Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye

6dk okuma

Önceki gün İstanbul’daki bir matbaada yeni bir kitabın basımı tamamlandı.

Haberin Devamı

Aslında çok eski bir kitabın yeni bir baskısıydı. Ama kitabın yeni bir özelliği vardı.

Basılan kitap, İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un “Safahat” adlı eseriydi.

*

Aslında Türkiye’de belki yüz binlerce insanın evinde bulunan bir kitaptı.

Ama bu Safahat’ın iki özelliği vardı. Birincisi Milli Marşımızın yazılışının 100’üncü yılında yeniden basılıyordu.

Ama asıl özelliği bu kitabın basımı dolayısıyla Mehmet Âkif Ersoy ailesi adına yapılan bir açıklamaydı.

Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye

“Âkif Dostlarına önemli duyuru” diye yapılan açıklama şöyleydi:

“Mehmet Âkif üstadımızın ailesi adına torunu Selma Hanımefendi’nin önsözüyle hazırlanan kitabın basım yetkisi bundan böyle Türkiye Diyanet Yayınevi’ndedir.

Haberin Devamı

Sebîlürreşad ve TDV işbirliğiyle Safahat okuyucusunun hassasiyeti gözetilerek hazırlanan kitabın telifi Âkif üstadımızın ailesine ödenen tek Safahat kitabıdır.

Âkif dostlarının Safahat tercih ederken bu hassasiyetle tercih edeceklerine inanıyorum.”

*

Safahat’ın telif zorunluluğu 2006 yılında bitmişti.

Yani isteyen herkes hiç telif ödemeden basabilirdi.

Ama Diyanet’le yapılan bu anlaşma ile artık aileye telif ödenecekti.

*

Aklıma takıldı.

“Bu açıklama da nereden çıktı diye” biraz araştırınca, altından hepimiz açısından düşündürücü ve hüzünlü bir hikâye çıktı.

Bu aslında İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Âkif Ersoy’un ailesinin hikâyesiydi.

Edebiyat diliyle “Hüzünlü bir aile sagası”...

Bugün size işte bu hikâyeyi anlatmak istiyorum.

1) ÂKİF MİLLİ MARŞI YAZMASI DOLAYISIYLA KENDİNE VERİLEN 500 LİRAYI NE YAPTI

MEHMET Âkif’in İsmet Hanım’la evliliğinden Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu bulunuyordu.

Mehmet Âkif, Mısır dönüşünde hastaydı. Türkiye’de kalacak bir evi yoktu.

Arkadaşı Abbas Halim Paşa’ya ait Mısır Apartmanı’nda 64 metrekare bir yere adeta sığındı. Son günlerini Nişantaşı hastanesinde ve bu evde geçirdi.

Vefat ettiğinde başını sokacağı bir evi yoktu.

Haberin Devamı

Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye
Mehmet Âkif Ersoy’un kızları Feride ve Suad.

Peki İstiklal Marşı’nın sözlerini yazması karşılığında kendisine verilen 500 TL para ne olmuştu?

O Mehmet Âkif Ersoy ki, işte böyle büyük yoksulluk içinde aldığı o parayı şehit ve gazi eşlerine meslek öğreten Darül Mesai’ye bağışlamıştı.

Ama ailenin asıl hüzünlü hikâyesi onun ölümünden daha sonra başlayacaktı.

2) ÇÖP TENEKESİNİN YANINDA BULUNAN DONMUŞ BİR CESET

HİKÂYEMİZEMehmet Âkif’in büyük oğlu Emin Ersoy’la başlayalım. Mehmet Âkif Ersoy, Milli Mücadele’ye katılmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya giderken yanında 11 yaşındaki bir oğlu da vardır.

Küçük Emin Ersoy, Milli Mücadele’nin en küçük destekçilerinden biridir.

Haberin Devamı

Ama ne yazık ki Milli Mücadele sonrası hayat ona bahtsız bir yol açacaktır.

Uzun yıllar yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalacaktır.

Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye

Bu hayat onu bunalımlara götürecek ve 1962 yılında böyle ıstırap dolu bir gece hayata veda edecektir.

Cesedi, Topkapı’da bir çöp kutusunun yanında donmuş halde bulunacaktır.

Ve ne yazık ki kendisini teşhis edebilecek bir kişi çıkmadığı için bir kimsesizler mezarlığına gömülecektir.

İstiklal Marşımızın yazarının oğlu Emin Ersoy’un nerede gömülü olduğu bugün hâlâ bilinmemektedir.

3) GAZETECİ HASAN PULUR’A İLETİLEN BİR AİLE DRAMI

MEHMET Âkif’in kızı Suad Ersoy sanatçı bir kadındı. Çok iyi yabancı dil konuşurdu. Resim yapma dersleri almıştı...
Hayat ne yazık ki ona da güzel bir yol çizmedi.

Haberin Devamı

Mehmet Âkif’in ölümünden sonra o da büyük bir yoksulluk içinde yaşadı.

Sonunda oturduğu evin kirasını ödeyemez hale gelince ev sahibi tarafından evinden çıkarılmak istendi.

İşte tam o sırada bir gazeteci ona sahip çıktı.

Kızı Selma Ersoy,
annesinin durumunu köşe yazarı rahmetli Hasan
Pulur’
a açtı. Böylece yardım edenler çıktı ve başını sokabileceği bir evde yaşamaya devam etti.

2000 yılında vefat ettiğinde çevresi çok tenhaydı. Cenazesinde kimse yoktu.

Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye

4) İSTİKLAL MARŞI YAZARININ SOSYAL SİGORTALAR HASTANESİ’NDEKİ OĞLU

İSTİKLAL Marşı yazarımızın küçük oğlu Tahir Ersoy’a gelince...

Onun hayatı belki biraz daha iyiydi denilebilir. Ailenin yabancı dil bilme geleneği ona bir iş imkânı açmıştı. Uzun yıllar tercüman olarak çalıştıktan sonra emekli oldu.

Haberin Devamı

Ancak 2000 yılında da karaciğer ve kalp yetmezliği teşhisi kondu. Emekli maaşı özel tedavi imkânını vermediği için Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi edildi. Daha sonra İstanbul’a getirilerek Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı.

Ancak hastalık iyice ilerlemiş olduğundan tedavi sonuç vermedi ve hayata gözlerini kapadı. Tahir Ersoy’un cenaze törenine de çok az insan katıldı. İstanbul’daki hastane masraflarını Üsküdar Belediyesi karşıladı.

5) KİRAYI ÖDEYEMEYEN İKİ TORUNA SAFAHAT YARDIM ELİ UZATACAK

AİLENİN üçüncü kuşağına gelince....

Anneleri ve dayıları vefat edince, Mehmet Âkif Ersoy’un torunu Selma ve Ferda Hanım, aynı evde yaşamaya başladılar.

Annelerinin kaderi onları da bekliyordu...

Eyüp’te ikamet ettikleri evin kirasını ödeyemeyince icraya düştüler. Eyüp Belediyesi imkânlarıyla bir miktar rahatladılar. 2011 yılında Ataşehir’e yerleştiler. Kirasını ödeyemeyince yine icraya düştüler.

Bu kez dönemin Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nda bakan danışmanı Fatih Bayhan gönüllü yardımcı oldu ve oturdukları evin satın alınarak aileye tahsisine öncülük etti. Belediyeler her eve bir Safahat kampanyaları yaptıkları sırada, Âkif’in ailesinin oturacak evi yoktu.

İşte geçen hafta aile ile Diyanet Yayınları arasında imzalanan bir anlaşma ile Mehmet Âkif’in Safahat adlı eserinin telif hakları yine aileye gitmeye başlayacak.

Bu olayın İstiklal Marşı’nın yazılışının 100’ncü yılına rastlamasının ardında işte böyle hüzünlü bir aile nehir romanı var.

60 YILDA GÖRDÜKLERİM VE AKLIMDA KALANLAR

Hayatımda sokakta ilk tankı 27 Mayıs 1960 sabahı İzmir’de gördüm.

13 yaşında bir çocuktum ve babam sıkı bir Menderesçiydi.

Balkan göçmeni ailemin ve yakınlarımın neredeyse tamamı Adnan Menderes’e ve Demokrat Parti’ye oy veriyordu.

*

Tankları ikinci defa 12 Eylül 1980’de Ankara’da gördüm.

Ankara-İzmir yolu ayrımından Beytepe Kampusu’na doğru gelen tankların sesi hâlâ kulağımda.

Artık 33 yaşında ve solcu bir öğretim üyesiydim.

*

Tankları üçüncü defa 15 Temmuz 2016 gecesi İstanbul’da Boğaz Köprüsü üzerinde gördüm.

Bu defa 69 yaşında liberal görüşlere sahip bir gazeteciydim.

*

Sokakta gördüğüm bu tanklar hayatta bana bir şeyi öğretti.

Askeri darbeler bir ülkeyi ileri götürmez. Tam aksine geriletir.

*

Onca hayatım boyunca bir de siyasi parti kapatmalarına ve kapatma girişimlerine tanık oldum.

Kaç parti kapatıldı, artık hatırlamıyorum bile...

Ama hiç unutmadığım bir şey var. Partileri kapatmak, onu kapatmak isteyenlerin arzuladığı sonucu hiçbir zaman vermedi.

*

Sonuncusu AKP’yi kapatmak için açılan davaydı... Türkiye parti kapatmanın iyi bir şey olmadığını anladı ve Anayasa Mahkemesi çok yerinde bir kararla AKP’nin kapatılma başvurusunu reddetti.

Bu yanlışın verdiği derslerle, parti kapatmayı zorlaştıran adımlar atıldı. Çok da iyi yapıldı.

*

Şimdi geleyim asıl meseleye...

Bütün bu ıstırap verici olaylardan aklımda kalan en çarpıcı görüntü neydi derseniz...

1994 yılında polisin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girip, üç milletvekilini orada adeta sürükleyerek alıp götürmesiydi.

İşte o görüntüyü hiç unutmadım...

*

Diyeceğim şu...

Askeri darbeler... Parti kapatmaları... Seçilmiş milletvekillerini hapse atmalar...

60 yıllık tarihimizde bunun kimseye yararı olmadı.

Sadece ülkeye tamiri güç zararlar verdi.

‘UPPER CİHANGİR’, ‘ZIPIR CİHANGİR’ SÖYLE BANA KİMDİR BU ‘SAYIN HIRSIZ’

OĞUZ Atay’ın günlüğünü, ikinci eşinin evinden kimin alıp yayınlanmasını sağladığı konusundaki tartışma yayılarak devam ediyor.

Bu defa devreye Oğuz Atay konusunda en iddialı isimlerden biri, yazar Muhsin Kızılkaya girdi. Haber Türk’teki yazısının başlığı şöyle: “Oğuz Atay’ın güncesinde ne var...”

Belli ki birilerine bir mesajlar vermek istiyor ama öyle alıntılar yapmış ki, yazı bir Enigma şifresine dönüşmüş ve ancak password’le girilebilir.

*

Bu arada “Upper Cihangir”, “Zıpır Cihangir” diye bizi ti’ye alan bir ifade ile günlüğü kimin sızdırdığı meselesine de girmiş.

Şöyle diyor: “Bir teşekkür de Oğuz Atay’ın günlüğünü evinden çalıp Gürsel Öncü’ye teslim eden sayın hırsıza; onu Cevat Çapan’a teslim eden Gürsel Öncü’ye, Enis Batur’a ve Ömer Madra’ya, onlardan alıp yayınlayan İletişim Yayınları’na...”

Bu arada cümle o kadar karışık ki, Gürsel Öncü’nün adı iki defa geçiyor. Dikkatsizlik mi yoksa şifrelerle bir şey mi ima ediyor çıkaramadım.

Önceki gün basılan bir kitabın önsözünden hüzünlü bir hikâye

Maşallah herkesin ismini saymış da bir tek “sayın hırsız”ın kim olduğunu söylememiş...

Yahu hepiniz Oğuz Atay’a bu kadar yakın insanlarsınız da, bu “sayın hırsız”ın kim olduğunu hiçbiriniz bilmiyor mu... Siz böyle kolektif bir sessizliğe bürününce de tabiatıyla Upper Cihangir de Zıpır Cihangir’e dönüşüyor...

Standart yani...

KATKIDA BULUNANLAR
Sayfa Editörü: Firuzan Demir
Düzeltmen: Metin Usta
Tasarım ve Uygulama: Selma Songül Zengin

Yazarın Tüm Yazıları