Anneannem Ferduş

Aydın, sende anneanne hikayesi boldur, çıkart küfeden bir tanesini yaz dedi.

Haftaya ne yazsam diye mızıldandığımı duyunca.

Oysa tezgahta Akın-Gülin Öngör-Selendi 2005- yazısı var ama yazıyı engelleyen bir de sorun var.

Sorun şu: Akın ve Gülin’le Sofa otelin loş lobisinde Küba yolculuğu arifesi ettiğimiz sohbeti, Türk basınının bütün kalemleri dinlemiş de ellerini benden önce tutup yazmışlar sanki. Hangi gazeteyi açsam Akın üzerine, Gülin Öngör Kız Meslek Lisesi üzerine,Türkiye’de ilk kez Şato mantığı ile üretilen ve toplanan üzümlerle yapılan Selendi üzerine, onun kısa tarihi üzerine, Akhisar’da eski bağların berisinde biraz daha yüksekçe bir tepede ekilen yeni bağlar üzerine yazılmış bir yazıyla karşılaşıyorum.
/images/100/0x0/55ea49b1f018fbb8f87629b0
Eh benim de yazacağım eninde sonunda bu.

Fazladan olsa olsa şunu ekleyebilirim.

Akın’ın erken emeklilik kararı ertesi bu işe soyunmasının, buralarda bağ olmaz diyenlere inat Akhisar’da katma değeri yüksek şarap üretimine başlamasının, hem beni hem şarap severleri hem de yöre halkını müthiş mutlu ettiğini söyleyebilirim.

Ben kendi adıma üretiminden etiketine kadar dostlarımın elinden çıkan Selendi’yi hem mis gibi içiyor hem gelen giden yabancı dostlarıma göğsüm kabararak sunuyorum. Çünkü Selendi 2005 iyi bir şarap. Sordum soruşturdum, şarap denince hele bir dur diyen kuşkucularla bile konuştum, onların da Selendi hakkında düşündükleri üç aşağı beş yukarı benim gibi. Yöre halkına gelince, orada yaşayan bir arkadaşımın anlattıklarından biliyorum: Onlar da mutluymuş. Zaten kim sunulan aşı, işi, eğitimi reddeder ki? Ama bu kadar.

Bayram yazısı için oflayıp poflamam da bu yüzden.

Bundan yedi bin beş yüz vuruşluk yazı çıkmaz.

Uzatılırsa da keçiboynuzu olur, tadı kalmaz.

Peki Aydın’ı dinleyip anneannemin incilerinden birini mi yazsam?

Anlatmasına anlatırım da onun hikayeleri zamanın ruhu ile örtüşmüyor gibi.

Peki bayramlarından dem vursam?

Bayramlarından, hayatından.

Ferduş eşiğe beyaz keten serecek kadar titiz, bu titizliğine karşın konuklarını rahat ettirme becerisine sahip ender kadınlardandı.

Bilenler bilir: Titizler, hele hele haddinden fazlaları, titizlikleriyle sadece kendilerini değil etraflarındakileri de hırpalarlar.

Onların evleri her köşeye gizledikleri bubi tuzaklarıyla doludur.

Banyolarında kullanılacak havlularla kullanılmayacak olanları ayırt edemeyip süs diye astıkları birine elini kurulaman, halıları basılacak nesneler sanıp atlanacak saçakları unutman, kapı kulplarını dirseğinle değil de ağzına kurabiye attığın için kirli farz ettikleri ellerinle açman, yardım olsun diye sofrayı toparlarken iki kirli tabağı iç içe koyman, buzdolabında kalan parmak izi, okuduğun gazetenin koltuğun kumaşına değmesi gibi ne zaman patlayacağını bilmediğin tuzaklar.

Böyle bir hataya mı düştün?

O evi bir daha rüyanda görürsün!

Oysa Ferduş konuklarını, hem sadece bayram seyranda gelenleri değil, kapısı yediden yetmişe herkese açık olduğundan çat kapı gelenleri bile büyük bir neşeyle karşılar, hiç yüksünmeden kahveyse kahve, çaysa çay, yemekse yemek hazırlar, ne nereye oturulduğuna bakar, ne kırılana aldırır, ne çocukların koşuşturmasına kızardı.

Densizlerin densizliklerini nükteyle örter, çakırkeyiflerin önüne ne zaman kotarıldığı bilinmeyen bir çorba sürer, kısaca gelen herkesi mükellef ağırlardı.

Mükellef ve eşit.

Salonunda da sofrasında da her yaştan her sınıftan insan olurdu.

Terzi, tütün eksperi, saray hanımefendisi, kurpiye, soprano, Mevlevi dervişi, Kadıköy-Pendik hattı minibüs şoförü, sanatoryum müdürü, liseli, Hececilerden şiir okuyan biri, onu dinlerken hafakanlar geçiren diğerleri, bakan eskileri, madamlar, geceleri bıyıklarına file takanlar, çivit topuzlar, kol düğmeleri, bağrı yanıklar velhasıl kadın erkek, yaşlı genç, yığınla insan.

Ancak onun sofrasında bir araya gelebilen, ancak onun evinden kavga dövüşsüz çıkabilen birileri.

Dostları, dostlarının dostları, arkadaşları, arkadaşlarının arkadaşları, tanışları ve ailesi.

Kapısı açık diyorsam, mecaz değil.

Kapısını sabah uyandığında açar, yatana dek kapatmazdı.

Çocukluğu Çamlıca’daki baba evinin dış kapı çıngırağı çalınca fırlayarak, evle kapı arasında koşuşturarak geçmiş.

Nefes nefese.

Gençliği Samatya’da kayınvalidesi ve görümceleriyle paylaştığı konakta.

Yalnız ve yeni gelin ya, bir tanıdık gelir umuduyla kulağı kapıda.

Kendine ait ilk evi Mısır Apartmanı’nda.

Ev yeni belki ama koca yaşlı, kıskanç ve eski.

Kapıyı çalansa yabancı değil, erkek kardeşleri..

Bahir ölüp Derviş de gidince tadını çıkaramadığı dulluğun son durağı Talimhane’den de taşınmak zorunda kalmış.

Ne de olsa ailenin tek kızı ve elden ayaktan düşen anasıyla beybasına bakmak onun görevi.

Çamlıca’ya çocukluğun soğuk gecelerine dönmemiş ama Nazikter Hanım ile Talat Bey rahat etsinler diye havası Çamlıca havasını aratmayan bahçesinde yüz yıllık çamlar bulunan Küçükyalı’daki eve geçmiş.

Geçiş o geçiş.

Annesi 93, Beybası 103 yaşına kadar yaşadığı için ömrünü orada tüketti diyebiliriz.

Yaşlı iki insanı evde yalnız bırakmak istemediğinden mi, gençliğini, sevdiklerini doğru dürüst ağırlayamadan geçirdiğinden mi, yoksa böylesi daha işine geldiğinden mi bilinmez Küçükyalı’daki ev bir süre sonra İstanbul’un dört bir yanından gelenlerle dolup taşmaya başladı.

Kapının aralık bırakılması o günlere rastlar.

Ev yılın her günü kalabalıktı ama bayramlarda kelimenin tam anlamıyla adam almaz hale gelirdi. Bir de o günlerde başka şehirlerden gelenlerin otel yerine akrabalarda konakladıklarını, İstanbul’un bir yakasından ötekine geçenlerin yatıya kaldıklarını düşünün.

Gün oldu, yemek odasındaki büyük masanın üzerinde de, banyodaki küvette de uyudum diye anlatırdı, gülerek.

Bayram sabahları erken kalkar, emprimelerini giyer, çiçekleri değiştirir, yastıkları düzeltir beklemeye başlardı.

Ev her zamanki gibi pırıl.

Yemekler zaten hazır, mutfak mutfak değil ordu doyuran.

Bilenler kapıyı iter girer, bilmeyenler zil çalıp beklerlerdi.

İçeriden ’Açıık! Açııık!’ sesleri.

Onu fazla tanımayanlar eşiğe serili kar beyaz ketenleri görünce ayakkabılarını çıkartmaya davranırlardı.

Hoop, demezdi ama öyle bakardı ki, eğilenler dikilir, ayaklarını silsinler mi silmesinler mi duraksarlardı.

Sevmezdi öyle terlik takunya.

Bahçesinde kurban kesilmesine de izin vermezdi.

Böylelerini konu komşuyu düşünmeyen gösteriş budalaları addederdi.

Onun için ibadet mahrem, temizlik elzem, bayram şenlik, hayat bayramdı.

Ölene kadar hiç yalnız kalmadı.

Ve nasıl yaptı, nasıl becerdi bilmem ama o eşik ketenleri bir gün olsun leke tutmadı.
Yazarın Tüm Yazıları