Erol Aksoy

Metin And... Bir tiyatro andı

14 Ekim 2008
1 Ekim. Sonbahar. Kışa daha var.Yine de giden biri var.Gerçi ömür dinlemez baharı kışı, tükendiği an bir ‘eyvah’ çeker o ömrü bilen her kişi.

Metin And ölmüş.

Benim gençlik yıllarında, 1950 sonrası, Ankara dediğimiz o başkent, Kavaklıdere’de sona ererdi. Kavaklıdere’den Çankaya’ya uzun yokuşlu bir ıssızlık. Kavaklıdere’de bir son durak gibi sarı bir köşk. Sevda ve Cenap And’ların köşkü. Ve geride oldukça geniş bir üzüm bağı. Sanırdık ki, ünlü Kavaklıdere Şarapları o bağın üzümlerinden süzülür.

Yine bilmezdik Metin And’ı tanıdığımızda, annesinin büyük dayısı Cenap And ile Türkçülük Hareketi’nin ileri gelenlerinden ünlü Jöntürk Tunalı Hilmi’nin kızı Sevda And’ın çocukları olmadığından bu aileye alınmış olduğunu. Düşünmüşler, Galatasaray Lisesinden sonra İ.Ü. Hukuk Fakültesi’ni bitiren Metin Çavdar, “And” soyadını almakla Kavaklıdere Şaraplarının başına geçer diye.

Böyle bir geçmişten başlayıp Türk Kültürü’nü özellikle “temaşa sanatı” açısından derinliğine araştıran bir “bilim ve sanat adamı” olarak uğurlanan Metin And’ın yaşamı, kopyacı sanat düzenimizde bir ilk olarak anıtlaşan bir örnektir.

Yazının Devamını Oku

Devlet Tiyatrosu perdeyi açıyor

7 Ekim 2008
İZMİR Devlet Tiyatrosu 7 Ekim’le birlikte yeni tiyatro mevsimine giriş yapmış olacak. İki yerli, bir yabancı oyun: Ahmet Mithat Efendi’den "Felatun Bey ve Rakım Efendi", Orhan Kemal’den "Üçkağıtçı", G.G. Del Tore’den "Delil Yetersizliği". Açılışın bu oyunları, özellikle yerliler açısından dikkate değer özellikler taşımakta. "Felatun Bey ve Rakım Efendi" ile "Üçkağıtçı" romanlardan uyarlanmış. Olumsuz bir yaklaşımla denebilir ki, yerli oyun yazarlarımız ilk elde İzmir Devlet Tiyatrosu’nda bir yer bulamamış.

Bir rastlantı olsa gerek, iyi bir rastlantı, her iki roman ülkemizde toplumsal değerlerin değişime uğradığı iki ayrı dönemi işliyor: Osmanlı İmparatorluğu’nda batılılaşmanın yansımaları, çağdaş Türkiye’de 1950 sonrası demokrasiye geçişin getirdikleri ya da getirmedikleri. Yine bir rastlantı, her iki yazar da çağdaşlaşmadan yana oldukları halde, çağdaşlaşmanın olumsuz gelişimlerini vurguluyor.

Kantolar ve şarkılar

"Delil Yetersizliği", delil yetersizliği yüzünden cinayet suçlamasından kurtulan bir çiftin, cinayeti çözme çabalarıyla gelişen bir gerilim oyunu.

"Felatun Bey ve Rakım Efendi", İzmir Devlet Tiyatrosu’nun sunuşuyla, "Kantolar, şarkılar ve canlı müzik eşliğindeki oyun, seyirciye eğlence ve bol kahkaha vaad ediyor." Ahmet Mithat Efendi’nin roman anlayışı düşünülünce, canlı müzik eşliğinde kantolar, şarkılarla seyircinin bol kahkaha atabilmesi için roman bir hayli değişikliğe uğramış olsa gerek.

"Felatun Bey ve Rakım Efendi", edebiyatımızda değişik yaklaşımlarla işlenen "alafranga-alaturka" uyuşmazlığı çevresinde dönmekte. Felatun Bey, adını Yunan düşünürü "Eflatun"dan almış, Rakım Bey ise geleneği korumakta.

Eğlenceli bir yaklaşım

Recaizade Ekrem’in ünlü romanı "Araba Sevdası" da Tanzimat’la başlayan batılılaşmanın özümsenememesini eleştirir. Her iki yazarın topluma aşılanan batı değerlerinden yana olmalarına karşılık, Peyami Safa "Fatih Harbiye" adlı romanında Cumhuriyet’in toplumu geleneksel köklerinden kopardığını savunur.

Şimdi akla gelen şu:
Ülkemizi bugün bile uğraştıran batıcı-gelenekçi çekişmesi gibi çok önemli bir toplumsal sorun İzmir’de devletin sahnesinde nasıl boy gösterecek? Eğlenceli bir yaklaşımla da olsa, eleştirel bir bakış mı seyirciyi bekleyen? Yoksa kantolu şarkılı bir "vur patlasın, çal oynasın" mı?

Yazının Devamını Oku

İzmir’in on günlük ömrü (3)

23 Eylül 2008
GEÇEN haftaki yazımda, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun "İzmir’in en önemli projelerinden biri" diye niteledirdiği 77. İzmir Enternasyonal Fuarı’nı değerlendiririrken, "Yıllarca 30 günlük ömrüyle İzmir ve yöresinin özlemle beklediği bu ’proje’, giderek 10 günlük bir ömre sığdırılmakla neler yitirilmiş, gelecek yazımızda da ona bakalım" demiştim. Fuar’ın yer aldığı Kültürpark’ı bir kez daha baştan aşağı gezdim. Gölgelik yerlerde oturmuş vakit öldüren birkaç işsizi, Lunapark’ta müşteri bekleyip duran işçileri, bir de ıssız köşelere sığınmış sevgilileri saymazsak, belediye görevlilerinin sayısı daha fazlaydı. Uzun yıllar "20 Ağustos-20 Eylül" tarihleriyle Ege yöresinde yaşayanların zihinlerinde yer eden Fuar, 1 Eylül’le birlikte ıssız bir arsaya dönüşmüştü sanki. Uluslarası niteliğinden sonra yerel kimliğiyle sürdürülmeyince "halkın ayağı kesilmiş" oldu Fuar’dan.

30 gün süreli son Fuar’ı ziyaret edenlerin sayısı ile bu yıl 77. İEF’nın ziyaretçi sayısını alt alta koyun, on günlük ömre sıkıştırılmış olmakla, bu "İzmir’in en önemli projelerinden biri"nin "halktan koparıldığı" açıklıkla ortaya çıkar.

Türk büyükleri büstleri

Koparılma olayı bununla kalmamış. Geleneğinden de, karakteristiklerinden de koparılmış halkın "Fuar" diye bellediği Kültürpark.

Mustafa Kemal Paşa’nın, Kurtuluş’un son büyük zaferinin gerçekleştiği yere, İzmir’e olan sevgisiyle, düşmanın yangına uğrattığı yerde kurulan Kültürpark’ı yaratanlar, çağrıştırdıkları simgelerle de yerlerinden edilmiş. İzmir’in çağdaş yapılandırılmasına önderlik etmiş Dr. Bahçet Uz’a, açılış konuşmasındaki bir iki söz çok görülmüş olmalı ki, Montrö kapısındaki kitabesi sökülmüş, ama 9 Eylül kapısına "cüce" bir heykeliğini koymakla da "yüce" bağlılıklarını anıtlaştırmışlar. Havuzun iki yanındaki Türk Büyükleri Büstleri pek ilkel bulunmuş olmalı ki, yerlerinde yeller ediyor... Ya Kurtuluş’u simgeleyen Mehmetçik ve Türk Kadını’nın heykelleri? Yanıbaşına "Resim ve Heykel Müzesi inşa edilmiş de, o anlamlı heykeller kaldırılıvermiş!

Ya iki adım ötede ne var? Cami. Şehirlerarası otobüs durak yerlerindeki varillerden yapılanları andıran güdük bir minare! Beş vakit ezanı okunmayan, ama "bu kadarına da şükür" diyen suskun bir cami!

Atatürk’ün İzmir tutkunluğu

Eski Rum evlerini "kültür varlığı" diye koruma altına alanların, Mustafa Kemal’in İzmir tutkunluğuyla İzmir’e armağan ettiği, adı da "Kültürpark" olan, düşmanın yakıp yıktığı yerlerde yeşertilmiş kültür varlığının yıllar içinde karakteristiklerinin yok edilişine tepki vermemiş olmalarına şaşmamak elde değil!

Hayvanat Bahçesi’
nin de yakında yerinden edilmesiyle Cumhuriyet’in Kültürpark’ı, artık Büyükşehir Belediyeleri’nin kalıcı binalarla dolduracağı, halka da on günlük bir gezip eğlenme zamanının ayrıldığı koca bir araba park yeri olmayı sürdürecek.

Otuz günlük Fuar ömrünün on güne indirilmesiyle sanat adına neler yitirilmiş dedik ya, yitirilmiş olanları düşününce konuya girmeye yer kalmadı. Olsun! Sanat, elini uzatan olmasa da, soylu başkaldırışıyla yine yaşayacaktır.
Yazının Devamını Oku

İzmir’in 10 günlük ömrü (2)

16 Eylül 2008
NE demişim geçen haftaki 77. İzmir Enternasyonal Fuarı üzerine yazdığım yazıda? "Konumuz 'sanat' ise, Başöğretmen Atatürk, Cumhuriyet’le açtığı çağdaşlık yolunda 'sanat'ın ışığında ilerlememizi istemişse, bu yazıyı yazmak zorundaydım."

Çünkü ne demiş İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu?

"İzmir Enternasyonal Fuarı... Atatürk’ün görev olarak verdiği en önemli işlerden biri..."

Ve 10 günlük ömürlü İEF’ında, "Sinema Burada Festivali" bir yana, sanatın izini arayabilirsen bul. Hele İzmir çevresinde olup bitenleri düşününce İEF’yi düzenleyenlerin sanata yaklaşım anlayışı iyice ortaya çıkıyor.

Ayvalık’ta ve Bodrum Turgutreis’te İdil Biret çalarken İEF’de "9. Türkü Şenliği". Ayvalık’ta İzmir Devlet Senfoni Orkestrası konser vermekte, Turgutreis’te de 4. Uluslararası Klasik Müzik Festivali sürmekteyken İEF’de Neşe Karaböcek, Mustafa Keser, Ümit Besen ve Nurhan Damcıoğlu’nun yer aldığı şarkılı, türkülü, kantolu "3. Nostaljik Fuar Gazinosu".

Marmaris’te İzmir Devlet Balesi’nin de katıldığı 5. Ulusal Bale Günleri, yine Turgutreis’te Bolşoy Balesi, ama İEF’de "Salsa Şampiyonası".

Sanat ve sanatkardan mahrum

Akla şimdi "imam-öğretmen" karşılaştırması nasıl gelmesin!

Başöğretmen Atatürk, Ankara'da Musiki Muallim Mektebi’ni, Devlet Konservatuarı'nın açtırmış ve Adnan Saygun’la arkadaşlarını müzik eğitimi görmeleri için Avrupa’ya göndermiş ve Türk Sahne Sanatları’nın gelişmesi adına Saygun’dan opera bestelemesini istemiş ve Faruk Nazif Çamlıbel’e yazdırdığı "Akın" adlı bir oyunun üstelik dramaturgluğunu yapmış ve ve ve...

"Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz" demiş Atatürk.

Ve 77.İEF, "sanattan ve sanatkardan mahrum" on günlük ömrünü tamamlayacaksa, nasıl dile getirilebilir "İEF, Atatürk’ün görev olarak verdiği en önemli işlerden biri..." diye!

Çağdaşlık yolunu sürdürecek yetkililer yer boşalttıkça "imam-öğretmen" benzetmesindeki çekişmede öğretmenin yenik düşmesinden başka ne beklenebilirdi ki!

Evet, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun dediği gibi, "İzmir Enternasyonal Fuarı, İzmir’in en önemli projelerinden biri." Öyleyse yıllarca 30 günlük ömrüyle İzmir ve yöresinin özlemle beklediği bu "proje", giderek 10 günlük bir ömre sığdırılmakla neler yitirilmiş, gelecek yazımızda da ona bakalım.
Yazının Devamını Oku

İzmir’in on günlük ömrü (1)

9 Eylül 2008
77. İzmir Enternasyonal Fuarı kapanmış, bir göreyim dedim, on günlük yoğun bir kaynaşmadan sonra geride ne kalır? Lunapark’ın gürültüsünden başka hiçbir canlılık belirtisi yok. Bir de parklardaki oyuncaklarda koşuşturan birkaç çocuk. Sanki 31 Ağustos’un gecesinde bir kasırga çıkmış da çöküvermiş herşey.

22 Ağustos’ta çeşitli ulusların halk danslarıyla coşkulu bir açılış yapan Fuar, akın akın insanların doluşup eğlendiği bir yere, daha kapanır kapanmaz birden ölü bir kasabaya nasıl dönüşebilirdi?

Çay bahçelerinden birine oturdum, bir yorgunluk çayı içiyorum. Müezzinin ezan sesi yayılıyor çevreye. Ne güzel!

Birden aklıma şu "İmam-Öğretmen" jargonu takılıverdi. Ne demiş İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu 77. İEF için?

"İzmir Enternasyonal Fuarı İzmir’in en önemli projelerinden biri... Atatürk’ün görev olarak verdiği en önemli işlerden biri..." (Hürriyet, 22 Ağustos)

Sofralarda bir telaş

Başöğretmen Atatürk’ün verdiği görev nasıl gerçekleşmiş acaba 77. İEF boyunca?

8. Sinema Burada Festivali - 7. Dünya Mutfakları Festivali - 9. Türkü Şenliği - 3. Nostaljik Fuar Gazinosu - Gençlik Konserleri - Okan Bayülgen’in "Çünkü Gördüğüm En Güzel Kız Sensin" adında Fotoğraf Sergisi - Turhan Selçuk Karikatür Sergisi - Uluslararası Karma Sergi - Ünlülerle Söyleşiler - Çocuk Tiyatrosu - Küresel Isınma Panelleri - Uluslararası Hentbol Fuar Kupası - Salsa Şampiyonası - Plaj Voleybolu - Yelken Yarışları.

Bu etkinlikleri küçümseyecek değilim. Hele Prof. Dr. Oğuz Adanır ve arkadaşlarının özenle seçtikleri filmlerin gösterildiği "8. Sinema Burada Festivali" başlı başına anıtsal bir kültür-sanat olayı. "Başkaldırı" temasıyla seçtikleri filmlerin ardı ardına ücretsiz gösterimi ve söyleşiler beş gün içine sıkıştırılıp soluk soluğa bırakılmamış mı acaba şenliğin bütün etkinliklerine yetişmek isteyenler!

Bu yazıyı niçin yazdım? Konumuz "sanat" ise, Başöğretmen Atatürk, Cumhuriyet’le açtığı çağdaşlık yolunda "sanat"ın ışığında ilerlememizi istemişse, bu yazıyı yazmak zorundaydım. Gelecek yazımda 77. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın on günlük ömründe bu ışığı sorgulayalım.

Çayım çoktan bitmiş. Yine ezan sesi. Akşam olmuş. İftar vakti. Sofralarla bir telaş. Ne mutlu onlara. Kültürpark’tan çıkıyorum. Atatürk orda. Yeşillikler arasında artık çatlamış taşlarda, belli belirsiz. "Yaşamak faaliyettir" diyor.
Yazının Devamını Oku

Şairin ölümü

2 Eylül 2008
İlhan Berk, varmış ömrünün nihayetine. Bodrum’da, 90 yaşında. Bir an düşündüm: Ne anlama gelir bu? <br><br>Yani bir şair ölmüş de, adını andık. Başka ne olacaktı ki! Şiirin konuşulduğu yıllar, toplumsal yaşantımızın köklü değişikliklere uğrayışıyla çoktan unutuldu. Yaşamak denen güzel gerçeğe bakış değişti, değerler değişti, beğeniler değişti. Cumhuriyet’le birlikte atak üstüne atak yapan Türk Edebiyatı, anıt yapıtlar bırakan yazarları, şairleriyle 1950 sonrası çağdaşlığın son çıkışını da yaptı ve 1960’ı aşan yıllar geride kaldıkça toplumsal, siyasal çalkantılar arasında şair, şiirini bulamaz oldu.

İlhan Berk, "Üç kez seni seviyorum diye uyandım" diye başlayan şiirinde sevdiğine "Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün" der.

Sıralayalım

Bir çırpıda kabaca sıralayıverelim: Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Faruk Nafiz Dağlarca, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Sabahattin Kudret, Behçet Necatigil, Attila İlhan ve daha niceleri. Ve şiirin gelip durduğu noktada Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan.

Günümüze bakalım ve soralım: Var mı şimdi bu şairler kuşağının bir karşılaması?

İlhan Berk, cumhuriyetle yaratılmış çağdaş inançlı, doğruluklar ve güzelliklere vurgun, Türk diline tutkun bir kuşağın 90 yaşında da dipdiri kalmış son neferi gibiydi.

Ankara’dan tanırım

Ben onu Ankara yıllarımdan tanırdım. Benim doğduğum yıl, 1935’te, o ilk şiirini yayınlamış. 1950 sonrasının kaynaşan sanat sevdalısı Ankara gençleri o yıllarda Nurullah Ataç’ı da görür bilirdi, Cahit Külebi’yi de, Mehmet Kemal’i de, Nezihe Meriç’i de, Turgut Uyar’ı da. Dahası Gülten Akın’la, Cemal Süreya, Sezai Karakoç’la yanyana yaşardı neredeyse. Yine o yıllar gençlerin birbirine saldırmadığı, edebiyat matinelerinde buluştuğu, tiyatrolara konserlere koşuşturduğu yıllardı.

Bana İlhan Berk, sanatı sevmekle mutlu olduğumuz günleri anımsatır.

Ya bugünün gençleri? Uzansalar bir dal bulacaklar mı acaba, yıllar sonra anımsadıklarında kurumuş da olsa, bir yaprağı avuçlarında sımsıcak!

İlhan Berk ölmüş, diyemem. Ölümün hükmü geçmez ki, şaire.

Yazının Devamını Oku

Yazlıkta sanat

26 Ağustos 2008
BU yazı yayınladığında İzmir Uluslararası Fuarı 77. kez açılışını yapmış olacak. Çağdaş Türkiye’nin ilk geniş kapsamlı kültür atağı olan İzmir Fuarı, bakalım bu yıl kültür ve sanat kapsamında neler sunacak? Pek umutlu değilim ya, yine de ilerki günleri bekleyip Ege kıyıları boyunca neler olmakta, bir bakalım. Çeşme’den başlayıp aşağı doğru Kuşadası, Bodrum, Marmaris, sonunda Antalya, yaz gelince birden birer deniz ülkesi oluverir. Daha doğrusu, deniz bahane, eğlence çılgınlıkları yaşanır bu yerlerde.

Garip isimler

Güneş altında "beach club" dedikleri yerleri dolduranlar geceleri de, adları birbirinden garip "night club"lara doluşurlar. Gazetelerin, televizyonların magazin bölümlerinde hergün bu yerlerde boy gösteren insanlardan söz edilip fotoğrafları yayınlanmakla toplumsal yaşantımızda bu eğlence kültürü, bütün yapaylığına karşın, okuyanların izleyenlerin zihninde yer edinmiş olur.

Birkaç yıldır yerel yönetimler ve dernekler yaz aylarında yörelerinde yoğunlaşan yerli-yabancı kaynaşmasına onurlu bir boyut getirdiler: Salt bir eğlence merkezi olmakla kalmayıp bir sanat etkinliğiyle anılmak.

Bodrum’da "6. Uluslararası Bale Festivali", Marmaris’te "5. Ulusal Bale Günleri".

Sanat günleri

Ankara, İstanbul, İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının her yıl bu etkinliklere yaptığı katkılarla sürdürülmekte bu sanat günleri.

İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın 22 yıldır Efes’i, Çeşme’yi, Bergama’yı öne çıkararak sürdürdüğü "Uluslarası İzmir Festivali" ve Antalya’da 15 yıldır sürdürülen "Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali" ardından Bodrum ve Marmaris’in de, birer eğlence merkezi olmanın ötesinde yeni yeni öne çıkmaları, bir gerçeği vurguluyor:

Ne denli uzak dursa da devlet, sanat, ona gönül verenlerle yaşatılacak.

Şimdi şu soruları sorabiliriz:

Bu etkinlikleri düzenleyenler kim, adları yazılıp fotografları mı yayınlanıyor? "Beach club"larda sere serpe güneşleyenlerden nasıl sıra gelsin onlara!

Etkinlik düzenleyenlerin milyarlar mı giriyor ceplerine? Sanmam ki, bir "night club"a giriş ücreti ödeyecek kadar para kazanmış olsunlar!

Öyleyse?

Ağustos böcekleri çınlayıp dursun, sanat yolcuları yine karınca kararınca.
Yazının Devamını Oku

Bir ses bir etek sanat mı demek

19 Ağustos 2008
GEÇENLERDE Hürriyet EGE’de bir haber vardı, bir de röportaj. "Tiyatro sanatçısı" Kemal Aygen "Şıpşıp" rolüne soyunup İzmir’i köşe bucak gezerek suyu doğru kullanmanın önemini Büyükşehir Belediyesi adına çocuklara anlatıyormuş; "ressam" İclal Dağlı, çalışmalarını Ege ve Akdeniz yöresinde sürdürüyormuş. Haber ve röportajda, üniversitelerin Güzel Sanatlar’la ilişkili bölümünde eğitim almamış olan Dağlı da, Aygen de "sanatçı" diye nitelendiriliyor.

Kime sanatçı denir?

Haydi bir soralım kendimize: Kime sanatçı denir?

Ülkemizde en kolay edinilir niteliklerden biridir "sanatçı" olarak anılmak. Şarkı türkü söyleyip sahnede görünenler, Yeşilçam filmlerinde rol alıp adı duyulmuş olanlar, dizilerde oynayıp magazin basınında yer alanlar, birer "ünlü sanatçı" olarak halka sunulur; gündemden de hiç düşmezler.

Acaba soprano Leyla Gençer "sanatçı" mıydı! Ya da fotoğraf çeken Ara Güler! Cüneyt Gökçer ile Yıldız Kenter sanatçıdan sayılırlar mı! İdil Biret’e de sanatçı diyebilir miyiz!

Herhalde sorunun yanıtı, ülkemizdeki "sanat-sanatçı" gerçeğindeki çelişkide yatıyor. Ressam Dağlı, oyuncu Aygen gibi kendi yörelerinde çırpınıp duranları, magazin basınının gündemini oluşturanlardan ayrı tutmalı yine de.

Dalgalanma yaratır

Sanatçılığı gönlüne sindiren böyle yüzlerce insan var; arkalarında birer sanat yapıtı ya da unutulmaz bir iz bırakamayacaklarını bilerek çevrelerinde küçük dalgalanmalar yaratır onlar. Soyundukça ünlenen nice "yıldız sanatçı" ortalığa sürülürken, yıllardır kasaba kasaba dolaşıp çocuklara dar olanaklarla tiyatro göstermeye çabalayan Kemal Aygen’le, İclal Dağlı gibi yörelerinde sanat kıpırdanmalarına yol açan nice bilinmeyen o gönüllülerden "sanatçı"lığı mı esirgeyeceğiz!

TRT Ankara Televizyonu’nda "Sanat Çevresi" adlı bir dizi program yaparken benim sanat adına çoğunlukla vurguladığım konular, kaynakta sanat eğitimi almamış insanlarımızın yaratıcı eylemleri üzerineydi. Bir yandan sanatı, oluşturma ve anlamada, bir üst kültür aşamasına geçmeyi gerektiren bir yaratış olarak bilmek, bir yandan da sanatı kavrayabilir bir toplum olma yolunu tıkayan tortuları alçakgönüllü eylemleriyle dalgalandıran ünsüz, adsız kişileri birer "sanatçı" diye saygıyla karşılamak.

Sanat herhalde ne kılıktan kılağa girerek zıplayıp duran erkeğin sesinde, ne de güzel bir kadının sıyrılmış eteğinde.
Yazının Devamını Oku