Hava kırk derece. Yaprak kımıldamıyor ve üç gündür sadece balıkları değil, insanları da kıyıya vuran lodosla boğuşmakta herkes. Diğerlerinden farkım, yazmaya hem de Londra gibi soğuk ve gri günleri yazmaya çabalamam
Gazete ekleri 33 kısım tekmili birden yazıya dar geldiklerinden, geçen haftadan devam. Peki geçen hafta noktayı nasıl koymuşum? Outset demiş bırakmışım, gezici lokanta demiş bırakmışım, Tate’deki Miro sergisini haniyse Miro’yu Miro kadar iyi tanıyan İngiliz küratörle gezişimiz demiş, bırakmışım. Ve muhtemelen yazıyı bitirip denize koşmanın heyecanıyla gelecek haftanın gelmesine daha çook var, heyecanı da ayrıntısı da nasılsa aklımda mıh, sonra yazarım demiş ve tek satır yazmamışım. Gelecek hafta geldi işte... Geldi de, benim Londra seferimin üzerinden de neresinden baksan üç koca hafta geçti. Dakika dediğin bile bazen göz açıp kapayana kadar geçen bazen de bitmek bilmeyen bir zaman dilimi oysa. Şaka değil, üç koca hafta. Coğrafya değişti, iklim değişti, yüzler değişti, gündem değişti! Yemekler, bir açılan bir kapatılan şemsiyeler, bir giyilip bir çıkartılan kazaklar, toplantılar, koşa koşa gidilip dönülen sergiler, alel acele alınan notlar, unutmam sandığın imgeler... Hepsi silik bir hayal şimdi. Tozlu bir bodrum katında aranmak gibi. Bodrum’dayım. Hava kırk derece, üstü var altı yok. Yaprak kımıldamıyor ve üç gündür sadece balıkları değil insanları da kıyıya vuran lodosla boğuşmakta herkes. Benim de durumum bu... Diğerlerinden farkım, yazmaya hem de Londra gibi soğuk ve gri günleri yazmaya çabalamam. Baktım olmuyor, burnuna begonvil dalları değen masandan kalk ve yağmuru hatırlamak için önce duşa, soğuğu hatırlamak için de klima serini odana gir ey gafil, diyorum kendi kendime.. Gözlerini kapa ve hatırla!
MEĞER MİRO PEK POLİTİKMİŞ
İşe yaradı: Önce Tate... Miro’dan hafiften fenalık gelmişti aslında. Sevmediğimden değil ama üst üste ha bire Miro sergisi gezmiş olmaktan. Londra Meridien’cilerin hazırladığı programda Tate’te Miro sergisinin de gezileceğini öğrendiğimde ne yalan yüzümü ekşittim. Kalktık müzenin açılışına bir-iki saat kala Tate’in kapısına dayandık. Bizi kapıda dirsek kısımları deri kaplı, ceketi ve church ayakkabılarıyla dünyanın neresinde görürseniz görün ‘işte bir İngiliz’ diyeceğiniz ince uzun bir adam karşıladı. Ve sergiyi gezdirmeye başladı. İlk resim, ressamın çocukluğunu geçirdiği çiftlik evi. Gerçeküstü akımının ortaya çıktığı dönem. Miro Paris’e gitmiş ve sonraları dünyayı sarsacak akımın da etkisiyle tuvalin başına oturup boyamaya başlamış. Buraya kadar Miro’yu biraz olsun tanıyanlar için anlaşılmayacak bir şey yok. Ne zaman ki İngiliz, koyu Londra şivesiyle evin damında sallanan Katalan bayrağını gösterip “lütfen renklerine dikkat edin” diyor; sarı ve kırmızının yani Katalan ruhunun simgesi iki rengin, ressamın neredeyse her tablosunda yer aldığını söylüyor, işin rengi değişiyor... Sergiyi bir tablodan diğerine yavaş yavaş dolaşırken, dönemin siyasi olaylarına, örneğin İspanya iç savaşına tavır almamakla eleştirilmiş sanatçının aslında ciddi bir muhalif olduğu çıkıyor ortaya. Serginin teması, tam da bu zaten. İki saatlik tur sona erdiğinde, nevi şahsına münhasır bu Katalan ressamı ilk kez kavradığımı düşünüyorum. Nereyi gezersen gez, bir bilenle gez dememişler boşuna, haklılar!
SAHA, SAHAYA BİENAL’DE ÇIKACAK
Gelelim Outset’e: Önce anlamakta zorlandım açıkçası.. Neydi Le Meridien’cilerin ağızlarından düşürmedikleri ve övünerek en büyük destekçilerinden olduklarını söyledikleri bu Outset? Tate Modern ve Londra’nın en afili çağdaş sanat fuarı Frieze ile bağlantısı ne? Candida Gertler ile tanışıncaya kadar da anlamadım zaten... Candida, on küsur yıl önce bağımsız bir platform olduğunu söylediği Outset’i evinin oturma odasında kurmuş iyi mi Koleksiyonerler, sanatseverler ve profesyonellerden oluşan 100 kişilik bir grupmuş Outset. 30’u her yıl beşer bin pound bağış yapıyor ve para Tate Modern’e veriliyormuş. Müze de bu parayla daimi koleksiyonuna katmak istediği bir sanatçının eserini alıp sergiliyormuş. Hangi sanatçının eserinin alınacağına karışmıyormuş Outset’çiler. Onlar sadece müzeye ve müze aracılığıyla da genç sanatçılara destek veriyorlarmış. Candida ve Tate Modern yöneticileriyle yemek yediğimiz o akşam 17 yıldır Londra’da yaşadığını öğrendiğim Berna Tuğlular ve eşiyle de tanışma fırsatı buldum. Dokuz arkadaşıyla çağdaş Türk sanatını desteklemek ve dünyaya tanıtmak amacıyla benzer bir vakıf kurmuş meğer. SAHA adını verdikleri ve Outset’in Türkiye ayağını oluşturacak vakıf, tıpkı Londralı benzeri gibi karşılık beklemeksizin çağdaş sanata yatırım yapan bağımsız bir kuruluş olacakmış. Yabancı ve Türk küratörlerin seçtiği genç sanatçıları aynı yolla destekleyeceklermiş. Tek farkı sanatçıları yurt dışında tanıtacak olması. SAHA’nın sahaya çıkması için en uygun tarihin İstanbul Bieanali olduğuna karar vermiş ve basın açıklamasını o tarihte yapmayı kararlaştırmışlar. Böyle insanlarla tanıştıkça Çetin Altan’ın o ünlü ‘Enseyi Karartmayın’ı sözü geliyor aklıma. Beş Avusturyalı gencin her şehirde bir mekanı düzenleyerek kurdukları gezici lokantayı anlatmaya gene yer kalmadı işte... Londra’nın doğusundaki bir garajın çatısını açıp, sadece sevdikleri ve güvendikleri üreticilerden aldıkları ürünlerle yaptıkları yemekler bir paragraftan daha fazlasını hak ediyor zaten.. Londra’nın ünlü musluk suyunu servis ederek başladıkları on yedi tabaktan oluşan mönü başlı başına bir yazı. Yazarım yazmam, o ayrı...