Arkadaşım Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu...

Arkadaşım Lulu, takma adı değil gerçek adı bu ve o adının Lulu olmasından müthiş mutlu, kolay kolay bir şeyi beğenmez.

Sivri dillidir de üstelik.

Beğenmediği her neyse ağzında yuvarlamaz, pat diye söyler: Yakışmamış der, olmamış der, pişmemiş der, pahalı der, ucuz ama yaramaz der, der oğlu der.

Yanında iken gene beğenmediği bir şeye rastlayacak da konuşacak diye insanın içine ateş düşer.

Sefa ehlidir.

Yemeyi, içmeyi, gezmeyi sever.

Bir bahane bulmaya görsün, ama iş ama keyif için, kalkar dünyanın öbür ucuna gider.

Elinde olsa sözlükten küçük sözcüğünü çıkarır.

İşte o Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu, bir tek Bodrum’a, Bodrum’a da değil Bodrum’un denizine laf söyletmez.

Herkesin burun kıvırdığı, buraların tadı kaçtı demeyi pek sevdiği şu günlerde bile bu sulara laf ettirmez.

Geçen yıl arkadaşlarıyla birlikte, tekneye binmiş, sırf karşılaştırabilsin diye, Fransa, İtalya, İspanya kıyılarına gitmiş ve Cebelitarık’ı aşıp gelen iri denizanalarını yarıp yüzmeyi başaramadığı için üzerlerine çarpı atıp dönmüştür.

Yanılıp şaşırıp biri ona Riviera demeye kalksa, karşısındakinin sözünü ettiği zeytinyağı bile olsa, hop oturur hop kalkar, sinirlenir.

Ama Hırvatistan’ın hakkını da Hırvatistan’a verir.

Demem o ki, beğendiğini beğenir.

Yarımadanın her köyü elbette onun sıfırcı öğretmenler gibi verdiği notlardan geçer not almaz: Akyarlar’ın denizi harika ama yolu cefalıdır. Turgutreis’e başka bir iş için gitmekte yarar vardır. On iki yaşındaki Turgut’un gemiden atlayarak geldiği söylenen derya, fazla açık fazla dalgalıdır. Yalıkavak sersemletir, rüzgarlıdır. Türkbükü mayo giyip denize girmeyenlere bırakılmalıdır. Torba’nın suyu sıcak havası basıktır. Bitez yürü yürü bitmez, sığdır. Gümbet’in denizi iyi olsa neye yarar, sahil artık deniz adabı bilmeyen bir milletin, İngilizlerin toprağıdır. Ortakent iyidir, hoştur da kalabalıktır. Yahşi adı gibidir, güzeldir. Yalıçiftlik, tahtalara tık tık, keşfedilmemiş cennettir. Ama Aktur’un kurulduğu burun istisnasız yarımadanın ennn güzel denizidir.

İşte o Lulu, küçük evleri, küçük tatilleri, küçük hisleri, küçük işleri sevmeyen Lulu tek istisna olarak gelir, Aktur ya da yakınlarında bir yerde kolunu açsan odanın iki duvarına değiyor dediği küçücük evlerden birini tutar.

Ve bavulunu bile açmadan kendini denize atar.

Çivi gibiymiş aldırmaz, lodosmuş fark etmez başı ummanda nokta gibi kalana dek yüzer.

Bu böyle üç beş gün sürer.

Ne zamanki denizle özlem giderilir sıra araştırma faslına gelir: Nerede ne yenir, nerede ne içilir, yeni bir yer açılmış mıdır, açılmışsa nasıldır, soruşturmaya başlar.

Ve ilk olarak da bana sorar.

Başka biri olsa iş kolay. Ama soran o olunca cevap vermeden önce iki kez düşünmek gerek.

SERVİS HIZLI, FİYATLAR FEVKALADENİN FEVKİ

Gelelim Gündoğan’a.

Reana ki köylülerin dilindeki adı Reina, Gündoğan sakinlerinin yakından tanıdığı, yakından tanımayı bırakın hemen her gece tıka basa doldurduğu deniz kıyısında nefis bir lokanta. Tertemiz, pırıl pırıl, mis gibi. Aile işletmesi. Adını annenin adının ilk hecesinden alan ve bütün yemekleri gene Remziye Hanım tarafından yapılan Reana’yı değil Lulu’ya Lulu’dan bile müşkülpesent herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Bir kere yemekler gerçekten iyi. Yerel mezeler kadar Türk mutfağının baş tacı börekler, turşular, sebzeler de harika. Balık ızgaralar ne çiğ ne kuru tam kıvamında. Deniz ürünleri de öyle. Servis hızlı. Ve fiyatlar insanı şaşırtacak cinsten. Makul ötesi, fevkaladenin fevki.

Sonunda bu üç adreste karar kıldım

Bu yıl daha o sormadan neresini söylesem de eleştirilmesem diye düşünmeye başladım: Kış boyu handiyse ayda iki kez Bodruma’a geldim, ama değil çıkıp dolaşmak iş biter bitmez otele dönüp yatağa serildim. Mecalim kaldığında da Marina’da yemek yedim. Mayıs ayı çamur yağmuruna tutuldum, üşüdüm titredim otelden çıkıp hiç bir yere gitmedim. Haziran başı evleri yetiştireceğim diye terledim ve kendi yemeğimi kendim pişirdim. Şunun şurasında iki haftadır rahatım ama gidip gördüğüm yerler bir elin parmaklarını geçmiyor. İşte bu beş adresi kafamda evirip çeviriyor, hangisi Lulu’ya uygun, ölçüp biçiyorum. Sonunda üçünde karar kıldım.

Biri Bodrum’da.

Biri Gündoğan’da.

Biri Torba’da.

GÜNBATIMINDA O BAR İNSANI TEK KADEHTE SARHOŞ YAPAR

Torba’ya gelince.

Torba’daki adres bir lokanta değil, bir otel.

Hatta otel bile denmez, içinde on iki suiti olan, yanı başında son üç yılını otelin yapımına adamış sahibesinin evinin de bulunduğu bir butik otel. Aslında butik otel lafını da çok sevmiyorum ama Casa dell’arte’ye başka ne denilebileceğini kestiremiyorum. Bir zamanlar bu diyarlarda izine pek rastlanmayan ama son yıllarda mebzul miktarda artan, oda sayısı kısıtlı diye adının başına butik yaftasının eklendiği otellerden değil, sözünü ettiğim Casa dell’arte.

Eğer butik otel farklı, güzel, insana kendini özel hissettiren konaklama yeri demekse ki, öyle demek olsa gerek, Casa dell’arte tam tamına böyle bir yer. Torba’nın cennet koylarından bir zamanların salaş balıkçısı Ali Gonca’nın yanıbaşında yapılmış bu taş bina, gerçekten yarımadanın bu güne kadar gördüğü en iddialı yerlerden biri. Belli ki çok ama çok para harcanmış ve hiçbir masraftan kaçınılmamış.

Büyük, heybetli bir kapıdan giriyor ve ortasında uzun dikdörtgen bir havuzun bulunduğu geniş avluyu geçip otele giriyorsunuz. Avlunun sağı solu dell’arte lafının hakkını vermek için olsa gerek Evin Galerisi’ne tahsis edilmiş. Bu uzun avlunun iki yanındaki kapalı alanlarda çağdaş Türk ressamlarının resimleri sergileniyor. Afrika sanatının devasa heykelleri gene aynı avlunun sağına soluna serpiştirilmiş. Gökyüzüne asılı gibi duran ferforje avizeler İtalya’dan getirtilmiş. Avluyu geçip de içeri girildiğinde ortada büyük kanapesi ile bir oturma yeri, sağda ve solda yer alan alanlarda antikalarla döşenmiş iki salon var. Biri oturma, diğeri yemek odası olarak düşünülmüş. Yere kadar inen cam kapıyı açıp da bahçeye çıkıldığında karşınıza çıkan bar, bir de günbatımında gidilirse insanı tek kadehte sarhoş yapar. Ne bahçede ne önünde heybetli bir teknenin bağlı durduğu iskelede, ayrıca bir yemek mekanı yok. Müşterilerin istedikleri yerde yemek yemeleri amaçlanmış.

Küçük denilen odalar orta halli bir site evi kadar.

Büyük denilenlere kalabalık bir aile sığar.

Eh, hal böyle olunca fiyatlar da ona göre: İnsanın elini yakan cinsten.

Ama anladığım kadarıyla fiyatlar diğer butik otellerin fiyatlarından farklı değil, ayrıca konaklamak da şart değil. Yemek yemedim ama sözünü ettiğim barda bir içki içtim ve her yerde ödediğim fiyatı ödedim.

Gidilmeli, görülmeli derim.

Sevgili Lulu, işte sana hangisine gidersen git seveceğini düşündüğüm üç mekan.

Ve de benden bu kadar!

BAHÇEDE YEMEK BİRAZ DA ESKİ GÜNLERE DÖNMEK DEMEK

Bodrum’da olan yani Bistro Marina Class, adından da anlaşılacağı üzere Bodrum Marina’nın yakınlarında. Ünlü balıkçı Memedof’un köşesinden sapıyor, tabelaları izleye izleye eski bir Bodrum evine varıyorsunuz. Bistro Marina mavi söveli, bahçesinde palmiye ve muz ağaçlarının olduğu, merkeze yakın olmakla birlikte şehrin curcunasından uzak bir lokanta. İşletmeciliğini eski dost, Osman Kerimol yapıyor, dolayısıyla gidildiğinde tanıdık simalarla karşılaşılıyor. Tahta masalarına bembeyaz örtüler serili bu serin bahçede yemek yemek, biraz da eski günlere dönmek demek. Salı geceleri canlı müzik var. Yemekler diğer lokantaların yemeklerinden, daha doğrusu burada sıklıkla karşınıza çıkan yemeklerden farklı. Demem o ki, menüde deniz börülcesi ve yoğurtlu semizotu salatası baş köşeyi tutmuyor. Mönü kuşkonmazlı somon füme,Vol au vent gibi başlangıçlar, dömi glas soslu bonfile, pazı yaprağına sarılı somon, rokfor soslu tortellini gibi iddialı yemeklerden oluşmuş. Şarap kavı Kavaklıdere ve Doluca’nın yaygın markalarından oluşuyor. Fiyatlar başlangıçlar için olsun ana yemekler için olsun 15-25 lira arası. Şehirde kalıp da gürültüden kaçanlar için mükemmel.
Yazarın Tüm Yazıları