Paris bitmez...
Ne zaman bu şehre gitsem hem karşıma yazacak bin tane şey çıkar hem de duygularım kabarır.
Ne birini görmezden gelebilirim ne diğerini. Kıyamam, atamam, yazı uzar tefrikaya dönüşür. Bu sefer de olan bu...
O yüzden bu hafta gene Paris...
Gençliğimin geçtiği şehir olduğundan mıdır, güzelliği midir aklımı başımdan alan bilmiyorum.
Bildiğim Paris’i sevdiğim. Vazgeçemediğim.
Söz konusu Paris olunca çocuğunun hatasını gören, söyleyen ama başkası söyleyince köpüren annelere benzetiyorum bazen kendimi...
Sadece güzellikten mi ibaret bu telli şehir? Değil elbet... Taksi şoförlerinin nobranlığı bile uzun bir eleştiriyi hak eder cinstendir mesela, sıradan bir lokantaya gitmek için on beş gün beklemek zorunda kalmak, Fransızların burunları yere düşse eğilip almamaları, kendi dillerini konuşmayanları yok saymaları, tezgahtarların en sakin adamı bile çileden çıkarma becerisi, evsiz berduşların hali pür melali, Parislilerin bitmek bilmez şikayetleri say say bitmez...
Bütün bunlar ve daha nicesi yabancı birini çileden çıkarabilir.
Haklıdır da çileden çıkan.
Ama gel gör ki ne kadar çileden çıksa ne kadar haklı olsa da Paris’i kötüleyen karşısında beni bulur. Benim kitabımda Paris’in canına okuyacak her kimse o kişi önce Paris’i bilmeli daha da ötesi sevmelidir, diye yazar.
Diğerlerine laf düşmez diye düşünürüm.
Babalanırım!
Dışarıdan bakıldığında hiç değişmez gibi görünür Paris. Dört kuşak Parisli, doğduğu evi yerli yerinde bulur, çocukluğunun kokularını istese de kaybetmez. Köşedeki pastane olsa olsa sahip değiştirir ama çehre değiştirmez.
Sokak adları değişmez, köşe başlarına alışveriş merkezleri dikilmez, meydanlar doğuştan muhalif Fransızların protestolarının merkezleri olma özelliğini gururla korur. Bastille Meydanı’nın her ciddi yürüyüşün başlangıç noktası olma sebebi 1789’dan bu yana tam da budur.
Dışarıdan bakıldığında değişmez gibi görünür şehir.
Ama değişir.
Zamana kim direnebilmiş ki o dirensin?
O da değişir.
Ama içten içe.
Ama usul usul.
COLETTE VE ECLAIREUR BİTTİ ŞİMDİ VARSA YOKSA MERCIClaudine ile birlikte Beaumarchais bulvarına gidiyoruz.
Bölgelere ayrılmış şehrin geniş kaldırımlarıyla ünlü bu bölgesi çok değil, bundan beş yıl öncesine kadar orta sınıfın mesken tuttuğu kendi halinde bir mahalleydi. Gerek Paris’in en eski ve şimdilerde en gözde semti Marais ile komşu olması, gerek genç sanatçılarla ‘bobo’ tabir edilen burjuva/bohem gençlerin, fiyatların diğer bölgelere göre daha makul olması yüzünden eskinin bu kendi halinde mahallesine akın etmesinden ötürü 11. Mahalle kısa zamanda şehrin yükselen değeri olup çıkmış.
Gittiğimiz yer, Beaumarchais Bulvarı 111 numarada yeni açılmış bir mekan.
Claudine gülerek “Artık Colette, Eclaireur gibi afili mağazaların modası geçti” diyor. Şimdi varsa yoksa Merci.
Anlattığına göre bir grup genç işadamı bir araya gelerek, geliri çeşitli sivil toplum örgütlerine dağıtılmak üzere açmışlar Merci’yi.
Bulvardan içrek bir 19. yüzyıl apartmanın üç katına yayılan mekana ne demeli bilmiyorum. Kütüphane, lokanta, kadın-erkek-çocuk giysileri satılan butik, ev eşyası satılan dükkan, moda belirleme merkezi... Ne? Herhalde hepsi..
Tedavülden kalkmış kırmızı tosbağa bir arabanın girişin hemen yanına eski günlerin otostoplu yolculuklarını yad etmek adına öylesine bırakıldığı mekanda, insanı geniş salonun bir ucundan diğerine gerilmiş ve babadan görme tahta mandallarla asılmış çoraplar, atletler ve şapkalarla dolu bir çamaşır ipi karşılıyor.
GENÇ, ZÜPPE VE EĞLENCELİSağda, arkasında altı kişi duran ve kişiye özel kokular yapılan bir stand, karşıda çeşitli CD’ler ve eski günlerden yadigar 33’lükler satan bir diğeri... Merdivenlerden çıkıldığında, karşınıza hemen hepsi bildik markaların ürünlerinden özenli bir gözün seçtiği giysilerle dolu bir butik çıkıyor. Aşağısıysa alengirli mutfak edevatı satılan bir alan ve restoran.
Açık mutfak, kare masalar, burnundan kıl aldırmaz garsonlar... Mekanın bence en sürprizli yanı, cam kapıların ardındaki duvar diplerine ekilmiş leylaklarıyla cenneti andıran küçük bahçe. Bahçenin yanı çiçeklere, ortası sebzelere ayrılmış. Domatesler, biberler, kabaklar... Bildiğiniz sebze bahçesi işte. Tek farkı bir ikebana güzelliğinde düzenlenmesi.
Merci’nin tek lokantası bu değil. Caddeye bakan bir ucu da heybetli bir kütüphane olan ikinci lokantası daha var.
Müşterilerin yaş ortalaması fena halde genç.
Fena halde züppe.
Bir o kadar da eğlenceli.
Yemekler insana parmak yedirten cinsten olmasa da namuslu.
Fiyatlara gelince, insana tırnak yedirtir cinsten.
Ama gidilir mi gidilir.. En azından bir kahve içilir..
LACROIX’NIN YENİ ŞAHESERİ
Çaktırmadan değişen şehrin yeni adreslerinden biri de Rue de Tournelle’deki Japon tasarım mağazası Noriem. Nori, Japonca’da paylaşma anlamına geliyormuş. Genç Japon tasarımcıları bir araya getiren de kendini hala moda merkezi olarak gören şehirde dükkan kiralarının el yakması olmuş: Miyake ve Yamamoto gibi mimariden beslenen ve her koleksiyonu ses getiren modacıların tasarımlarından hoşlanmayanlara göre değil Noriem. Ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek; alınmasa da bakılacak giysi ve aksesuarlarla dolu dükkan.
Noriem çıkışı Claudine beni sokağın hemen ilerisindeki çıkmazda yer alan başka bir butiğe götürüyor. Kapı girişinde 158 gr yazıyor ve vitrin gene etiketlerinde 158 gr yazan rengarenk boya şişeleriyle dolu.
Beton ve ahşap kullanılarak dekore edilmiş mağazaya girdiğimizde dükkan sahibi genç çiftle karşılaşıyoruz. Her ikisi de kimyager. Burayı bundan dört yıl önce boyama atölyesi olarak açtıklarını ve kısa sure sonra gelen talep üzerine moda alanına kaydıklarını anlatıyorlar. Yaptıkları şu: Rengi atmış, lekelenmiş ya da kullanmaktan bıktığınız bir giysinizi getiriyor ve raflarda duran bin bir renkten birini seçiyorsunuz. Sizin için boyuyorlar. Ama düz bir boyama değil yaptıkları, öyle bir teknik kullanıyorlar ki giysiler sadece renk değil doku da değiştiriyor görsel olarak. Örneğin eski jeaniniz gidiyor, yerine görenlerin duman rengi deri olduğuna kalıbını basacakları yeni bir pantolon geliyor. Dükkanda ayrıca aynı teknikle boyayıp sattıkları bir koleksiyon da mevcut.
Claudine ‘Bu kadar butik gezmek yeter’ diyerek açıldığı günden beri Parislilerin diline dolanan Notre Dame Oteli’ne götürüyor beni bu kez.
Parisli modacıların en haslarından Christian Lacroix’nin imzasını taşıyan yeni bir otelmiş Notre Dame. Yeteneğine şapka çıkarsam da fazla heyecanlanmıyorum modacının adını duyduğumda, daha önce Rue de Poitou’da yaptığı oteli gezmiş ve pek de beğenmemiştim ne yalan.
Dost hatırına zaten çiğ tavuk yerim, söz konusu Claudine olduğunda değil çiğ tavuk yemek el ele tutuşup cehenneme bile giderim. O yüzden gıkımı çıkarmıyorum.
Kıs kıs gülmesinden anlamalıydım... Otele adım atmamla yerime çakılmam bir oluyor. Bildiğim hiçbir otele benzemiyor burası. Özel dokuma halılar, özel dokuma duvar kağıtları, renklerin en göz alıcısıyla döşenmiş koltuklar, kanepeler... Hemen her odasından görünen katedrale selam babında, hemen her ayrıntının 13. yüzyıldan iz taşıdığı düş ötesi bir dekorasyon... Anlatılacak değil, görülecek ve kim bilir belki de kalınacak değil gezilecek cinsten bir otel... Olur da Paris’e yolu düşecekler olursa mutlaka gidip görülmeli derim.
Dediğim gibi Paris bitmez.
Dışarıda pırıl pırıl bir hava şehir çağırıyor yine; bakarsınız gelecek hafta gene buradan bildiririm.