22 Ocak 2012
Şu sıralar sıkça yaptığım eylem, Ankara’dan kolayca ulaşabildiğim yakın yerlere doğru seyahat etmek. Şimdiye kadar rotamı kar tatilinin gözde merkezlerine çevirirken, bu haftadan itibaren bambaşka destinasyonlara doğru yol aldım. İlk durağım da Ankara’dan karayoluyla Ege ve Akdeniz’e ulaşmak için vazgeçilmez kavşak noktası konumundaki komşu ilimiz Afyonkarahisar oldu. İster özel otomobillerle olsun, isterse otobüs gibi toplu taşım araçlarıyla, hepimiz Ankara’ya en fazla üç saat mesafedeki Afyonkarahisar’da mola vermeden geçmeyiz. Özdilek, Cumhuriyet, Varan, İkbal gibi lezzet ve alışveriş duraklarında geçirilen anlar ise vazgeçilmez alışkanlıklarımız arasındadır. Ben, tam 45 yıldır İkbal Restoran’a uğrayıp, yemek yeme alışkanlığımdan vazgeçmeyenler arasına adımı yazdırmış kişilerden biriyim. Şehir merkezindeki ufacık lokantasından, yol kavşağındaki dev kompleksine uzanan gelişimini safha safha yaşamışlığım var. O eski lokantanın nostaljisini dillendirip, yeni kompleksin lezzette yeterli tatmini sağlamadığını söyleyenler kervanına katılmasam da, geçmişi özlemle ananlardan biriyim.
Son yıllarda ise beni ve benim gibi düşünenleri rahatsız eden bir durum ortaya çıktı. Restoranın etrafı outlet tarzı mağazalarla çevrildi, fast food işletmeler çoğaldı, en önemlisi de mini lunapark cinsi gürültülü oyun alanları yaratıldı. Kısacası İkbal’in şehirde gördüğümüz AVM’lerden pek farkı kalmadı. Farklı ünitelerin yanyana konuşlandığı bir AVM, İkbal ve çevresini cazibe merkezi haline getirebilir, ama unuttukları bir şey var ki 550 ile 800 kilometre arasında yol kat edecek yolcular için biraz fazla yorucu.
BEDEN VE RUH SAGLIĞI İÇİN UZAK DURUYORUZ
Uzun yol kat edenler niye mola verir? Dinlenmek, aç karnını doyurmak, oturmaktan pelteleşen vücudunu hareketlendirmek, motor gürültüsünden perişan olmuş kulaklarını dinlendirmek için. Aracınıza bir park yeri dahi bulamadığınız, insan kalabalığından yürüyemediğiniz, gürültü patırtı arasında yemek yediğiniz mekanda yeterince dinlenebilir misiniz? Elbette “Hayır”...
Ruh ve beden sağlığımız için ben ve arkadaşlarım uzun zamandan beri İkbal ve benzeri duraklarda mola vermeyi kestik. Yerine ya dört dörtlük hizmet veren yola yakın konuşlanmış 5 yıldızlı otel restoranlarına gider olduk, ya da sakin, temiz ve güzel lezzetler sunan işletmeleri tercih eder olduk.
Bu arada Afyonkarahisardaki 5 yıldızlı otel konusunu özellikle açtım. Zira Türk turizminin yeni gözdesi Afyonkarahisardaki gelişmelerden bahsetmek istedim. 2012 yılı sonunda yeni havalimanın da tamamlanmasıyla yurt dışından daha fazla turist çekecek olan Afyonkarahisar’ın 5 yıldızlı termal otelleri bir harika. Bazı altyapı eksikliklerine rağmen, şehir sağlık turizmi için de muhteşem kaynaklara sahip.
Termal’in kalbinin attığı kent olarak bilinen Afyonkarahisar’da İkbal, Anemon, Güral Convention, Korel, Oruçoğlu gibi lüks otellerin yanı sıra, çoğunu belediyelerin işlettiği; Gazlıgöl, Sandıklı Hüdai Heybeli kaplıcaları, özel idare ve özel teşebbüslere ait çok sayıda termal tesis ile kaplıca bulunuyor. Üstelik inşaatı süren birçok da yeni tesis açılmak için gün sayıyor.
TERMAL MUCİZEYLE GELEN SAĞLIK
Bölgedeki termal tesis ve kaplıcalardaki şifalı sularla çamur banyolarının; romatizmal hastalıklar, kireçlenme, siyatik, cilt hastalıkları, sedef hastalığı, bel - boyun fıtığı, felç, göz ağrıları, safra kesesi, böbrek, idrar, eklem rahatsızlıkları, uykusuzluk, asabiyet, fiziksel ve ruhsal yorgunluk ve unutkanlık gibi birçok rahatsızlığın tedavisinde etkili olduğu belirtiliyor.
Çağlar öncesinden gelen doğal yöntemleri günümüz teknolojisiyle birleştiren Afyonkarahisar’ın SPA ve wellness otelleri; dikkat ettim de, sundukları spor, sağlık ve güzellik programlarıyla tatilleri mucizeye dönüştürüyor. Sağlıklı olmak, stresten uzak yaşamak, beden ve zihni mümkün olduğunca dinlendirmek, genç kalmak, güzelleşmek... Tüm bunlar çağımız insanının şiddetle ihtiyaç duyduğu unsurlar. Termal kaynaklar ve suyla ilgili bakım ünitelerinin yer aldığı SPA merkezleri ise bu ihtiyaçlara daha kısa yoldan ulaşılabilecek yerler.
ODA SERVİSİ BUNA DENİR!
Afyonkarahisar’da gidilebilecek 5 yıldızlı otellerin başında da Türkiye’nin termal suyu tüm odalara kadar ulaştırılan ilk beş yıldızlı termal oteli Oruçoğlu Thermal Resort geliyor. Bulunduğu coğrafyanın doğasının en cömert hediyelerinden biri olan termal su, tesis bünyesindeki tüm odalara ve aktivite alanlarına ulaşıyor ve konaklama boyunca maksimum fayda ve keyif sağlıyor.
2010 yılında yenilenen 750 yatak kapasiteli tesisi bana sevdiren ise eski dostum Yunus Gürkan oldu. Oruçoğlu Turizm’in yönetim kurulu başdanışmanı olan Yunus, sırf kendi tesislerini değil, Afyonkarahisar’ı dünya pazarına tanıtmak için büyük çaba sarfediyor. İngiltere, Hollanda Turizm Fuarları derken oradan oraya koşturuyor. Dediğine göre, 2012 yılının Ocak ayında Hollanda’da yapılan turizm fuarında Afyonlu yatırımcılar büyük anlaşmalara imza atmışlar. Bu yıl Afyon, Hollandalılarla dolup taşacakmış. Kocatepe Üniversitesi işbirliği ile Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-kur mensubu emekli ve çalışanlara sevksiz fizik tedavi ve rehabilitasyon imkanı da sundukları için ülkemizden de büyük talep patlaması yaşıyorlarmış.
Tüm bunları niye aktarıyorum? Ankara Valisi Sayın Alaaddin Yüksel’in önderliğinde Başkent turizmde hamle üzerine hamle yapmaya çalışıyor. Önemli yatırımlardan birini de sağlık turizmi üzerine gerçekleştirmek istiyor. Malumunuz Ankara’da da Kızılcahamam, Haymana gibi ilçelerimizde termal kaynaklar var. Pek ala oralara da Afyonkarahisar’da oluşan turizm yatırımları gibi dev tesisler yapılabilir ki, yavaş yavaş bu tür projelerin hayat bulduğunu izliyoruz. Ancak yine de Afyon’daki hız kadar değil. Halbuki Üniversite. devlet ve özel hastaneler yönünden Başkent, Türkiye’nin en gelişmiş şehri. Üstelik sosyal hayatı ve gelişmiş şehircilik anlayışıyla Afyonkarahisar’ın fersah fersah önünde. Ancak gel gör ki malesef sağlık turizmi için atılan adımlar yeterli performansda değil.
DOĞDUĞUNDA NİŞANLIN DİYE KUCAĞIMA VERDİLER
13 Ocak günü 88 yaşında yitirdiğimiz, 17 Ocak’ta toprağa verilen KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı ve Kıbrıs Türk direnişinin lideri Rauf Denktaş’a Allah’tan rahmet diliyorum. Huzur içinde yatsın. Bu vesileyle O’nun insani yönünü vurgulayan bazı görüşleri okurlarımla paylaşmak istedim:
Rauf Denktaş, 1933 doğumlu eşi Aydın Hanım’la evliliğinin öyküsünü 1983’de yayınlanan bir röportajında anlatırken “Eşim ikinci yeğenimdir. Benim amcam onun büyük babasıdır. Eşimden 9 yaş büyüğüm. Doğduğunda onu kucağıma ‘nişanlın’ diye vermişlerdi. Öyle de oldu. Kısmet, kader önemli şeylerdir hayatta.
1947’de nikâhlandık. 1949’da evlendik. Siyasi kararlarıma hiç karışmaz. Çünkü evde siyaset konuşmam. Masadaki işleri eve getirmem. Bazen beni acımasızca eleştirdiği olur. Ses çıkarmam, çünkü her şeyi açıklayamam. Türk Mukavemet Teşkilâtı kurulduğunda çok sıkıntılı günler geçirdi. Ne yaptığımızı bilmiyor, biz de ne yaptığımızı anlatamıyorduk... Çocukların yataklarının altında, bavullarda silah saklar, bunları fırsat buldukça diğer merkezlere yollar veya götürürdüm. Bavullarda kitap vardır derdim. Ne olduğunu bilir, fakat bana silah olduğunu ikrar ettirmezdi.
Bunlar o günlerde gerekli tedbirlerdi çünkü, tek bir silahın bile cezası ölümdü... 1964’de gizlice Erenköy’e çıktım, 1967’de yine adaya gizlice girdim. Her defasında kendisini küçük çocuklarla yapayalnız bırakıyordum. Kadere boyun eğmesini öğrenmişti. Siyasete atılmamı hiç istememişti. Fakat bu da kaderdi.” demişti.
DENKTAŞ’A GÖRE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
Kadın-erkek ilişkileri ve eşitlik konusunda Rauf Denktaş’ın röportajda yayınlanan görüşleri de şöyleydi:
“Ben eski yasalar altında nikâh oldum ve ‘boşama hakkını’- eşitliğe inandığım için- eşime devrettim... Modern Aile Kanunu’nun geçirilmesi için uğraşan komitenin üyelerindendim. Bu yasayı en sonunda hazırlayan ve geçirilmesi için çaba harcayan kişiyim. Atatürk’ün kadın hakları konusunda söylediklerine inanmış, yaptıklarını yapmış bir kişiyim. Bugün etrafımızda, hayatın her dalında kadınlarımız en üst düzeyde görev yapmaktadırlar. Dünyanın bazı yerlerinde kadınların yasal eşitliği yoktur. Bizde bu vardır. Bazı yerlerde ise, yasal eşitliğe rağmen kadın bu haklardan yeterince yararlanamamaktadır. Bizde, kadının mevcut yasal haklardan yararlanmasını engelleyecek herhangi bir uygulama yoktur görüşündeyim. Varsa, kaldırılması gerekir. Çünkü 1975 yasamızda da, şimdi yapılmakta olan yasamızda da kadının eşitliği garanti altına alınmıştır.
KADININ ERKEK OLMA ARZUSU BAŞKA
Ancak, tüm eşitliğe rağmen kadının kadın olarak kalması, erkekleşmemesi arzumuzdur. Hayata manâ veren farkı, sun’i ‘eşitlik’ görüntüleri ile yok etmemeliyiz. Amerika’da, Avrupa’da hala yasal eşitlik arayan kadın, erkeğe denk olduğunu ispat için manevî değerleri uçurumlara itmiştir. Kadın-erkek ilişkileri ‘eşitlik’ maskesi altında büyük bir buhrana doğru itilmektedir. Kadınlarımız bundan sakınmalıdırlar. Tanrı kadını kadın, erkeği erkek yaratmıştır. Eşitlik başkadır, kadının erkek olma arzusu başkadır. Esasta, kadın her açıdan erkekten güçlüdür, daha dayanıklı ve daha mütehammildir. Kadın anadır ve ana her şeydir.”
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2012
Gelişmiş ulaşım sistemleri çağdaş ve modern şehirlerin vazgeçilmezleri arasında. Dahası, uzmanlarca yaşam kalitesini etkileyen unsurlardan biri olarak görülüyor. Zira kentlerdeki yaşam, hareketli bir hayatı ve sıkça yer değiştirmeyi gerektiriyor. Ankara gibi ulaşım alt yapılarının yetersiz olduğu yerleşimlerde ise kent yaşamı zorlaşıyor, içinde yaşayan vatandaşlar temel hizmetlerden yoksun kalıyor.
Geçenlerde elime, The Gallup Organisation tarafından yapılan bir araştırma geçti. Avrupa kentleri için toplu taşıma memnuniyetinin de sorgulandığı araştırma kapsamında Ankara bu kategoride 75 Avrupa kenti arasından 54. sırada yer almış. Hani Avrupa ödülleri filan aldık ya! Onun için kendimize ancak 54’üncü sırada yer bulabilmişiz.
Araştırmaya göre, Ankara’da toplu taşıma araçları, ulaşım türleri arasında yüzde 69’luk paya sahip. İstanbul gibi binbir sorunla boğuşan bir metropolde bile toplu taşıma araçlarının toplam taşıma içindeki payı yüzde 70 çıkmış. Bu konuda varın Başkentin gelişmişliğini siz hesap edin!
Ankara’da toplu taşımada en yüksek pay, yani en fazla kullanılan araç yüzde 23 ile EGO otobüsleri. Onu yüzde 22 ile minibüs ve dolmuşlar takip ediyor. Servis araçlarının taşımadaki payı ise yüzde 12... Diğer ilginç bir veri ise Ankara’da özel taşımanın ve özellikle otomobil ulaşımının ulaşımdaki payının yüksekliği.
ARAÇ SAYISI TÜRKİYE ORTALAMASININ ÇOK ÜSTÜNDE
Çağdaş ülkeler kentlerde bulunan otomobilleri altyapıyı verimsiz kullanan düşük kapasiteli ulaşım türü olarak görür ve kent merkezlerini otomobil ulaşımına yasaklar. Ankara’da ise yıllara göre artan otomobil sahipliği eğilimi bu yaklaşımın tersine otomobilin ulaşımdaki payının arttığını ve daha da artacağını gösteriyor.
2010 yılı baz alınırsa Türkiye’deki otomobillerin yüzde 12,5’i Ankara’da bulunuyor. Ankara, bin kişi başına düşen 191 otomobil sayısıyla Türkiye’de en fazla otomobil sahipliğinin olduğu şehir. Bu rakamla da Türkiye ortalamasının çok üstüne çıkıyor.
Bu arada Başkentteki raylı sistemler toplu taşıma türleri arasında yüzde 11,6’lık bir paya sahip. Sadece yüzde 1’lik paya sahip banliyö trenlerini kapsam dışında tutarsak geri kalan oran metro ve hafif raylı sisteme ait. 2011 yılında Ankaray’da 35 milyon, Ankaray Metrosu’nda yaklaşık 57 milyon yolcu taşınmış.
BÖYLE DEVAM EDERSE SORUNLAR DAHA DA ARTAR
Peki, bu rakamları niye mi veriyorum? Toplu taşım yatırımlarında olduğumuz yerde saymamız, çare olarak görülen alt-üst geçitler ve otobana dönüşmüş yollar sayesinde sorunumuz gitgide büyüyor da ondan. Şehirdeki otomobil sayısını artış hızı ise durmadan tepe noktalara ulaşıyor. Bu negatif durumda Ankaralıların şehir içi ulaşımını zorlaştırıyor, kentin yaşam kalitesini tehdit ediyor. Her geçen gün yeni yerleşim yerleri kente ilave olurken, paralelinde nüfus artarken, metro yatırımlarında bir arpa boyu yol alamayan Büyükşehir Belediyesi sayesinde ulaşım sorunu içinden çıkılamaz hal alıyor. Zaten iktidarı elinde bulunduran hükümet de bu hatanın farkına varmış olacak ki, metro yatırımlarını üstlenmeye, banliyö hattını yenilemeye başladı.
Ulaştırma Bakanlığı şimdilerde bir yandan kent içi raylı toplu taşıma sisteminin geliştirilmesi için mevcut sisteme ilave olarak Batıkent- Sincan- Törekent, Kızılay- Çayyolu ve Tandoğan-Keçiören arasında yeni projeleri üstlendi, hem de banliyösünü iyileştirerek metro standartlarında işletmecilik yapılması için kolları sıvadı. BAŞKENTRAY Projesi kapsamında yeni yol ilaveleri ile banliyö hattını, şehirlerarası hattından ayırıyor, bütün istasyon, peron, alt ve üst geçitler ile diğer tesislerin yenilenmesi çalışmasını yapıyor. Devam eden projelerin tamamlanması halinde bu ulaşım türünün sağlamış olduğu hız ve erişilebilirlik avantajlarından vatandaşların büyük çoğunluğu yararlanabilecek.
GÖKÇEK’İ SATIRLARA TAŞIMAK FARZ OLDU
Şimdiye kadar kayak merkezlerine doğru seyahat edenlere çok üzülürdüm. Kardan beyaza bürünmüş pistler üzerinde kayacağım diye o kadar yolu git, sıkış tıkış otellerde yer bulma telaşına gir, üstüne de bilmem kaç bin lira para öde. Halbuki Ankara’dan ayrılmasalar hem paraları ceplerinde kalacak, hem sıcak yuvalarından ayrılmamış olacaklar, hem de kayma zevklerini istedikleri gibi tatmin edeceklerdi. Zira her şiddetli kar yağışı ardından belediyeler bu hizmetleri bedava yerine getirip, Başkentlileri kaymaya mecbur bırakıyorlardı. Her kar yağışında yolda kalan araçlar, bata çıka yürüyen yayalar makus talihimiz gibiydi.
Bu yıl ise beyaz örtünün tüm Ankara’yı kapladığı günlerde dikkat ettim, o görüntülerden eser kalmamış. Açıkçası Büyükşehir Belediyesi geçmişten ders çıkarıp, iyi hizmet vermeye başlamış. Eh, Melih Gökçek’in hep yanlışını aktaracak değiliz ya, bu yıl da karla mücadeleden alnının akıyla çıktığını satırlara taşımamız farz oldu. Demek ki isteyince doğru dürüst belediyecilik yapılabiliyormuş. Ayrıca Ankara Valiliği İl Özel İdaresi’nin çok sayıdaki iş makinesi ve personelle yaptığı kar mücadelesi de takdire şayan.
86 YAŞINDAKİ İHTİYAR DELİKANLININ ESERİ
Geçen hafta, Ankara’da kendine zemin bulamayan kar’ın yokluğundan olsa gerek, Türkiye’nin en gözde kayak merkezlerinden biri olan Kartalkaya gittim. Malumunuz bu doğa harikası bölge, tam bir kayak ve snowboard merkezi. Kartalkaya Batı Karadeniz bölgesinde, Bolu ilinin güneydoğusunda, Köroğlu Dağları üzerinde yer alıyor. Kayak Merkezi ve çevresi çam ormanlarıyla kaplı ki, her mevsimi ayrı bir güzellikte... Ankara’dan en fazla iki saatlik mesafedeki bu merkeze kaymak için gitmeniz de şart değil. Pek ala leziz yemekler, seyri doyumsuz manzara ve karlar üzerinde yuvarlanmak için de gidebilirsiniz. Turla gitmeyip özel otomobillerinizle gidecekseniz de yapmanız gereken aracınızda kar lastiği ya da zincir bulundurmak.
ANZER BALI’NA NİYET KAYAK MERKEZİNE KISMET
Şimdi size enine boyuna Kartalkaya’nın coğrafik yapısını ve tesislerini anlatmayacağım. Yerine, bu kayak merkezini bu günkü haline getiren, 86 yaşındaki bir ihtiyar delikanlıdan bahsedeceğim. Gerçekten de delikanlı sözcüğü Mazhar Murtezaoğlu için hiç de abartılı değil. 34 yıl önce buraya ilk tesisi kondururken heyecanı ne ise, bugün de aynı hevesle durmadan, dinlenmeden çalışıyor. Bütün bir kışı 34 yıl önce yaptığı Kartal Otel ve 15 yıl önce açtığı Grand Kartal’ın başında geçiriyor. Gereğinde snowtrack’a biniyor, gereğinde yol açma çalışmalarına katılıyor. Kısacası Mazhar Murtezaoğlu, kelimenin tam anlamıyla, kendi elleriyle kurduğu Kartalkaya’nın yaşaması ve gelişmesi için var gücüyle çalışıyor.
Mazhar Bey için bu sevda tam 52 yıl önce başlamış. Aslen Rizeli olan işadamının yolu, Orman Mühendisliği yaptığı sıralarda düşmüş Bolu’ya. 52 yıl önce geldiği Bolu’dan bir daha kopamamış. Aslında ilk işi Rize’nin o meşhur Anzer Balı’nı tanıtmak ve pazarlamak olmuş. Yaptığı çalışmalar ve getirdiği yeni teknikler sayesinde, balı tüm Türkiye’ye ve ABD’ye tanıtma fırsatı bulmuş. Hatta 1960 yılında, dönemin Orman Bakanı onu ABD’ye balın tanıtımı için göndermek bile istemiş. 27 Mayıs günü tam uçağa binecekken, ihtilal olmuş. DP’li olduğu için de memuriyetten atılması gecikmemiş.
O sıralar amcaları Bolu Dağı Yolu’nu yapıyorlarmış. Mazhar Bey onlarla çalışmaya başlamış. Bu arada da kış turizmine merak sarmış. Uludağ’ı araştırmış. Bakmış, tesisler çok kötü ama ilgi büyük; “Ben de bari Bolu’da böyle bir tesis açayım” demiş. Avusturyalılarla bağlantı kurmuş. Onlar da bu iş için, şimdiki Kartalkaya’nın olduğu yeri uygun bulmuşlar.
KLASİK YAYLA EVİNE MODERN YORUM
Kartalkaya’yı turizmin hizmetine sokarken çok zor günler geçirmiş. Yol yok, su yok, kanalizasyon yok, kısacası yoklar diyarı gibi. Hepsini tek başına kurmuş. Sonrası bugünün önemli turizm destinasyonu Kartalkaya meydana gelmiş. Onun Kartal ve Grand Kartal otellerini sırasıyla Doruk Kaya, Golden Key, Kaya Palazzo gibi büyük yatırımlar takip etti.
Açıkcası Mazhar Bey’in otellerini görmüşlüğüm ve günü birlik ziyaret etmişliğim var ama hiç birinde konaklamışlığım yok. Hatta kendisiyle birebir tanışmışlığım da yok ama Kartalkaya ile özleşen adından bahsetmeden geçmek istemedim. Bu yılda daha önceki iki yıl gibi Golden Key Otel’de konakladım.
Kırmızı rengin hakim olduğu Golden Key Otel’in binasının mimarisi ve içerisinin dekoru çok hoşuma gidiyor. Otelin projesi klasik yayla evi ve lodge tipolojilerinin modern bir yorumu olarak tasarlanmış. Her gidişimde 43 farklı büyüklükte ve özelikte odalardan bir diğerini tercih ediyorum. Çünkü her bir oda diğerinden farklı ve aksesuarlar ile mobilyalardaki ince zevk her birine farklı yansımış. Tabii otelin güzel dizaynına başarılı işletmecilik anlayışının da eklenmesi, üstüne mükemmel SPA merkezinin ilave olması tercih nedenlerimi arttırıyor. Otel biraz pahallı ama tavsiyem, günü birlik de olsa Kartalkaya’ya, özellikle de Golden Kay Otel’e gidip, en azından güzel bir yemek yemeniz. Sıcak ya da soğuk bir şeyler içmeniz bile yeterli. Tabii kış sporlarına meraklılar için oluşturulan pistler ve telesiyejler de bir harika.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2012
Niyetim, bu aylarda hangi balıkların daha lezzetli olduğunu öğrenmek için Trilye Restoran’ın sahibi Süreyya Üzmez’in görüşlerine başvurmaktı. Malumunuz, kendisi konusunda kitaplar yazacak, televizyon programları yapacak kadar bilgi küpü. Sonuçta Akdeniz’den girdik, Karadeniz’den çıktık ve balık lezzet liginin üst sıralarında yer alanları sıraladık. Bu araştırmayı da Tempo Travel Dergisi’nin sayfalarına aktardık.
Şimdi tüm sıralamayı, nedenlerini filan köşeme taşıyacak değilim. Yalnızca Ocak ve Şubat ayının en gözde balıklarının listesini vereyim, yeterli olacaktır. Süreyya Üzmez’e göre bu ayların gözde balıkları şunlar:
“Ocak ayında uskumru, lüfer, palamut, istavrit lezzetini korur. Ancak palamut ve lüfer’de Eylül ayından beri yoğun rağbet gösterildiği ve bol tüketildiği için eski lezzetini bulamayabilirsiniz. Hamsi tam yağlı durumdadır. Kofana çok sık görülür. Tekir, kırlangıç ve dil boldur. Özellikle Bodrum’da 600 gramın üzerinde dil balıkları avlanır. Midye mevsimi başlamıştır. Şubat ayında ise Kalkan mevsimi başlar ve mayıs sonuna kadar devam eder. Uskumru, lüfer, palamut yağını kaybetmeye başlar. Gümüş ve tekir bol çıkar. Dil balığı şubat sonuna kadar devam eder.”
BALIK MÖNÜSÜ TABLETE GİRERSE
İşte size liste, balıkçıdan alırken ya da restoranlarda sipariş verirken bu sufleler aklınızın bir köşesinde bulunsun. Anlatmak istediğim esas konu ise başka; Süreyya Üzmez’in başlattığı yeni bir uygulama çok hoşuma gitti. Mönüsündeki tüm yemekleri ve balığa dair bilgileri bir bilgisayar programında toplamış. Artık Trilye’de isteyene mönü defteri geliyor, isteyene de tablet bilgisayar. Tabletteki mönüye bakanlar listedeki yemeklerin hem görselini görüyor, hem detaylı bilgilerini okuyor, hem de fiyat listesini çıkarıyor. Tabakta nasıl bir ürün servis edileceği bir kenara, fiyatlarına bakarak o geceki hesap pusulanızın rakamını kontrolünüzün altında da tutmanız ise büyük avantaj.
Örneğin listede yazan karides güvecin üzerine dokunuyorsunuz, servis edilecek şeklinin görseliyle beraber, yapılış şeklini ve fiyatını da okuyorsunuz. Üstelik tabletteki dil seçeneğinden sadece Türkçesini değil, İngilizce, Fransızca ve Almancasını da tercih edebiliyorsunuz. İnşallah bu uygulama tüm restoranlara yayılır da yiyeceğinizi ve hesabınızı bilip, gönül rahatlığıyla masadan kalkarsınız.
DEĞİNMEYECEKTİM AMA İLETİ SAHİBİ CEVABI HAK ETTİ
Geçen hafta, çok başarılı işlere imzasını atan Hacettepe’nin eski rektör Prof. Dr. Uğur Erdener ile dört dönemdir rektör olabilmek için aday olan Prof. Dr. Murat Tuncer yarışına değinmiştim. Üniversite çalışanları oy çokluğu ile Uğur Erdener’in yeniden rektör olmasını istemiş ama, önce YÖK, sonra da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül büyük oy farkıyla ikinci sırada yer alan Murat Tuncer’i tercih etmişti. Bu konuyu dile getirdiğimden dolayı çok sayıda teşekkür içeren elektronik posta aldım. Onlarca kişi arasından tam tersi görüş bildiren bir e-mail ise dikkatimi çekti. Sizinle paşlaşmak istedim.
“Sevgili Kardeşim, yazında Uğur Erdener’in aldığı ve aslında fakülte, yüksekokul, enstitü, bölüm, birim, anabilim, anasanat dalı vb. üniversitenin birimlerinin tüm yöneticilerini ve onların yardımcılarını toplasanız elde edilen rakamdan çok da farklı olmayan 657 oya itibar ediyorsun. Ancak bu toplam -ya da takım- elbette ellerindeki (maddi ya da temsili anlamda) koltuk, yetki ve bütçe olanaklarını yitirmek istemeyen ve “statüko”yu temsil eden bir çıkar grubudur.
Buna rağmen yaklaşık 1500-1600 oydan Murat Tuncer’e verilen 501 oy ve geri kalan oylarla birlikte toplam yaklaşık 900 oyu 657’den daha mı değerli buluyorsun? Dürüst gazetecilik adına ona methiyeler düzmek yerine “Neden yaklaşık 900 kişi Uğur Erdener’e karşı?” diye araştırmalı ve onun yaptığı haksız uygulamaları irdelemelisin. Sevgilerimle.
Doç. Namık Kemal Sarıkavak!”
BİR BİLİM ADAMINA RAKAMLARLA CEVAP
Yargıyı ilgilendirecek bir iki kelam daha etmiş ki, iddiadan öteye gitmeyen bu satırları aktarmayı uygun görmedim. Kendisi belli ki eski rektörden ve ekibinden hoşnut olmayan bir kişi. Hacettepe Güzel Sanatlar bölümünde doçent olduğunu ise sonradan yaptığım araştırmada öğrendim.
Beyefendinin yazdıklarını satırı satırına okudum. Açıkçası Hacettepe’de akademik kariyer yapan bir doçentin hezeyan dolu görüşleri beni derin düşünceye sevk etti. Hitap şeklinin dozunu ayarlayamayan, yanlış sentezler üreten bir öğretim görevlisi ‘Öğrencilere ne verebilir?’ diye üzüldüm. İsterseniz tek tek cevap vereyim de hem kendisi, hem de anlamayanlar ne demek istediğimi anlasın.
Öncelikle “Kardeşim” diye başlayan girişine itirazım var. Zira kendisinden en az 3-4 yaş büyük birine hitabı bu olmamalı ki, kendisiyle en ufak bir tanışıklığım dahi yok. Kaldı ki bu hitap şeklini kendisinden küçüklere de kullanmamalı. Bir bilim adamına bu tür girişi hiç yakıştıramadım.
KEŞKE SOYUT DEĞİL SOMUT VERİLERE YÖNELSE
Gelelim yazdığım konu hakkındaki itirazına. Sanıyorum Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmasına rağmen kurumun iç yapısını ve seçim sistemini kendisinden daha iyi biliyorum. Oy kullanan sayısı iddia ettiği gibi 1500- 1600 kişi değil, sadece 1338 kişi. Seçime katılmayan ya da boş oy veren kişi sayısı ise topu topu 100 civarında. Ufak bir not: bu yüz kişiden bir kısmı yurt dışında, ya da akademik bir toplantıda olduğu için sandık başına gitmemiş.
Gelelim oy dağılımına:: 1238 kişiden 657 kişisi Uğur Erdener’in lehine oy kullanmış ki oy oranı yüzde 50’nin üzerinde anlamı çıkar. Geriye kalan 581 kişiden de sadece 501’i Murat Tuncer lehine oy kullanmış ki, buna da azınlık denir. Ne birinciye, ne de ikinciye oy vermeyen kişi sayısı ise sadece 80... Velev ki bu oylar ikinci olmasına rağmen rektör olarak atanan Prof. Dr. Murat Tuncer’e gitse dahi 580 oyla yine azınlıkta kalacaktı. İşte benim ve birçok kişinin itirazı bu rekamlara rağmen çoğunluğun sesine kulak verilmemesine.
Ayrıca Prof. Dr.Tunçalp Özgen dönemiyle başlayıp Prof. Dr. Uğur Erdener dönemiyle devam eden Hacettepe’deki yenilenmeyi, gelişmeyi yakından takip etmiş kişiler bu süreci hep takdirle anlatırlar. Üstelik Erdener’in sportif alandaki başarıları ülke sınırlarının dışında da çok iyi bilinir. Son olarak Güzel Sanatlarla uğraşan Doçent Dr. Namık Kemal Sarıkavak’ın soyut değil, somut verilerle doğru sentez yapmasını tavsiye ediyorum.
BAZI EKLEMELER YAPMAK ŞART OLDU
Bir diğer konuya geçelim. Rahmetli Aydın Menderes’le ilgili olarak geçen hafta yazdığım yazıya yönelik bir kaç eleştiri geldi. Hassasiyeti yüksek bazı okurlarımca daha iyi anlaşılabilmesi için ekler yapmam şart oldu:
Tarihi olaylara ve somut gerçeklere kızılmaz! Onları anlamak, yorumlamak ve duygulardan arınarak zamanın süzgecinde damıtmak gerekir. Cebeci Mezarlığı’ndaki kabirlerin hazin görünümü, aile bireylerinin olduğu kadar insani hassasiyetlerini muhafaza eden herkesin ilgi alanına girerdi bence... Belki de bu olgunun yazılması, kabirlere ilgiyi somut olarak güçlendirir. Ne dersiniz?
Definin yapıldığı yer ile define yakışan yer bazen aynı olmayabilir... Belki de, üç acılı kardeş Ankara’da yanyana ebedi uykularında uyusalardı iyi olurdu diye düşünülemez mi? Menderes severlerin, bağımsız bir gazeteciye bu kadarlık değerlendirme özgürlüğünü de çok görmeyeceklerine inanıyorum...
Hepimiz için zaman geliyor ve geçiyor... Acılar tarihin malı oluyor...
Aydın Menderes’e tekrar rahmet diliyorum. Huzur içinde yatsın!
SANSÜRSÜZ SANSÜR TARİHİ
Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze kadar Türkiye’de medya-iktidar ilişkileri, iki gazeteci Serhat Hürkan ile Nuri Kayış’ın yazdıkları kitapta inceleniyor. Hürkan ve Kayış’ın yazdıkları ve 2011’de yayınlanan Meraklısına Medya Dersleri’nden sonra, aynı serinin ikincisi olan Sansürsüz Sansür Tarihi (1795-2011) adlı kitap Sinemis Yayınevi tarafından yayınlanıyor.
Kitabın Serhat Hürkan’ın yazdığı ilk bölümünde, Osmanlı’nın son yüz yılından 12 Mart 1971’e kadar geçen süredeki uygulamaların öyküsü anlatılıyor. Nuri Kayış’ın kaleme aldığı ikinci bölümde de, 12 Mart 1971’den günümüze kadar olup bitenin panoraması yer alıyor.
“Sansürsüz Sansür Tarihi”, “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında” 212 sayılı yasanın kabulünün 51. yıldönümü olan 10 Ocak 2012 tarihinden itibaren kitap evlerinde okurlara sunuluyor. Serhat vasıtasıyla önceden edindiğim bu kitabı meraklısına tavsiye ederim. Hatta her konuda iktidarı elinde tutan güçlere de!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2012
GEÇEN hafta yeni yıl kutlamalarına karşı duran bazı karanlık kafalara ışık tutacağımdan bahsetmiştim. Köşe yazımın üzerine “Noel Baba yoktur. Doğru dürüst birisi olsa bacadan değil, kapıdan girerdi” diyen Keşan Müftüsü Süleyman Yeniçeri’nin o garip sözleri de eklenince aktaracaklarımın önemi daha da arttı. Ancak önce 2011 yılının Aralık ayında yaşadığımız iki önemli olaya değinmek istiyorum. Neredeyse tüm medyanın göremediği, ya da görmek istemediği bu iki gelişmeye değinerek eski yılın defterini kapatalım.
İlki Başkentin simgelerinden biri haline gelmiş kurumumuza ait. Dünya standartlarını tutturmuş ilk 500 üniversite içinde kendine yer bulan Hacettepe Üniversitesi, geçenlerde önemli bir değişim geçirdi. Geçtiğimiz Aralık ayı başında üniversitede rektörlük seçimi vardı. Çok başarılı işlere imzasını atan mevcut rektör Prof. Dr. Uğur Erdener ile dört dönemdir rektör olabilmek için çırpınan Prof. Dr. Murat Tuncer yarışıyordu. Üniversite çalışanları oy çokluğu ile Uğur Erdener’in yeniden rektör seçmiş ama önce YÖK, sonra da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül büyük oy farkıyla ikinci sırada yer alan Murat Tuncer’i tercih etmişti.
HAYATINI HACETTEPE VE DÜNYA SPORUNA ADADI
Bu haksız tercih sonucunda da Hacettepe çok önemli bir kayba uğradı. Bu kayıp ne miydi? 11 yıl süresince önce hastaneler direktörü, sonra da rektör olarak Hacettepe’yi tepeden tırnağa değiştiren, dünyanın en önemli tıp merkezlerinden biri haline dönüştüren Prof. Dr. Ugur Erdener’in devre dışı bırakılmasıydı.
Uğur Erdener, hekim ve öğretim üyesi olarak profesyonel yaşamının tümünü Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde sürdürmüş bir bilim adamıydı. 60’ın üzerindeki yerli ve yabancı bilimsel yayını ise çabalarının meyvesiydi. Bir önceki rektör Prof. Dr. Tunçalp Özgen’in kadrosunda 2000 yılında Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri Genel Direktörü olarak atandığında, hızla yükselen başarı grafiği de start almıştı. Oldukça eskimiş, yıpranmış ve bazı bölümleri işlevsellikten uzaklaşmış Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’ni çağdaş hastanecilik anlayışı ile baştan sona yenilemişti. Üstelik modern tıbbın gerektirdiği yeni teknoloji ile donatmayı da ihmal etmeden.
FABRİKA GİBİ AMELİYATHANE İLK ÜÇ’TE
Örneğin içinde aynı anda 500 kişinin çalıştığı ameliyathaneleri dünyada ilk üç arasındaydı. Hasta odaları ise 5 yıldızlı bir oteli aratmayacak konfor düzeyine ulaşmıştı. 2007 yılında rektör seçildiği zamansa bu değişimden diğer yerleşkelerde payını almakta gecikmemişti. Dev kongre merkezi, yerleşke inşaatları derken de Hacettepe çağdaş bir havaya bürünmüştü. Eksikler yok muydu? Elbetteki vardı, ama ekonomik darboğaza rağmen bir bir üstesinden geliyordu.
Ayrıca Erdener, tıp adamlığının yanı sıra dünya çapında önemli bir spor adamıydı. 2005 yılında 142 ülkenin üye olduğu, merkezi Lozan’da bulunan Dünya Okçuluk Federasyonu (WA) başkanlığına seçildi ki, bir Olimpik spor dalının dünya başkanlığına seçilen ilk ve tek Türk spor adamı oldu. FITA başkanlığının yanı sıra Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi başkanı ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyesiydi ki, bu görevleri halen sürüyor.
NUR TOPU GİBİ YENİ REKTÖRÜMÜZ OLDU
Kısacası onun dünya vizyonu Hacettepe’yi daha da yukarılara taşıyordu ki önce YÖK, sonra Cumhurbaşkanı üniversiteden 657 oy alan Uğur Erdener yerine 501 oy alan Murat Tuncer’i seçti. Anlayacağınız, böylesine başarı dolu bir geçmişe ve sürecek olan değişime rağmen, YÖK ve Cumhurbaşkanı “Nur topu” gibi yeni bir rektör atadı.
Yeni rektörü şahsen tanımam ama Sağlık Bakanlığı’ndaki kanser çalışmalarını uzaktan izlemişliğim var. Değerli bir tıb adamı da olabilir, hatta çıtayı daha da yukarı çıkarabilir ama üniversitedeki öğretim görevlilerinin Erdener’i seçmesine rağmen tepeden inerek makama oturma şekli hoşuma gitmedi. İnşallah bu emrivakiden dolayı Hacettepe kaybetmez.
ANIT DEĞİL YIKIK MEZAR
2011’in Aralık ayında yaşadığımız ikinci olay ise Aydın Menderes’in vefatıydı. Biliyorsunuz, kendisi eski Başbakanlardan Adnan Menderes’in oğluydu. Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından 17 Eylül 1961’de idam edilmişti. Ölümünden tam 50 yıl sonra oğlu, eski milletvekili Aydın Menderes, tedavi gördüğü Ankara Atatürk Hastanesi’nde hayatını kaybetti. 65 yaşında vefat eden Aydın Menderes’in önce Ankara’da Hacıbayram Cami’nde ardından da İstanbul Fatih Cami’nde cenaze namazı kılındı. Liderler, politikacılar ve kalabalık bir halk topluluğunun katılımıyla da İstanbul Topkapı’daki anıt mezara defnedildi.
Aslında Aydın Menderes’in dram dolu yaşam öyküsündeki kaybı babasıyla sınırlı değildi. Büyük ağabeyi Yüksel Menderes, 8 Mart 1972’de intihar etti. Ardından da diğer kardeşi Mutlu Menderes 1 Mart 1978’de trafik kazasında yaşamını yitirdi. İlginçtir rahmetli Adnan Menderes’in iki oğlu Yüksel ve Mutlu, Cebeci Asri Mezarlığı’nda yatarken, Aydın Menderes babasının mezarının yanı başına, yani İstanbul’a defnedildi.
GEÇMİŞE SAHİP ÇIKANLAR ONLARI DA HATIRLIYOR MU?
Bugün ne halde bilmiyorum ama 4 yıl önce yazmıştım; Adnan Menderes’in iki oğlunun mezarları, bakımsız halleriyle görenlerin içini burkuyordu. Hatta mezarlık müdürlüğünün kayıtlarına göre Yüksel Menderes’in adresi olarak yapılı olmayan ve üzerinde mermer lahitti bulunmayan mezar yeri karşınıza çıkıyordu. O zaman sormuştum; Acaba bu ilgisizliğin suçu bir döneme sahiplenenlerde mi, yaşamı idam sehpasında son bulan Menderes’e sığınanlarda mı, yoksa sağa sola “Helallik” dağıtan Aydın Menderes’te mi? diye...
Acılar taze diye bu konuyu dile getirmek için 16 gün bekledim. Şimdi soruyorum; Aydın Menderes niye kardeşlerinin yanına değil de, babasının yanına gömüldü? İkincisi de mezarlıklar dururken herkes niye anıt mezarlara gömülür? Sonuncu sorum da Aydın Bey’e gösterilen teveccühün küçük bir bölümü dahi Yüksel ve Mutlu Menderes’ten esirgendi? Bence bir döneme sahip çıkanlar cevabını vermeli.
JAPONLAR O YILIN BAŞINI ÇİNLİLER SONUNU SAYDI
Öncelikle şunu söyleyeyim ki, yeni yıl kutlamasıyla Noel kutlaması birbirinden çok ayrı kavramlar. Nasıl mı? Buyurun yazdıklarımı okumaya...
Hıristiyanlık öncesinde de yılbaşı, dinlere, kültürlere, insan topluluklarına mahsus yöntemlerle kutlanırdı. Yenilenen yılı Yunanlılar 21 Aralık’ta, Mısırlılar, Fenikeliler, Persler ise 21 Eylül’de kutlarlardı. Japonlar Ocak ayının başını, Çinliler ise sonunu yılbaşı sayarlardı.
Hıristiyan azizleri, önceleri, “İsa’nın Meryem’e müjdelendiği” 25 Mart gününü esas alıp kutladıkları yılbaşını; daha sonra “İsa’nın doğum günü” ilan ettikleri 25 Aralık’a alarak törenlerle kutlamaya başladılar. Noel’in kökü Latincede “Doğum” anlamındaki Natalis kelimesine bağlanıyordu.
Yeni yıl kutlamalarında kullanılan Noel Ağacı, putperest dönemin ağaca tapınma inancıyla, ortaçağ Hıristiyanlığının büyüyle şeytanı kaçırma hurafelerinin karışımını içeren bir semboldü. Adem ve Havva’yı anlatan kıssalara gönderme olarak canlandırılan oyunlar ve kurulan “Cennet” dekoru, Noel Ağacı sembolünün Hıristiyan unsurlarını oluşturmaktaydı.
NOEL BABAYA CÜBBE VE SARIK BİLE GİYDİRDİLER
Antalya, Demre doğumlu Aziz Claus’a, soğuk iklimlere mahsus kalın kırmızı elbiseyi, kar başlığını ve keçe çizmeleri giydirip; geyiklerin çektiği kızağa bindirmek de kuzeyli eski putperest kavimlere verilen bir iklim tavizi oldu. Kaldı ki basından okumuşsunuzdur, Noel Baba karakteri, kırmızı renk giysisi filan Coco Cola’nın 1930’lardaki reklamlarının ana unsuruydu ve satışları arttırmak için piyasaya sürülmüştü.
ANAP döneminin bir Kültür Bakanı, iş başındayken Noel Baba’ya karşı yeşil cübbeli, beyaz sarıklı Hızır Aleyhisselam (Hızır Baba) figürünü yerleştirmeye çalışmıştı. Ama bu güçlü teşebbüs hayat bulmadı.
Yılbaşını 1 Ocak’ta başlatan Gregoryen Takvimi’nin ortaya çıkışı 1582 yılındaydı Türkiye’de Gregoryen Takvimi 1926 yılında kabul edildi. Ondan önce, yılbaşı olarak Muharrem Ayı’nın birinci günü sayılıyordu. 1935 yılında çıkartılan kanunla, 1 Ocak Yılbaşı günü resmi tatil ilan edildi.
İNSANLAR TAKVİMİN DEĞİŞMESİNİ ÖNEMSEDİ
Geçen zaman içinde, kitle iletişim araçlarının da etkisiyle yılbaşı olayı toplumun tüm kesimlerince benimsenir hale geldi. İnsanlar takvimin değişmesini önemsediler. “Din dışı” bir gelişme olarak 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gecede “kendi çapında” kutlama, eğlenme etkinlikleri; karşı çıkanları dahi içine alarak yaygınlaştı. Kültürel ve dini kimliklerine bağlı milyonlarca aile, yeni yıl için bir araya gelip eğlenmeyi doğal bir olay olarak ele alıyor artık.
Aslında hangi zaman dilimini içine alırsa alsın ve hangi gün başlarsa başlasın yeni bir yılı görmek önemli. Yeni yıllara, yeni zamanlara ulaşmayı başardığımız bu 1 Ocak 2012 gününe de şükürler olsun! Şimdiden sağlıklı ve mutlu yıllar!
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2011
Tıpkı geçen yıl olduğu gibi 2011’e veda edip, 2012 yılına “Merhaba” diyeceğimiz bu günlerde Ankara meydanları, caddeleri ve sokakları renksiz, zevksiz ve karanlık konumunu muhafaza ediyor. Sayısı çok az işletme dışında şehrin bu kasvetli atmosferine çözüm getiren de yok, niyeti olanda. Sebebi ise malum... Büyükşehir Belediyesi’nin kayıtsız kalması, ikisi hariç ilçe belediyelerinin ona ayak uydurması.
Bu arada yılbaşı kutlamalarının Hıristiyan adeti olduğunu söyleyenler ile “Şehrin bütün dertleri bitti de, kasadaki parayı harcayacak başka şey mi kalmadı” diye düşünenler de olabilir. Bu söz ve düşünce yapısının doğru ya da yanlış olduğu tartışmasına girmeden önce yaşadığım hareketli bir süreçten bahsetmek istiyorum. Sık sık belirtiyorum; Hürriyet Gazetesi’ndeki katkılarım ve yazarlığımdan önce, eski adıyla Hürriyet Dergi Grubu olan Doğan Burda Dergi Grubu’nun Ankara bölge temsilcisiyim. Dolayısıyla uğraş alanım ve mecram bir hayli fazla.
MOTOR GAZ YEMEDİ
Grup bünyesinde 36 civarında dergi var. Hemen hemen her sektöre hitap eden bu dergileri temsil etmemin yanı sıra, haber akışını sağlamak da görevlerim arasında. Bütün bunlara bir de günlük gazetenin çalışmalarını ekleyin! Bu durum da bende zaman zaman beyin karmaşasına yol açıyor.
Örnek mi? Sadece iki gün önceydi; sabahtan gece geç saatlere kadar farklı konularda, farklı ortamların içinde bulunmak zorunda kaldım. Yoğun gündemim sabah kahvaltısıyla başlamıştı. Meclis Başkanı Cemil Çiçek, yeni Anayasa hazırlıkları için Uzlaşma Komisyonu Başkanı olarak TBMM Sosyal Tesisleri’nde basın kuruluşlarının Ankara temsilcileriyle biraraya gelmişti. Tempo Dergisi’ni temsilen ben de oradaydım ve Anayasa hazırlığına toplum kesimlerinden etkin katılım için basından destek isteyen Sayın Çiçek’in konuşmalarını dinledim. “Ya yeni anayasa yaparız, ya da 30 yıldır şikayet edilen anayasa varlığını sürdürerek devam eder” diyerek sözlerine başlamıştı ki, aklımda kalan en önemli söylemi şu oldu:
“İlk defa anayasa yapmanın getirdiği sıkıntılar veya ağırdan almalar olabilir. Bir magazin haberi bile basında anayasadan daha fazla ilgi görüyorsa ‘toplum niye önem vermiyor’ diye sormanın izahını ben yapamam. O zaman ben Kumrular’daki tuhafiyeciden nasıl ilgi bekleyeceğim. Birkaç kanaldan, ‘Ey vatandaş anayasa yapılıyor haberin var mı’ diye biraz zorladım, ama motor gaz yemedi.”
CİCİM AYLARI İNŞALLAH BİTMEZ
Aslında bu sözlerle çalışmalarının geldiği noktayı özetliyordu. Bekledim ki o gün bazı maddelerin başlıklarını açıklasın ve üzerinde fikir alışverişinde bulunalım, ama olmadı. Gündemdeki siyasi konuların arasında sıkışıp, kaldık ve komisyon üyeleriyle beraber kahvaltı etmekten öteye gidemedik. İnşallah Meclis de grubu bulunan partilerin cicim aylarındaki uzlaşma havası kaybolmaz da Sayın Çiçek’in iyi niyetli söylemleri hayata geçer!
Çıkıştaki rotam Capital Dergisi için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ydı. Enerji sektörü için hazırladığımız bir özel dosya için bakanın görüşleri çok önemliydi. Detaylarına girmiyorum, o süreç geçtikten sonra da Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’ndeki randevuma yetiştim. Tıp alanındaki bazı araştırma dosyalarının alt yapısını oluşturmak için profesörlerin karşısındaydım ve Latince kökenli bazı kelimelerin Türkçe karşılığını bulabilmek için ter döktüğüm anlar gelip çatmıştı.
SIRADA ALMANCASI VAR
Hacettepe çıkışı soluğu bu kez de turizmcilerin katıldığı bir toplantıda aldım. Tempo Travel isimli seyahat dergimiz için görüşme yapıp, Rusça ve İngilizce versiyonlarından sonra yayının Almanca versiyonunun alt yapı çalışmalarına başladık. Kısmetse bu dergi 2012 yılının Mart ayında Berlin’deki turizm fuarında dağıtılacak.
Akşam ise yol haritam beni bambaşka bir ortamın içine sürükledi. Şimdide JW Marriott otel’de MAC Dergisi’nin yeni yıl daveti sayesinde cemiyet hayatının içindeydim. Derginin sahibi Can Çavuşoğlu’nu çok sevdiğimden mi, yoksa katılacağıma dair söz verdiğimden mi bilemiyorum, ama dev salonda yarım saatliğine de olsa yerimi almıştım. O an gözümün önüne bütün gün yaşadıklarım geldi ve bulunduğum farklı ortamların hayatıma zenginlik kattığını bir kez daha anladım. Keşke herkes yaşama böyle bakabilse!
ONUNKİ BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ
Bu arada Can Çavuşoğlu için de bir parantez açmak istiyorum. Elindeki kısıtlı imkanlarla yola çıkarken böylesine bir başarı yakalayacağını düşünmemiştim. Çok keyifli bir yayın yarattı ve gitgide büyütüyor. Biliyorum ki önünde kat edecek daha çok mesafe var, ama şimdiye kadar yaptıkları bile alkışlanmaya değer.
O geceki davette fark ettim ki, gerçekleştirdikleriyle Ankara sosyal yaşamına da bir renk getirmiş. Birbirinden şık davetliler akın akın gelip, geceye katılmış ve doyumsuz bir eğlenceye imza atmıştı. Demek ki Başkent sosyal yaşamını harekete geçirecek böylesine organizasyonlara çok ihtiyaç var. Diğer bir deyişle gerekli olan şartlar oluşunca cemiyet hayatı kayıtsız kalmıyor.
Tıpkı Can’ın MAC Dergisi gibi Ankara’ya renk getiren başka dergiler de var. Levent Çelikay’ın yaratıp, başarılı bir çizgiye oturttuğu Bitter Dergisi ile Eda Durukan’ın hazırlayıp, emek verdiği More Dergisi gibi.
BU SAYEDE ŞEHRİN DEĞERİ ARTACAK AMA!
Dönelim baştaki konumuza; Başkentteki vatandaşın moralini güçlendirecek, esnafın yüzünü güldürecek yeni yıl aktivitesi pek ala belediye kasasına el atmadan da yapılabilir. Bu iş için çok rahatlıkla sponsorlar bulunabileceği gibi semt esnafı da yardımcı olabilir. İnanın sponsorlar dünden hazır. Satışlarını arttırmak isteyen esnaf da... Ah, bazı kişiler süslemelerin yapıldığı yeni yıl hazırlıklarına tıpkı Anneler Günü, ya da Ramazan Eğlenceleri gibi ticari bir girişim olarak algılayabilse!. Bu sayede renklenen ve ticari hacmi artan şehrin keyfini çıkarmaya çalışabileceğiz.
ARAPLAR BİLE KUTLUYOR
Aydınlatma işlemleri artık bütün dünyada, medeniyetin ölçüsü olarak kabul ediliyor. Şehirlere yapılan özel aydınlatmalar, şehirlerin ekonomik ve turistik değerini artırıyor, şehrin dünya çapındaki tanıtımına büyük katkı sağlıyor. Buna göre, belediye, Ankara’daki meydan, ana cadde, bulvar, sokaklar, iş yaşamı ve alışverişin yoğun olduğu yerleri ışıklandırabilir ve süsleyebilir. Bunun ilaha yılbaşıyla sınırlı kalmasına da gerek yok. Avrupa ya da Amerika kıtasına da gitmeye gerek yok. Arap dünyasının temsilcisi Dubai’ye ya da İstanbul’un Nişantaşı, Kadıköy gibi ilçelerine bakmanız yeterli.
Bu arada bazı şeylerin yanlış anlaşılmasını önlemek için her zaman tekrarladığım sözleri bir kez daha aktarayım. Ben ne yılbaşına dini bir misyon yükleyenlerdenim, ne de Noel Baba’nın yolunu gözleyen saftiriklerden biri... Sadece takvim yapraklarına bakıp, eskiye “Hoşça kal”, yeniye “Hoş geldin” diyenlerdenim.
YENİ YIL HEP VARDI VE VAR OLACAK
Yeni yıl kutlamalarına dini bir misyon yüklemeye çalışanları ise dünya tarihine bakmalarını öneriyorum. O zaman ne demek istediğimi algılayacaklardır. Örneğin Hıristiyanlık öncesinde de yılbaşı, dinlere, kültürlere, insan topluluklarına mahsus yöntemlerle kutlanırdı. Ancak bakmayacaklarına adım gibi eminim. En iyisi gelecek hafta insanlık tarihi ben aktarayım da bazı karanlık kafalara da ışık tutayım.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2011
Ankara turizmi üzerine yazdığım yazı sonrası o kadar çok telefon ve elektronik posta aldım ki, iletileri kısa bir özetle sizlerle de paylaşayım.
Meğer önemli bir yaraya parmak basmışım. Başkentin turizmde bu geri kalmışlığından herkes şikayetçiydi ve Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e ateş püskürüyordu. Tabii geniş asfaltlar yollar ve alt üst geçitlerden dolayı Gökçek’e sempati duyanlar da vardı, ama inanın sayıları o kadar azdı ki!
Ortak şikayet noktası ise metronun tamamlanamaması, Gökkafes gibi hesapsız kitapsız yatırımların gerçekleşmesi, şehrin ruhunun ölmesiydi. Gelin bu hafta Gökçek’in hayaller dünyasından gerçeğe dönüş yapalım ve Ankara’ya esas katkı sağlayanlara değinelim. Örneğin dünya inşaat sektörünün en başarılı firmaları arasında yer alan NATA Holding, Vega Park diye dev bir projeye imza attı. Diğer AVM’lerin aksine Başkentin bir banliyösüne, daha doğru tabirle en az gelişmiş bölgesine yatırım yaptı. Böylece de hem geri kalmışlık zincirini kırdı, hem de projesiyle Ankara turizmine büyük katkı getirmeyi hedefledi.
Çağdaş ülkelerde dev alışveriş merkezleri şehrin dışında... Bundan amaç, kentin karakteristik yapısının bozulmaması, yoğunluğun artmaması ve şehrin ruhunun ölmemesi... Ancak Ankara’daki uygulama bunun tam tersi. Neredeyse tüm AVM’ler şehrin göbeğinde. Örneğin sırf Eskişehir yolunda 21 tane AVM var. O yüzden NATA’nın banliyölere yönelmesini çok önemsedim.
ANKARA’NIN EN YÜKSEK BİNASI OLACAK
Geçenlerde bu yatırımı yerinde görmek için NATA Holding’in sahibi Namık Tanık’la buluştum ve yatırımı yerinde inceledim. Başkentin yeni gelişim ve yerleşim bölgesi olarak değerlendirilen Çankaya ve Mamak’ın kesiştiği bölgede yer alan Vega AVM ve Park konutları gerçekten de şehre değer katacak. Üstelik Ankara’nın doğusunu batısıyla buluşturan proje birçok ilke de ev sahipliği yapıyor. Ankara’nın en yüksek yapıtı 131 metre ile Atakule’ydi. Buradaki konut binaları 151 metrelik yükseklikle şimdiden bir rekora imza atmış.
Konutlar, iş, yaşam, alışveriş ve eğlencenin bir arada olduğu Türkiye’nin en büyük alışveriş vadisi farklı bir yaşam tarzını getiriyor. İçinde lunapark da olacak, hayvanat bahçesi de, spor alanları da. Örneğin, 10 binden fazla balık ve deniz canlısından oluşan Türkiye’nin en büyük, Avrupa’nın ikinci büyük tünel akvaryumu kapılarını açmak için gün sayıyor. Keza Disneyland’ın biraz küçüğü olacak oyun parkı ve içindeki korku tüneli de...
SANDIKTAN ÇIKAN CESET BAYILTTI
Söz korku tünelinden açılmışken, Namık Tanık anlattı; Amerika’dan gelen eşyaların sandıkları açılırken işçilerden biri baygınlık geçirmiş ve günlerce kendine gelememiş. Zira sandıktan elleri kolları kesik kanlar içindeki insan maketini sahici sanmış ve çığlık attıktan sonra da kendinden geçmiş.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2011
Geçen hafta, Esenboğa Havalimanı’nın uçak ve yolcu kapasitesini aktarıp, Ankara ile ilgili çok ilginç rakamlar vereceğimi yazmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim. Başkentin rakamlarla profilini çıkaralım. Çıkaralım ki, Melih Gökçek’in söylemiyle Türkiye’nin ikinci büyük kenti olan Ankara’nın turizm açısından nasıl fakir iller arasına girdiğinin sentezini de yapalım.
Beypazarı, Kızılcahamam gibi ilçelerde dahil Ankara’da turizm işletme belgeli ve Belediye ruhsatlı olmak üzere toplam 274 konaklama tesisi var. Yaklaşık 26 bin 700 yatak kapasitesine sahip. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan işletme belgeli konaklama tesisinin sayısı ise 149 ki, yatak kapasitesi 19 bin 740 rakamını buluyor. Yani turizmin hizmetinde olan beş, dört, üç, iki yıldızlı derken otel sayımız 149.
Bunun da sadece 14 tanesi beş yıldızlı, 33 tanesi 4 yıldızlı, 38 tanesi de üç yıldızlı. Ankara’nın geri kalmışlığını anlatmak içinse Antalya’nın 21 beldesinden birinin otel ve yatak kapasitesini vermem yeterli olacaktır. Belek Turizm Bölgesi’nde toplam 42 oteldeki yatak kapasitesi bugün itibarıyla 50 bini buluyor. Yani Beypazarı kadar bir alana sahip Belek, Ankara’nın neredeyse üç katı yatak kapasitesine sahip.
KOCA ANKARA BELEK’İN YARISI ETMİYOR
Bu arada iş kapasiteyle de bitmiyor. Bu otellerin doluluk oranı 2010 yılı itibarıyla Ankara’da ortalama yüzde 60 iken, Belek’de yüzde 92. Şimdi diyeceksiniz ki orası sahil şeridi, burası bozkır, fark olması doğal. Hiç de öyle değil! Bugün Ankara gibi metropol ruhu sonradan yaratılan Paris’in ne denizi var, ne de doğal güzelliği, ama tek başına tüm Türkiye’den fazla turist ağırlıyor. Keza Berlin, Madrid, say sayabildiğin kadar. New York’u 44 milyon, Roma’yı 20 milyon, Budapeşte’yi 20 milyon, Londra’yı 13.5 milyon turist ziyaret ediyor. Örneğin Paris yılda 45 milyon turist çekerken, Ankara’ya gelen yabancı sayısı sadece 400 bin civarında. O da Başkent olması sebebiyle iş görüşmesine gelen yabancılarla.
BİRİNCİ SINIF RESTORANIMIZ SADECE 87 TANE
Gelelim yeme, içme ve eğlence tesislerinin toplam sayısına. Ankara’da Kültür ve Turizm Bakanlığı işletme belgeli ve Belediye belgeli tesislerin toplam sayısı iki bin 83. Bu tesisler her gün toplam 125 bin kişiye hizmet verebilme kapasitesine sahip. Bu arada yaklaşık iki bin işletmenin içinde hamburgerci de var, kebapçı da, pizzacı da. Kahvehaneler, pavyonlar, fastfood restoranlar da işin cabası. Turizme yönelik sayıyı daha iyi anlayabilmek için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan işletme belgeli yeme-içme ve eğlence mekanlarının sayısına bakmamız yeterli. Sadece ve sadece 165 işletmede 37 bin 672 kişiye hizmet veriliyor. Toplam iki bin 83 işletmeden 165’i çıkarın gerisi belediye belgeli.
Daha da net rakamlar vereyim, 165 adet yeme-içme ve eğlence tesisinden 87 tanesi 1. Sınıf, 26 tanesi 2. Sınıf... Tabi diğerleri daha farklı kategorilerde. Kısacası Ankara ve çevresinde gelecek yabancı turiste birinci sınıf hizmet verebilecek tesis sayımız sadece 87.
TURİSTE NEDEN GELDİĞİNİ SORMUŞLAR
Bu rakamları niye mi veriyorum? Örneğin Paris’i ziyaret edenlere “Neden geliyorsunuz?” diye sormuşlar. Paris kent yaşamının gecesi ve gündüzüyle çekiciliği, yeme, içme ve eğlence mekanlarının cazibesi yanıtlar arasında ilk sırayı almış. Sonra sırasıyla kültürel etkinlikler, alışveriş, tema parklar (Disneyland vb.) gelmiş.
Benzer soruları, Londra’yı, Tokyo’yu ziyaret edenlere de sormuşlar. Aşağı yukarı benzer yanıtlar verilmiş. Peki sizce Ankara’nın turist çekme konusunda tercih sıralamasında ilk sıraya oturan kent çekiciliğinde bir iddiası olabilir mi? Doğru dürüst gezeceğiniz bir cadde ve meydanı kalmamış, yolları otobana dönmüş, metro gibi toplu taşımdan nasibini almamış, restoranları içki baskınına uğramış, alkolsüz mekanların hatırı sayılır sayıya ulaşmış Ankara’nın bir iddiası olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Biliyorsunuz Dikmen Vadisi, Göksu, Altınpark, Gençlik Parkı gibi Büyükşehir Belediyesi’nin egemenliğinde olan yerlerde alkol yasak. Bu nasıl bir dezavantaj getiriyor, biliyor musunuz?
DOKTORLARA ALKOL VERMEMİŞLER!
Geçenlerde Swissotel’de doktorların uluslararası kongresi vardı. Çeşitli ülkelerden gelen dünyaca ünlü doktorlar iki gün boyunca Başkentte kaldılar. İlk gün Ankara kalesi’ndeki Çengelhan’da ağırlandılar, ikinci gün Dikmen Vadisi’ndeki Tavacı Recep Usta’da. Hepsi Çengelhan’a hayran kalıp, organizasyon heyetine teşekkür ederken, Tavacı Recep Usta’dan şikayet ettiler. Çünkü ilkinde alkol servisi de alırken, ikinci gecede alkol yasağıyla burun buruna geldiler. Kısacası keyiflerine turp suyu sıkıp, tatlarını kaçırmıştık. Zaten bir kısmı bu yasağı duyunca gitmedi, diğerleri de erkenden geceyi noktaladı. Buyurun size turizm!
AŞTİ GÜNDE 120 BİN KİŞİYİ AĞIRLIYOR
Bu arada geçen hafta Ankara’ya yapılan uçak seferlerinin ve yolcu sayısının rakamlarını vermiştim. Bir de diğer ulaşım araçlarındaki sayıya bakalım. AŞTİ İşletmesi’nden 2010 yılı sonu itibariyle günlük giriş-çıkış yapan otobüs sayısı iki bin 650, günlük ortalama yolcu sayısı ise 110 bin. 2011 yılı sekiz aylık toplam giriş-çıkış yapan otobüs sayısı 2 bin 700, günlük ortalama giriş çıkış yapan yolcu sayısı ise 120 bin kişi.
Hızlı tren hariç, diğer illerden trenle gelen ve gidenlerin sayısı ise günlük 4 bin 350. Sakın bu rakamlar sizi yanıltmasın, Ankaralıların başka şehirlere gidip gelmesi de bu sayıya dahil. Bize yabancıların gelmesi konusunda en iyi fikri ise geçen hafta rakamlarını verdiğim Esenboğa Dış Hatlar geliş gidiş yolcu sayısı veriyor. Esenboğa’dan dış hat için giden gelen yolcu sayısı 2011 yılının ilk 10 ayı için bir milyon 110 bin kişi. Bunun büyük çoğunluğunu başkentte oturanlar oluştururken, gelen yabancı sayısındaki düşüklüğü siz hesaplayın.
SANKİ 17 YILDIR BAŞKASI YÖNETİYOR
İşte tüm bu veriler ve rakamlar ortadayken, Genç Turizmciler Derneği tarafından bu yıl JW Marriott Otel’de ikincisi düzenlenen “Turizmde Gençlik Ödülleri” töreninde “Turizme değer katanlar” dalında Melih Gökçek’e başarı plaketi verildi. Sonra da Gökçek, JW Marriott Otel’in sahibi Özdoğan ailesinin ferdi Ali Özdoğan’a ödül verdi. Yani ödülü hak eden Özdoğan’lar ile hak etmeyen belediye başkanı aynı karedeydi.
Gökçek de yaptığı teşekkür konuşmasında; nüfus yoğunluğu açısından Türkiye’nin ikinci büyük kenti olan Ankara’nın turizm açısından fakir illerden biri olduğunu söyledi. Dahası bu durumu ortadan kaldırmak için yaptıkları çalışmalarla Ankara’yı cazibe merkezlerinden biri haline getireceğini söyledi.
İnsan bu sözleri sarf ederken “Gülünç oluyorum mu?” diye bir düşünür. Tam 17 yıldır Ankara’yı başkası değil, bizzat Gökçek’in kendisi yönetiyor. Sizce bu sözleriyle turizm için hiçbir şey yapmadığını ifşa etmiş olmuyor mu? 17 yıldır bir şey yapmamışken, şimdi mi yapacak? Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir diye bir atasözümüz var, güldürmeyin bizi Sayın Gökçek!
TELEFERİK PROJESİ BAŞKASINA AİT
Söylediği başka sözler de var: “Turizm açısından neler yapabiliriz diye yoğun bir çalışma içindeyiz. İlk adımı inanç turizminde atarak Hacıbayram’ı yeniledik. Şimdi buraya gelen yerli turist sayısı dört kat arttı. Yüzüncü yıl, Anafartalar, Gümrük Tekel binalarını yıkıp dev bir meydan yapacağız. Hıdırlıktepe’de de tarih, bilim ve inanç merkezi kuracağız. Atatürk Orman Çiftliği’nde de iki yıl içinde hayvanat bahçesi ve temalı park yapacağız.“
Tam dört dönemdir seçilmek için vaat ettiği maddelere bakın, bu söyledikleri var da, inanç turizmi hariç bir katkısı var mı? Kalenin durumu ortada, Atatürk Orman Çiftliği’nin hali de. Bu arada geçenlerde bir proje daha söylemiş; Oran ile Kızılay arasında teleferik yapacağım demiş. Metroyu bir metre bile uzatamamış birinin bu sözleri pek inandırıcı gelmedi. Kaldı ki bu teleferik fikrini ilk ortaya atan kişi ise 1999 yılında DSP’den Çankaya Belediye Başkanlığı’na aday olan ama seçilemeyen Murat Güztoklusu. Seçim beyannamesinde “Havaray” başlığında bu projeyi anlatmış ve Melih Gökçek’in yeni telaffuz ettiği teleferiği tam 12 yıl önce söylemiş.
SAYIN ALAADİN YÜKSEL’E KÜÇÜK BİR NOT
Son bir not daha: Ankara Valisi Sayın Alaaddin Yüksel, Ankara turizmine yönelik eleştirilerime çok üzülüyormuş. Öncelikle bu hassasiyetinden dolayı kendisine teşekkür ederim. Geçen hafta da yazmıştım, kendisi gerek Antalya gibi daha önceki görev yerlerinde, gerekse Ankara’da çok başarılı işlere imza atıyor. Ankara turizmin gelişmesi için de çırpınıp, duruyor.
Sayın Yüksel’in bu gayretlerine ve yeterli olmasa da mesafe kat etmesine karşın, belediyeler kılını kıpırdatmıyor. Örneğin Alaaddin Bey, göreve gelişine kadar hiç söz edilmeyen turizme start vermek için kongreler düzenledi, toplantılar yaptı. Sayın Gökçek başta olmak üzere belediye başkanları kaçına katıldı ya da açılış konuşmasından sonra kaçında görüşleri dinledi. Sizi yormayım, ortada yoklar.
Sayın Valim siz olmasanız turizmden bile bahsetmeyecekler. Kısacası gayretlerinizi takdirle karşılıyor ve yeterli olmasa da mesafe kat etmenizi alkışlıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2011
77 yıl önce 5 Aralık 1934’te yapılan Anayasa değişikliği ile kadınlara parlamentoya seçme-seçilme hakkı tanınmıştı. 8 Şubat 1935’de yapılan seçim sonucunda 17 kadın milletvekili, parlamentoya girmişti. İlk kadın milletvekillerinden birine ait gülümsetici bir anekdotla, tümünü anmış olalım. Rahmetli gazeteci Şinasi Nahit Berker, eski kadın mebuslardan ve tanınmış noterlerimizden Zihni Nayman’ın refikaları sayın Esma Nayman’la 1940’lı yıllarda Anadolu Ajansı’nda “Birlikte çalışmak şerefine nail olduğunu” yazdığı Matbuat Hazretleri kitabında şu öyküyü anlatıyor:
Esma hanımefendi, öğleden sonra saat üçe doğru teşrif ederler, saat beş sularında bir çaya müteveccihen hareket ederlerdi... Bu arada, muhtelif yerlere telefon ederler, uzun süren konuşmalardan sonra, sosyete dedikodularından bütün arkadaşları aydınlatırlardı... Sayesinde, bir hayli havadisi ilkönce ben uçurmuştum... Sağolsun!... Lâkin, United Pres veya Reuter’den gelen taptaze haberleri Türkçeye tercüme ederken biraz gecikir, eğer çay saatine de az vakit kalmışsa, ehemmiyetsiz kaydı ile sepete atar, bir taksi çağırtır, sessiz sedasız giderdi...
KADINLAR 77 YILDIR MECLİS’DE
Gene böyle bir gün, Esma Hanım, pılısını pırtısını toplamış gidiyordu ki, telsizcinin çırağı Reuter’den mi, United Press’ten mi bir flaş havadis getirdi ve Esma hanıma verdi... Esma hanım ayaküstü şöyle bir göz gezdirdi... Başmuharrir Fazıl Kurtiş’e hitaben:
“Fazıl bey, baktım mühim bir şey yok... Müsaadenizi rica edeceğim” dedi... Ve rüzgar gibi geçti gitti...
Anadan doğma asabî olan Fazıl Kurtiş, birimizden birine seslendi:
“Esma hanımın attığı haberleri şu sepetten alıp versene bir bakayım...”
Dediği oldu... Bir saniye, iki saniye mi ne geçti, ajans inim inim inledi:
Esma hanımın sepete attığı havadisler arasında şu da varmış
“Japonya kayıtsız şartsız teslim oldu!”
İkinci Dünya Savaşı’nın bitiren olay olan “Japonya’nın kayıtsız şartsız teslimi” haberini çöpe atan AA mütercimi rahmetli Esma Nayman ve 16 arkadaşı tarihimizdeki ilk kadın milletvekilleri unvanını taşıyorlar.
MAHALLE BAKALINA SORMADIKLARI KALDI
Geçen haftaki köşe yazımda Londra turizm fuarını yazmış ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün heyetiyle gitmediğimi dile getirmiştim. Bu yüzden de ne yoluma halılar serildiğini, ne kraliyet arabalarına bindiğimi, ne de saray sofralarında ağırlandığımı aktarmıştım. Aksine vize almak için bile cebelleşip, sinir harbine girdiğimi ve konunun açılımını da bu hafta yazacağımı söylemiştim. Kaldığımız yerden devam edelim...
Benim için sıkıntı İngiltere vizesi almak üzere yaptığım müracaatla başladı. Diplomatik ve mülki erkanda akratide gazeteci olmama, İngiliz Elçiliği davetlerine çağrılmama rağmen vize alabilmem için ahretlik sorulardan oluşan koca bir form önüme kondu. Türkiye’deki tapulu mallarımın listesi, bankadaki hesaplarım, eşime ayda kaç para verdiğim, taciz veya tecavüz gibi konulardan hüküm giyip giymediğim, daha önce toplu katliam olaylarına karışıp karışmadığım gibi birçok abuk sabuk sorunun sorulması bir kenara, hakkımdaki bilgiler sağır sultana bile soruldu. Allahtan oturduğum evin yakınında mahalle bakkalımız yoktu da ona da kaç yumurta, kaç ekmek aldığım filan sorulmadı.
FRAK YA DA FIRST LADY’İN KIYAFETİ DAHA MI ÖNEMLİ
Üstelik vize için büyük para aldıkları yetmezmiş gibi, bir de işlem yapıyoruz diye 20 gün kadar pasaportuma el koydular. Neyse her şeyin bir karşılığı var tabii... Bundan sonra İngiliz Elçiliği’nden davet geldiğinde elçinin tapularını, eşine verdiği parayı sormadan asla katılmam ve eften püften organizasyonlarına muhabir yollamam.
Bizler toplumun gözü önünde olan birçok yayında imzası bulunan, daha önemlisi protokol davetlerinde yer alan kişileriz. Bize böyle bir muameleyi reva gördükten sonra, sokaktaki Türk vatandaşına uygun gördükleri davranışı düşünemiyorum! Üstelik böyle bir uygulamayı Amerika, Almanya gibi vize isteyen ülkelerden bile görmemişken. Onun için Ertuğrul Özkök’ün sarayda gazetecilerin giydiği frak’ın yakışıp, yakışmadığı gündemine de, Hayrunnisa Hanım’ın kıyafet tercihi üzerine yorumlarına da ilgisiz kaldım. Keşke, Ertuğrul Bey, İngilizlerin vize konusunda Türklere reva gördüğü yaptırımları tartışmaya açsaydı!
ELEŞTİRİDEN PAY ALMAYANLAR ŞAPKASINI ÖNE KOYMAYANLAR
Londra gibi bir başkent düşünün ki yılda milyonlarca turist ağırlıyor ve büyük paralar kazanıyor. İşte bu yüzden geçen hafta tanıtımda sözden ileri gidemeyen Ankaralı kamu ve sivil toplum örgütlerini eleştirdim. “Niye dünya turizm fuarlarında Ankara standı yok?” diye sorunca da herkes kendince bir savunma mekanizması geliştirdi. Bu eleştirimi üzerine alıp, alınganlık gösteren ilk kişi ise Ankara Valisi Alaaddin Yüksel oldu.
Hâlbuki kendisi Ankara turizminde geri kalmışlığın suçunu üzerine alacak en son kişiydi. Zira daha önceki görev yeri Antalya’dan da edindiği tecrübeyle ve vizyonuyla Başkentin ana sorunlarına el atmış bir kişiydi.
Belki de Ankara’nın tarihinde ilk kez turizm kongreleri düzenledi, yol haritaları çıkardı. Kısacası çabaladı, değişik kesimleri harekete geçirdi. Sonrası mı? Onun meşale elde önde koşturmasına karşın, diğerleri yavaş adımlarla takip etti. Biliyoruz ki sistemden dolayı ülkemizde valiler belli bir yere kadar söz sahibi. Sahnede esas rol alması gerekenler ise seçimle yönetime gelen yerel yöneticiler. Mesela Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek pek ala bu eleştirimden pay çıkarıp, şapkasını öne koyabilirdi. Keza turizmle ilgili sivil toplum kuruluşları.
ŞEHRİN RUHUNU KAYBETTİREN Mİ ATAK YAPACAK?
Örneğin yeni yatırımları bir kenara bırakın, Ankara’nın mevcut potansiyelini harekete geçirebilecek olan kişi Gökçek, ama o Maymunlar cenneti, Disneyland gibi içi boş projelerle hayal dünyasında süzülüp gidiyor. Dahası cadde ve meydanları yok edip, yolları otobana çevirerek, hatta Gökkafes ismiyle anılan demir yığını gibi enkazlarla görünümü bozarak şehrin ruhu yok ediyor. Yenimahalle ve Altındağ belediyeleri hariç diğer ilçe belediyeleri ise Gökçek’le kolkola girmiş, turizm için kolunu bile kıpırdatmıyor. Örneğin, bırakın Ankara’yı, Türkiye’nin en önemli ilçesi Çankaya bile turizm bir kenara yerleşik düzendekilere dahi yetersiz kalıyor.
Yazım üzerine Vali Yüksel’le beraber bazı kamu kuruluşlarının harekete geçmesi de hoşuma gitti. Örneğin Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara İl Müdürü Doğan Acar, yeni kurulan Ankara Kalkınma Ajansı’nın yöneticileri şehir için düşündükleri ve yaptıkları çalışmaları anlattılar. Hepsini olmasa dahi, yarısı hayata geçse, şehri çok güzel günler bekler.
Turizm dolu günlerin müjdesi olarak da Vali Alaaddin Yüksel’in göreve gelmesiyle beraber Ankara’ya gelen turist sayısındaki yüzde 15’lik artışı gösteriyorlar. Yanlarında Ankara için hazırladıkları raporları ve istatistikleri de getirdiler. Önümüzdeki hafta sizlerle paylaşacağım. İnanın Başkentle ilgili bu rakamlar çok ilginizi çekecek ve kafanızdaki birçok soruya yanıt bulacaksınız.
İÇ HATLARDAKİ ARTIŞ DIŞ HATLARA YANSIMADI
Bir ön enformasyonda da bulunayım. 2010 yılı Ocak ve Eylül ayları ile 2011 yılı Ocak ve Eylül ayları arasındaki Esonboğa Havalimanı’na gelip-giden yolcu ve uçak sayılarını verdiler. 2010 yılında toplam 5 milyon 779 bin yolcu sayısı çıkarken, 2011 yılında bu rakam 6 milyon 482’ye çıkmış. Deminde belirttiğim gibi bu sayılar yılların ilk dokuz ayını veriyor. 12 aylık veriye bakınca 2010 yılında 7 milyon 866 olan yolcu sayısı, 2011 yılında tahmini 9 milyon’a çıkıyor. Yani yüzde 15’lik bir artış söz konusu.
2010 yılının ilk dokuz ayında dış hat uçuşları 1 milyon 27 bin olarak gerçekleşirken, 2011 yılında sayı 1 milyon 112 bin olmuş. Yani yüzde 8’lik bir artış söz konusu. Bu rakamda şunu gösteriyor ki, yurtiç seferler ortalamayı yükseltmiş, yurt dışından ise küçük bir artış olmuş. Yani Ankara turizmini yabancı ülkelere çok iyi anlatamamışız.
TEPEMİZDEN 73 BİN UÇAK GEÇTİ
Uçak seferlerinin sayısına bakınca da aynı oran göze çarpıyor. 2010 yılının ilk 9 ayında iç-dış hat toplam uçuş sayısı 45 bin 824 olurken, 2011 yılının aynı dönemi için sayı 53 bin 732 olmuş. Yani yüzde 17’lik bir artış söz konusu. Gel gör ki bu uçuşların dış hat seferleri 2010 yılında 8 bin 811 olurken, 2011 yılında rakam 9 bin 099 olmuş. Yani dış hat uçuşlarında yüzde 3‘lük bir artış söz konusu. Bu arada 2010 yılı ile 2011 yılının tahmini 12 aylık rakamlarını da vereyim. 2010 yılında 63 bin 406 olan uçuş sayısı, 2011 yılında tahmini olarak 73 bin olacak.
Sözün özü iç turizmde ivme kazanan Ankara, dış pazarda çok yavaş seyrediyor. Şimdi neden dış tanıtım yok diye yazdığım anlaşıldı mı?
Yazının Devamını Oku