eşyanın peşinden koşturdu.