26 Mart 2007
FUTBOLDA, hedefe ulaşmanın temel şartı kararlılık ve disiplin içinde mücadele etmektir. Fatih Terim’in dün gece Yunanistan karşısında sahaya sürdüğü 11’de de bu kararlılık vardı. Beraberliğin bile bize avantaj olarak döneceği bu zorlu 90 dakikada, Terim tek forvetle kalmamış, Hakan’ın yanına Gökhan Ünal’ı da monte etmiş, onların arkasında da Tümer ile Tuncay’ı gol silahları olarak sahaya sürmüştü.
Futbolumuzun en önemli eksiğinin savunmadaki adam paylaşmak olduğunu çok iyi biliyor ve duran topların tehlikesine sürekli işaret ediyordu Fatih hoca. Ama buna rağmen 5. dakikada yine çok basit bir savunma hatasıyla geriye düştük. Bütün defans oyuncularının yanısıra kaleci Volkan’ın da seyirci kaldığı pozisyonda yenen bu şok golle birlikte, Yunan seyircisinin oluşturduğu psikolojik baskıya rağmen takımımız disiplinini bozmadı. Rakip sahada yapılan baskı ve orta alandaki top hakimiyetiyle, şoku üzerimizden çabuk atlatıp, oyununun kontrolünü elimize geçirdik.
Orta alan derken, futbol oyununun en önemli yeri olan bu bölgede dün iki büyük isim vardı. Bunlardan biri defansa da yaptığı katkıyla Tümer, diğeri de buradaki bütün açıkları kapayan Mehmet Aurelio’ydu. Gecenin bu iki dinamik ismi maça damgalarını vururken, orta alanda ele geçirdiğimiz üstünlük özellikle ikinci yarıda sonuca gitmemizi sağlayan en önemli faktördü. Tuncay, Sabri ve Hamit de inanılmaz enerjileriyle güzel oyunumuza ve galibiyetimize büyük katkı yaptılar.
Hiç unutmayacaklar
Kadrodaki önemli eksiklerimize rağmen, oyunun tüm bölümünde maç öncesi oluşturulan plana sabit kalmayı başaran ve mücadeleyi hakemin bitiş düdüğüne kadar hiç bırakmayan ay yıldızlı takımımız, Yunanistan’ı evinde dağıttı. Savunmada zaman zaman kritik hatalar yaptık. Ama, o anlarda da futbolda olması gereken şans faktörü bizim yanımızdaydı. Volkan’ın hatalarına rağmen Yunanlılar, iki net fırsattan yararlanamadılar. Bu bir anlamda maçı rahat kazanacağımızın işaretiydi sanki.
Bu arada dostluktan söz eden Yunan seyircisinin, Ulusal Marşımız çalınırken başlattığı ıslıklı protestoyu, maç boyu sahaya sürekli bir şeyler atarak sürdürmesi de pek güzel görüntüler değildi. Ama, kararlı ve inançlı ay yıldızlılarımız futbolun tüm gereklerini yerine getirerek Yunanlılara bu önemli günlerinde, hayat boyunca hiç unutamayacakları tarihi bir ders verdiler.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2007
Futbol bütün dünyada büyük ilgi gören, kitleleri peşinden sürükleyen son derece cazip bir oyun. Ne zaman neyin olacağının belli olmayışı, sürprize son derece açık olması ve kurallarının herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek kadar basit oluşu, bu oyunu cazip kılan faktörlerin en başında. Adı üstünde, bu bir oyun. İnsanlar oyundan keyif ve zevk almalı ve bu oyunun tadını doyasıya çıkarmalı diye düşünüyoruz. Ancak bizde durum öyle mi...
Fanatik taraftarlık topluma egemen olan şiddet duyguları zaman zaman bu oyunu oyun olmaktan çıkartıp bir savaşa dönüştürebiliyor. Açıkca söylemek gerekirse, biz futbolu seyretmeyi, futboldan keyif almayı pek beceremiyoruz. Bunu beceremediğimiz gibi statları bir şiddet alanına dönüştürmekte de üstümüze yok.
Bakın son haftaya... Olay bağıra bağıra geliyor. Ankaragücü-Beşiktaş maçı öncesi ev sahibi takım ile uzunca bir süredir Beşiktaş'a açıkca savaş ilan eden Bursaspor taraftarlarının işbirliği ile bir takım hazırlıklar yapıldığının dedikodusu tüm futbol çevrelerinde kulaktan kulağa dolaşıyor. Beşiktaş yöneticileri de bunun duyumlarını alıp gerekli uyarıları yapıyorlar. Hal böyle iken yapılacak iş gerekli güvenlik önlemlerinin artırılması ve olası olayların önüne geçilmesi. Ama nerede... Maç öncesinde stadın yakınlarında neredeyse bir Ankara meydan savaşı çıkıyor. Kafalar gözler yarılıyor. Taraflar birbirlerine kıyasıya giriyorlar. Emniyet güçleri olayları önleyebilmek için havaya ateş açmak zorunda bile kalıyorlar. Oysa, alınacak basit önlemlerle birbirlerine düşman gibi bakan iki grubun temas etmesi önlenebilir ve böyle üzücü durumlar ortaya çıkmaz. İş stat dışında kalsa gene pek fazla bir şey demeyeceğiz, ama ortam öylesine gergin ki, olaylar maç süresince de sık sık yineleniyor.
Yangına dönüşmesin
Sadece Ankara'da değil sorun. Diğer statlar da gerilim artıkça patlamaya hazır bomba durumunda. Bakın Galatasaray-Trabzonspor karşılaşmasına. Maç öncesi Galatasaray taraftarının yönetimine bir tepkisi var. Bu doğal. Tepkilerini de uygar bir biçimde dile getirip pankartlarla ve sloganlarla yönetimi istifaya davet ediyorlar. Buna bir şey demiyoruz, ama o sahaya atılan çakıya ne diyeceğiz. O bıçak o stada nasıl sokuluyor? Bildiğimiz içeri giren herkesin üstünün didik didik arandığı. Ama yine de bu delici alet ucu açık bir şekilde hakeme doğru fırlatılıyor. Şans eseri kimseye gelmiyor. Bu neyin tepkisi? Hangi öfkenin dile getiriliş biçimi... Futbol oyununda hatanın yeri çok fazla. Bunu futbolcu da yapacak hakem de. Hatanın karşılığı sahaya fırlatılan bıçak mı olmalı?
Biz adam gibi futbol seyretmeyi öğrenemedikçe, öfkemizi kontrol etmeyi bilmedikçe ve fanatizmin pençesinden kurtulmadıkça, bu filmleri daha çok izleriz gibi geliyor. Böyle bağıra bağıra gelen olayları önlemek için sporda şiddet yasasını bile çıkardık. Ama yasanın gerektirdiği yaptırımları uygulamayıp statlara girmesi yasak olan kişilere bile göz yumuyorsak, işte sorun burada. Liglerin sonu geldikçe gerilim ve öfke daha da artacaktır. Yetkililer umarız ufak ufak parlayan bu kıvılcımları bir yangına dönüşmeden önlerler ve gerekli tedbirleri alırlar. Yoksa, olayların ardından ağlamak ve üzüntü söylemleriyle bu işin üstüne gitmek hiçbir çözüm getirmez.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2007
BİR televizyon programı... Sözüm ona tribün liderleri toplanmışlar, futboldaki şiddeti ve tribün olaylarını tartışıyorlar. İçlerinden birisi hemen suçluyu buluyor; "Medya. Olayları tırmandırıyor."
Yok daha neler... O tribüne döner bıçaklarını, satırları, silahları medya mı sokuyor? Medya mı onlara "Kavga edin, ortalığı kan gölüne çevirin" diyor.
Bir başka program... Bu sefer de, anlı şanlı bir kulübümüzün yöneticisi takımının kötü oyununu, puan kaybına mazereti hemen buluyor; "Medya işi bu hale getirdi. Gerilimi artırıyor." Oh ne ala... Suçlu bulundu, puan kayıpları da kötü futbol da medyadan kaynaklanıyor.
Beyler... Sizin hiç mi suçunuz yok? O tribünde rant için birbirlerine kıyasıya girenlere, bedava biletleri medya mı dağıtıyor? Hiçbir kariyeri olmayan, stajını yapmak için bu ülkeye gelen, oyunu okumakta zorlanan, sadece alacağı milyonlarca doları düşenen sıradan teknik direktörleri takımların başına medya mı getiriyor? Ama yöneticilerimiz için en kolay mazeret medya. Ne diyelim, canları sağolsun.
Söz yöneticilerden açılmışken, gelin biraz ne yaptıklarına bakalım... Sözünü ettiğimiz kişilerin büyük bölümü başarılı işadamı. Hepsi bu noktalara işin kurallarıyla oynayarak ve de çok çalışarak gelmişlerdir. Buna bir diyeceğimiz yok. Ama söz konusu kulüp yönetimi olunca işin rengi değişiyor. Sorarım size, bu başarılı işadamları acaba kulüpleri yönettikleri şekilde kendi şirketlerini de yönetiyorlar mı? Cevabımız, tabii ki hayır. Orada ne yapıyorlar, işin doğrusunu uygulayıp, direksiyonu profesyonellere bırakıyorlar. Ama kulüplerde direksiyon beylerin elinde.
Profesyonel işi
Şöyle bir Avrupa'nın önde gelen ve başarılı kulüplerine bakalım... Söz konusu kulüplerin başkan ve yöneticilerini yılda kaç kez televizyon ve gazetelerde görürsünüz. Transfer çalışmalarında yöneticilerin hiç ön plana çıkıp transferi bitirdiğine rastladınız mı? Oralarda bu işleri kulüplerin profesyonel menajerleri ve yöneticileri yaparlar. Seçilmiş yöneticilerin görevi sadece bu kişileri denetlemek ve gerektiğinde hesap sormaktır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi. Ama bizde sapla saman birbirine karıştırıldığı için kendi işinde doğruyu yapan sayın yönetici, kulüp yönetiminde nedense başka bir role bürünüyor. Çünkü burada uğranacak zararın pek bir önemi yoktur. Çok çok başarısızlıkta taraftar bağırır, ama iş mali kongreye gelince parmaklar kalkıp iner, sorun çözülür.
Ne diyelim, böyle başa böyle traş. Biz daha çok futboldaki istikrarsızlığımızı tartışırız. Yıllardan beri gelip giden teknik adamların yeterliliklerini masaya yatırırız. Ama inanın ki, değişen hiçbir şey olmaz. Medya bunları yazar, yanlışlıkları eleştirir, ama yönetici beyler kendilerini göstermeye devam ederler. Onlar için nasıl olsa bir suçlu vardır; o da medyadır. Bilmem anlatabildim mi...
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2007
Türk sporunun duayenlerinden Esat Yılmaer, futboldaki kötü gidişi ve 'üç büyükler'in yabancı hobisini yazdı.
Biz Türkler hovardalığı ve gösterişi severiz. Fiyaka yapmak uğruna olmayacak paraları çarçur eder israfın dik alasını yaparız. Özel yaşamda bu bir yere kadar hoş görülebilir. Ama futboldaki hovardalığa gelince orada dur bakalım. Sözünü ettiğimiz futbol hovardalığı, kulüplerimizin bu ülkenin milyonlarca dolarlık dövizini yeteneksiz ve çapsız yabancı hocalara kaptırmalarından başka bir şey değil.
Şöyle bir bakalım. Sezona Türkiye’de iki kupada şampiyonluk, Avrupa’da başarı hayaliyle giren ve 100. yılında tüm şampiyonluklara ambargo koyacağını ilan eden Fenerbahçe, bu hedefine stajyerlik dönemini henüz tamamlamamış Zico ile ulaşmaya kalkıyor. Zico, dünyanın en önemli futbolcularından biri olabilir ama teknik adamlığı futbolculuğu ile eş orantılı mı? Kesinlikle değil. Japonya’daki kısa deneyimi dışında Avrupa futboluyla hemen hiç tanışıklığı yok.
Böyle bir hocayla Avrupa’da başarı hayalleri kurmak ne derece doğru? İşte bunun cevabı AZ Alkmaar maçlarında verildi. 2-0 önde olan bir takımın son yarım saat içinde 2 gol yiyip elenmesi deneyimi fazla olan bir hocanın yapabileceği bir iş değil. Ama milyonlarca dolar alıp stajını Fenerbahçe’de yapan Zico, bunu başarıyor ve sarı-lacivertli taraftarın tüm hayallerini Alkmaar stadının çimlerine gömüyor. Özellikle yenilen ikinci gol tam bir hatalar zinciri. Duran topta yapılacak ilk iş, savunmada ön ve arka direk paylaşımını gerçekleştirmek. Bu, futbolda savunma prensibinin alfabesi. Ama bakıyoruz arka direkte iki Hollandalı var, Fenerbahçe savunmasından kimse yok. Kaleci de pozisyonu seyredince, gitti sana güzelim tur. Zico ise bunun hesabını vermek yerine hata yaptıklarını söyleyerek günü geçiştiriyor. El insaf!
Zico böyle de Beşiktaş’ın başındaki Tigana ondan farklı mı? O da, Trabzon’da 2-0 öne geçtikten sonra maçı bitirdiğini sanıp rakibin hamlelerine hiçbir önlem almıyor. Böylesine bir önemli deplasmanda çizgi halinde savunma yapmakta neyin nesi? Bunu antrenörlüğe yeni başlamış gençler bile yapmaz. Böyle bir kumar oynarsan, faturayı da ödersin. Ama Tigana’nın fatura ödemek gibi bir niyeti yok. Milyonlarca doları cebine indirmiş bir de mukavelesinde yüklüce tazminat maddesi var. Pişkin pişkin konuşuyor: “Verin paramı gideyim” Oh ne ala memleket. Beşiktaş zaten bu mukaveledeki tazminat maddesinden yeteri kadar çekti. İşte Del Bosque örneği ortada. Ama akıllar başta değil. Tigana’da da aynı madde fazlasıyla mevcut. Şimdi Fransız’ı göndermek isteseler bile gönderemiyorlar. Sütten ağızları yandı bir kere.
Galatasaray’da da durum pek farklı değil, Gerets’le her geçen gün cepten yiyor. Onda da hatalar tonlan. Geçen yılki mücadele eden takımın yerinde yeller esiyor. Ama umurunda mı teknik adamın. Belli ki kafası Galatasaray’la bir türlü uzatamadığı sözleşmesine takılıp kalmış. Takımına oynatacağı futbolu değil alacağı veya almayı planladığı paraların hesabını yapıyor. En önemli maçlar arasında ülkesine gidip, önümüzdeki sezonun arayışlarını ve pazarlığını yapması da bunun açık kanıtı.
Sözün kısası; 3 büyük kulübümüz, paralarını hedeflerini gerçekleştirebilecek çapta olmayan teknik adamlar için cömertçe savurmuşlar. Size ne, “Bu paralar kulüplerin. İstediği gibi harcarlar” diyemezsiniz. Bu ülke milyonlarca doları sokağa atacak kadar zengin değil. Hele hepimizin başarı beklediği futbolda böylesine savurganlık içinde olmaya kimsenin hakkı yok. Bu ülke insanını üzen, kahreden, üstüne para alarak maçları izleyen bu yabancı teknik adamları gördükten sonra “3 kuruş paraya ülke futbolunu kalkındırmak için ter döken” yerli teknik adamlarımızın ne günahı var diye düşünüyorum. Bir de bu ülke futbolunun en büyük başarılara Türk teknik adamlarla imza attığını herkese bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Ne dersiniz haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2007
Yıllardır bize yanlış öğretmişler; "Spor dostluk, barış ve kardeşliktir" diye. Görüyoruz ki, sporun dostlukla, sevgiyle, saygıyla hiç mi hiç alakası yok. Son günlerde yaşananlara baktıkça sporun anlamını bile karıştırır hale geldik. Koltuklarını korumak için her türlü oyun içine girenlerden tutun da, çıkarları uğruna kitleleri birbirine düşman etmeye vardıran, sözüm ona yöneticilere kadar hepsi sporun içinde fazlasıyla mevcut.
Futbol bir eğlence, bir oyun. Kitleler bu cazip oyunun zevkine varmak, gönül verdikleri takımı desteklemek için tribünlere koşuyorlar. İşin doğrusu da bu. Ama bizde öyle mi? Atılan şu sloganlara bakın: "Ölmeye ölmeye geldik!" Yahu maça mı gidiyorsunuz, savaşa mı ? Hele bir Avrupa kupası maçında karşısında yıllarca çekiştiği rakibi bile yokken aynı takım taraftarının birbirine girmesine ne demeli! Bu kavga öyle böyle bir kavga değil. Silahlar patlıyor, bıçaklar çekiliyor; biri ağır, onlarca kişi yaralanıyor. Güya statlarımız yapılan düzenlemelerle emniyetli hale getirildi.
Herkesin üzeri tek tek aranarak içeri alındığını biliyoruz. Peki öyleyse bu bıçaklar ve silahlar içeri nasıl sokuluyor? Herhalde bir gün öncesinden. Yeni yasayla kulüplerin statlardan ve taraftarlardan sorumlu yöneticileri olması lazım. Tüm statların kameralarla donatılması gerek. Ama nedense bu mekanizmaların hiçbirisi işlemiyor. Aynı takım taraftarının birbirine öldürürcesine girmesinin altında yatan gerçek ise çok acı. Rant kavgası. Kulüplerin bedava dağıttığı biletlerden daha fazla pay almak isteyen iki grubun çıkar çatışması statlarda kan akmasına yol açıyor. Anlı şanlı kulüp yöneticileri de bunu timsah gözyaşlarıyla üzülerek izliyor.
Şu veya bu kulübü suçlamıyoruz hemen hepsinde durum aynı. Beyler bedava bilet dağıtarak desteğini almak istediğiniz bu canavarı sizler yaratmadınız mı? Şimdi pişmanlık neye yarar?
Eğer polisin yakalayıp, gözaltına aldığı olay çıkartan taraftarı yönetici gidip emniyetten kurtarıyorsa varın gerisini siz düşünün! Yıllardır fanatizmden, tribün teröründen şikayet ederiz. Kulüplerimiz ceza üstüne ceza öderler. Ama görüyoruz ki bir arpa boyu bile yol alamamışız. Koltuk sevdasına düşmüş federasyon gözlerini kapamış yerinde oturmaya çalışıyor. Kulüpler büyüttükleri canavarın kontrolünü ellerinden kaçırmışlar. Medya zaman zaman yangına körükle gidiyor. Sonunda olan Türk futboluna oluyor.
Burada şu suçlu, bu suçlu demek doğru değil. Bu işte hepimiz suçluyuz. Çözüm üretmek yerine günü kurtarmanın hesapları, gereksiz düşmanlıklar yaratmak ve kavgayla beslenmek varken sporda barışı aramak gerçekten zor.
Ne diyelim; inşallah işler daha arapsaçına dönmeden aklımız başımıza gelir. Yoksa çok daha büyük üzüntüler, sıkıntılar yaşarız ve bunun hesabını da hiçbirimiz veremeyiz.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2006
MAÇ öncesi iki önemli skor silahımız Serkan ve İbrahim’den yoksun olan Tanjeviç, genç oyuncularına, "İşte size kendinizi gösterme fırsatı. Bir adım daha ileriye gitmek istiyorsanız, çıkın, kenetlenin ve mücadelenizi yapın" diyordu. Ama olmadı... Gençlerimiz bir adım daha ileriye gitme fırsatını, çok kötü şut atarak kullanamadılar. Bir Dünya Şampiyonası maçında 42’de 9 gibi son derece düşük bir 2 sayılık atış yüzdesiyle oynarsanız, o karşılaşma imkansız hale gelir. Hele bir de buna ilk yarıda rakibe verdiğimiz 20 sayılık avantaj da eklenirse, işin içinden çıkılmaz hale gelir.
Mücadeleyi hiç bırakmamasıyla ve sonuna kadar savaşmasıyla övündüğümüz takımımızın buradaki en büyük hastalığı oyunun belli bölümlerinde skor sıkıntısı çekmesiydi. Düşünün, ilk çeyrekte sadece 7, ikinci periyotta ise 13 sayı üretebildik. Bereket, iyi savunma yaptık da fark sadece 15’te kaldı.
Sağlam temeller
İkinci yarıda şutlarımız biraz düzeldi, savunmamız da sertleşti, takım olmayı yeniden hatırladık. Hatta farkı 4 sayıya indirip, maçı kazanma noktasına bile getirdik. Ama, işte bu anlarda basit ve pahalıya mal olacak hatalar yapmamak gerektiğini unuttuk. Bir sportmenlik dışı faul, pota dibinden kaçırılan son derece basit atışlar, bizi beşinci yerine altıncılığa getirdi. Yine de bu çocuklara teşekkür etmek lazım.
Böyle bir turnuvanın başından sonuna dek oynamak, hele son gün iki önemli silahtan yoksun mücadele etmek, hiç de kolay değil. Burada, basketbolumuz adına geleceğin sağlam temelleri atıldı. Şimdi yapılacak iş bu temeller üzerine güçlü ve dayanıklı bir bina inşa etmek.
Tek eksik deneyim
Gördük ki, yürekli ve inançlı gençlerimizde bizi daha ileriye taşıyacak yetenek var. Onların tek eksiği uluslararası deneyim. Bu takım daha sık bir araya gelir ve dünya üzerindeki tüm önemli turnuvaları oynarsa, o zaman bugün gıptayla izlediğimiz Arjantin, İspanya ve Yunanistan gibi olabiliriz. İnanın, böyle olmamıza da çok küçük adımlar kaldı. Yeter ki, inat ve sabırla bu yolda yürümeye devam edelim.
Bu turnuvada bize çok keyifli günler yaşatan bu genç takımımıza bir kez daha teşekkür ederken, onlarla gurur duyduğumuzu tekrar haykıralım ve dünkü yenilginin, mücadele dolu geçen 16 günün mental yorgunluğundan kaynaklandığını vurgulayalım.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2006
Son üç önemli turnuva gösterdi ki, basketbol arenası, artık savaşan ve ekip ruhu ile mücadele eden takımların meydanı. Yıldızlar topluluğu ile bir yere varılmıyor. Bu yüzden Yunanistan’ın başarısı bir tesadüf değil. DÜNYA Basketbol Şampiyonası yarı finalinde büyük bir sürprize tanık olduk. Turnuvanın en iyi takımlarından biri olan Yunanistan, NBA yıldızlarından kurulu ABD’yi enfes bir mücadele sonunda 101-95 yenerek ilginç bir tartışmayı da gündeme getirdi. Indianapolis’teki şampiyonada, NBA yıldızlarından kurulu ABD, şampiyonluğun uzağında kalmıştı. Bu yıldızlar topluluğu, bir darbe de 2004 Atina Olimpiyatları’nda yedikten sonra, Japonya’ya bir anlamda onurunu kurtarmak için şampiyonluğu hedefleyerek gelmişti. Ama burada da olmadı.
Basketbol takım oyunu
Görülüyor ki, basketbolda yıldızlar topluluğu ile bir yere varılmıyor. Hedefe ulaşan takımlar, beraberce ve disiplinle, formaları için mücadele eden takımlar oluyor. NBA’in daha çok yıldızlara ve bire bir oyuna dayalı olduğu bir gerçek. Oysa dünyanın her yerinde basketbol, bir ekip oyunu olarak kabul görüyor. Ve takım içi dayanışmasını ön plana çıkaran ekipler hedeflerine daha kolaylıkla ulaşabiliyorlar. Bu yüzden Yunanistan’ın başarısı bir tesadüf değil. Son Avrupa Şampiyonası’nda bu takımla şampiyonluğa ulaşan Yunanistan, burada da NBA’in yıldızlarını alt ederek finale çıkmayı başardı.
NBA’liler başarısız
Bir başka gerçek de, kadrosunda çok fazla NBA oyuncusu bulunduran takımların başarılı olamadıkları. İşte Slovenya, işte Fransa. Diyeceksiniz ki, Arjantin ve İspanya’da da NBA oyuncuları var. Ama onların NBA oyuncuları, yıldız olmalarının yanında çok da iyi birer takım oyuncuları. Ginobili ve Oberto ile, Gasol ve Calderon bu türlerin en belirgin örnekleri. Onlar arkadaşlarıyla bir arada olmayı ve takımın, yıldız oyuncudan önemli olduğunu kabullenmiş oyuncular. Oysa Amerika takımında böyle bir özellik yok. Yıldızların hepsi tek başlarına takım kurtarmaya çalışınca hüsran kaçınılmaz oluyor. Bakın Yunanistan’a, bir tane NBA oyuncuları yok ve finaldeler.
Savaşmadan olmuyor
Burada tarihinin en iyi derecesini yapan Türk Milli Takımı da bugünkü noktasına ekip ruhuyla ve birlikte mücadele ederek gelmedi mi? Bana kalırsa artık ’NBA’in balonu’ patladı. Orası bireysel yıldızların şov dünyası. Son üç önemli turnuva gösterdi ki, basketbol arenası artık savaşan ve ekip ruhu ile mücadele eden takımların meydanı.
Hücum planları yok
Bu noktada akıllara, "Bu Amerika takımında Tim Duncan, Kobe Bryant ve Shaquille O’Neal gibi tecrübeli yıldızlar olsaydı, sonuç farklı olur muydu?" diye bir soru gelebilir. Üçü birden oynasaydı, işler daha değişik olabilirdi. Ama Tim Duncan’lı ABD’nin 2004 Atina Olimpiyatları’nda dağıldığını unutmayalım. Bu Amerika takımının bir hücum planı yok. Savunmada da yeterli sertliği gösteremiyorlar. Çünkü onlar NBA’de hep birebir oynamaya alışmışlar.
Biz doğru yoldayız
Son bir söz de bizim Milli Takımımız’ı eleştirenlere... Biz bu Yunanistan’ı grupta elimizden kaçırdık. Demek ki, doğru yoldayız. Böyle devam edersek ve önümüzdeki Yunanistan modelini iyi izlersek, dünya vitrininde uzun süre kalırız. Artık NBA’in o renkli şov dünyasını tatlı bir tebessüm olarak izleyip, basketbolun savaşçı yönünü ortaya koymanın zamanıdır.
Rüya kabusa dönüştü
ABD, NBA oyuncularını ilk kez 1992 Barcelona Olimpiyatları’nda oynattı. Dream Team (Rüya Takım) olarak bilinen Michael Jordan ve Magic Johnson’lu o kadro, çok rahat biçimde altın madalyaya ulaştı. Barcelona’dan itibaren NBA oyuncularıyla 53-0’lık bir galibiyet serisi yakalayan ABD, 2002’de Indianapolis’te düzenlediği Dünya Şampiyonası’nda ilk hayal kırıklıklarını yaşadı. Shaquille O’Neal ve Kobe Bryant’lı kadro, kendi seyircisi önünde Arjantin’e 87-80, Yugoslavya’ya 81-78 ve İspanya’ya 81-75 yenildi. ABD, Atina 2004 Atina Olimpiyatları yarı finalinde de Arjantin’e 89-81 mağlup olmaktan kurtulamadı.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2006
ŞU Tanjeviç, gerçekten ilginç adam. İşler kötü giderken, ne yapıp edip bir yolunu buluyor ve oyunun gidişini tamamen tersine çeviriyor. Dün Litvanya karşısında 3’üncü çeyrekte oyun kurucularımız peş peşe hata yapıp ellerindeki topları kaptırınca, anında molayı aldı tecrübeli koç. Burası normal. Ama ondan sonra kenara gelen oyuncularına, şöyle bir bakıp, küfürü salladıktan sonra sırtını döndü, ’Ben sizinle konuşmuyorum. Çıkın kendi pisliğini temizleyin’ dedi.
İşte bu sözler bir kamçı gibi hep suratlarında patladı oyuncularımızın. O anda tam 12 sayı gerideydik. Hepsi yeniden savaşmaları gerektiğini hatırladı. Sahaya döndüklerinde o savaşmayı unutmuş, isteksiz hallerinden eser yoktu. Önce canla başla savunma yapmaya başladılar. Rakipten peş peşe topları kaptılar, çember önüne duvar ördüler. Hücumda aksayan noktalar düzelmiş, şutlar daha isabetli atılıyor, asistler de peş peşe geliyordu.
İkinci çeyrekte 4 sayı atan takımımız, final periyodu (35) ve uzatmada (20)sayı atarak devleşirken, galibiyete olan inanç tablosu her haliyle gözler önüne serildi. Litvanya ise ne yapacağını şaşırdı.
Mükemmel mücadele
Ermal devleşirken, Ender geminin kaptanı rolünü üstlendi. İbo yoktu. Cenk sakatlanmıştı, Serkan ve Engin de 5 faulle oyun dışı kalmıştı. Ama düzenimizde hiçbir değişiklik olmadı. 12 Yürekli Adam mükemmel mücadele etti, gerçek bir mucizeyi gerçekleştirdi.
Tabii mucizenin gerçekleşmesi için önce onu istemek, savaşmak gerek. Dün 30 dakika bu gerçeği unutup sonra hatırlayan ay yıldızlılarımız, Litvanya gibi güçlü bir basketbol ekolünü aynı turnuvada ikinci kez devirerek ne denli iyi bir takım olduğumunu gözler önünü serdi.
İbo uyandırdı
Basketbolda moraller çöküp hedeften biraz uzaklaşınca işleri toparlamak zordur. Çok istediğiniz halde arzuladığınız şutları atamazsınız. Savunmayı yapar ama çok kritik anda beklenmedik bir şekilde rakibinizi kaçırır, kritik top kayıpları da peş peşe gelir. Dün bunların hepsini yaşadık. Moralsizliğin getirdiği sıkıntıyı fazlasıyla hissettik. Ama dedik ya bu takımın kolay teslim olmayan bir yapısı var. Farklı geriye düşseler de mucize yaratmayı biliyorlar. Saha içi ve bench oyunun her anında birbirlerine kenetleniyor ve zorluklar aşılıyor. Dün herkesin uyuduğu bir anda kaptan İbrahim’in bir haksızlığı düzeltmesi de bunun bir işaretiydi.
Kısacası savaştık, teslim olmadık ve istediğimiz mucizeyi gerçekleştirip Litvanya gibi bir devi bir kez daha yere serdik.
Teşekkürler çocuklar... Bize bu gururu yaşattığınız için. Şimdi bir hedefimiz daha var. O da şampiyonada 5’incilik. Bu konuda size inanıyorum.
Yazının Devamını Oku