Aklıma hemen Kadir İnanır’ın yaptığı espri geldi. Yılların oyuncusu Kadir İnanır, bir gün Necef Uğurlu’ya gelip, “Fransızlar bana, ülkelerine yaptığım katkıdan dolayı Legion d’Honneur nişanı takacaklar” demiş. Başta Necef Uğurlu olmak üzere etrafındakiler ünlü sanatçıyı kutlama gayreti içine girerken de nedenini açıklamış: “Fransızca kökenli motivasyon kelimesini Türkçeye kazandırdığım için bu ödüle layık görüldüm” İşte Gökçek’in ödülleri de böylesine bir şey.
Gelelim esas konumuza. Tilkisi, kargası derken çeşitli hayvanlarıyla tanıdığım La Fontain’den Masallar kitabını, bir daha elime almamak için artık iki nedenim var. Birincisi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in icraatları, ikincisi ise Ritz Carton Otel’in sergilediği tutum. Ritz Carton’u sona bırakıp, Gökçek’le La Fontain’in ne gibi bir bağlantısı olduğunu aktarmaya başlayayım.
Safariden vazgeçtik eldeki kalsın yeter
Belediye Başkanı Melih Gökçek’in her yerel seçim öncesi yeniden seçilmesi halinde yapacağı işleri sıraladığı bildirgelerine tekrar göz gezdirdim. Aralarında “Zihni Sinir“ projelerini çağrıştıran bölümler bir hayli fazlaydı ama uçuk kaçık projeler arasında bir maddeyi dört seçimde de hiç ihmal etmeden kullanmıştı. Şimdi uçuk kaçık projeleri nelerdi diye soranınız çıkabilir; İçinde neler yok ki! Ankara’nın sekiz ayrı girişine dev heykellerden restoranlar yapmak, Ankara Kalesi’nin 150 metre uzağındaki Hıdırlık Tepe’de iki tane dev yolcu uçağını yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki özel direkler üzerine oturtarak seyir terası ve restoran yapmak, Dısneyland kurmak, say say bitmiyor.
Peki, her seçim dönemi söz verdiği proje ne? Çubuk Barajı’nın yanında bulunan binlerce dönümlük ormanlık arazinin etrafını çitlerle kapatarak safari alanı haline getirmek ve başka bir bölgede de maymunlar cenneti yaratmak. Ancak üstü kapalı araçlarla gezilebilecek parkta, Afrika’daki safari alanlarında bulunan zürafa, fil, aslan gibi vahşi hayvanlardan oluşan sürüler dolaştırma hayali önümüzdeki seçimlerde de sürecek mi, bilemiyorum ama bugün hiçbiri Sayın Gökçek tarafından telaffuz bile edilmiyor.
Onları görmek ücretsiz ama!
Sanıyorum Tarım Bakanı Mehdi Eker sözlerin fazlaca havalarda uçuştuğunu anlamış olacak ki 19 Ekim 2011’de AOÇ içerisindeki hayvanat bahçesini Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devretti. Gökçek ve ekibi de bu devirden sonra temizlik, düzen ve hayvanların bakımına özel ilgi anlamında sözüm ona kolları sıvadı. Hatta devir esnasında büyük laflar bile edildi. Yaklaşık iki bin dönüm arazi üzerine inşa edilecek olan Ankara Hayvanat Bahçesi tamamlandığında, mevcut hayvanların yanı sıra pek çok değişik hayvan da getirilecek. Bunun yanı sıra hayvan gösteri merkezleri, safari alanları, hayvan hastanesi, lunapark ile tema park gibi tesisler de yer alacak. Proje tamamlanıncaya kadar da içinde 160 tür hayvan barındıran bahçeye giriş ücretsiz olacak.
İşte bu hafta kadına uygulanan ilginç yasakları köşeme taşıyacağım. Bakalım bugün bile geçmişin özlemiyle yanıp tutuşanlar aşağıdaki satırlarda aktardığım trajikomik yasaklar için ne düşünecekler?Osmanlı toplumunda yasaklar, kadının toplumsal hayatını büyük ölçüde etkilerken, tepkilerin cılız kaldığı yadsınamaz bir gerçek. O dönemde kadının evde oturması gereken bir süs eşyası olduğu belgelerle saptanıyor. 1453’de İstanbul’un fethinden, l909 2. Abdülhamit devri sonlarına kadar, yani 456 yıl kadınların erkeklerle beraber kayığa binmeleri yasaklar listesinin başında yer alıyor. 25’inci Osmanlı Sultanı 3. Osman tahta çıkması ile birlikte bir ferman yayınlıyor. Padişahın sokağa çıktığı üç gün boyunca, kadınların süslenerek dışarı çıkması yasaklanıyor. l573 yılında kadınların kaymakçı dükkânlarına girmesine izin verilmiyor.
Osmanlı'da yasaklar ve kadın
Lale Devri’nde ise dar feracelerin giyilmesi men ediliyor. Ayrıca gösterişli uzun yakaların, yemenilerin, kurdelelerin kullanılmasına yasak getiriliyor. l725 yılında ise kadınların yemeni ile sokağa çıkmalarına izin verilmiyor. Süslü ve büyük başörtüsü kullanan kadınların, elbiselerinin yırtılacağı ve bu tür elbiseler diken terzilerin de sürüleceği fermanı veriliyor. l752’de kadınların sevgilileri ile buluşmalarını önlemek için, mesire yerlerine gitmeleri engelleniyor. l870 yılında açılan kız öğretmen okulunda, on yaşından büyük kızlara erkek öğretmenlerin ders vermesi yasaklanıyor.
Yıllar geçtikçe yasaklar şekil değiştiriyor, ama eksilmiyor. l5 Ağustos l88l yılında Levant Herald Gazetesi, halka açık yerlerde kadınların çarşafla dolaşmasının yasaklandığını açıklıyor. Kadınların Beyazıt, Aksaray, Şehzadebaşı gibi yerlerden araba ile geçmeleri de men ediliyor. Aynı yıllarda, kadınlara, laf atmak, işaret etmek ceza kanunun 202. maddesine göre suç sayılıyor. Bunun yanında da 2. Abdülhamit ferman yayınlıyor: Saray kadınları dışındakilerin ferace giymelerini yasaklanıyor.
Erkeklerle aynı kayığa binmeleri yasaktı
Osmanlı döneminde de şimdi olduğu gibi kadınların dövülmesine büyük tepki gösterilmiyor. Ancak o dönemde, yabancı basın, bu konuyu değişik şekillerde işliyor. Sultan 1. Mahmut, kadınların erkeklerle aynı kayığa binmelerini yasaklıyor. Sultan 3. Mustafa’da kadınların her ne şekilde olursa olsun, sokağa çıkmalarını men ediyor. Yavuz Selim’in Kanunnamesi’nde, kadınların su taşıdıkları yerlerde erkeklerin dolaşması yasaklanıyor.
İlerideki süreçte kadınların erkeklerle yan yana gelmesini önlemek için, tramvay, vapur ve şimendifer gibi araçlarda tahta bölmeler yapılıyor. Çoğu zaman ev ziyaretlerinde kadınlarla erkekler ayrı ayrı odalarda oturuyorlar. l900’lü yılların başında da, ulaşım araçlarında kadın ve erkek ayrımı uygulaması sürdürülüyor. Kadınların kocaları ile faytona binmeleri de men ediliyor. Yasak olmayan ve olan sokaklardan oluşan yasak mesire yerlerinin belirlendiği, bir şehir haritası yaratılıyor. Kadınların ne tür araçlarla, hangi yönde hareket edeceklerini belirleyen bir trafik kuralı hayata geçiriliyor.
Rüşveti veren kadınsa!
Başkent bürokrasisinin mesai saatlerindeki resmiyete dayalı ağır havasının, iş yemekleriyle daha soft bir kalıba dönüştüğü ise inkar edilemez bir gerçekti. Zaten devletle işadamları arasındaki politik ve ekonomik ilişki de bu yemekler sayesinde sağlanıyordu. Çok değil kısa bir süre öncesine kadar bu tip mekânlarda, yeni siyasi oluşumlar filizlenir, iktidarlar devrilir, kapalı kapılar ardında politik pazarlıklar yapılırdı. Tabii nice evlilik teklifleri, doğum günü kutlamaları, iş yemekleri de bu tip işletmelerin kapsama alanındaydı. Özellikle Türk mutfağından enternasyonal lezzetlere kadar geniş bir yelpazede hizmet sunan işletmeler, karın doyurmanın ötesinde ambiyansıyla da müşterisini kendisine bağlıyordu.
Ankara son yıllarda iş yemekleri kavramının mönüsel değişimine ayak uydurmaya çalıştı. Bu tip işletmeler bürokratik ve ekonomik ortamı kendilerini muhafazakâr ve Müslüman demokrat olarak tanımlayan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına karşı yeniden konumlandırdı. Dolayısıyla da AK Parti’li siyasetçi ve bürokratların Müslüman kimliklerine paralel yeni bir yemek kültürü oluştu.
Performans düşüşü yaşadılar
Hal böyle olunca da lezzetten yana değil, görselden ve yarattığı sosyal havadan dolayı Başkentin lezzet duraklarında performans düşüşü yaşandı. Kebap kültürünün hâkim olduğu bir atmosferde dünya mutfağından örnekler sunup, kaliteli hizmet vermeye çalışan işletmeler geri planda kaldı, hatta birer birer kapandı. Buna karşın AK Parti iktidarının mensupları ve bürokratlar, alkolsüz kebapçı ve balıkçıları mesken edinip, enternasyonal mutfaktan mümkün olduğunca uzak kalmayı yeğledi.
Ancak şimdilerde gelinen noktada önemli değişim yaşanıyor. Kebap kültürüyle yoğrulan siyasetçi ve bürokratlar yavaş yavaş yeni lezzetlere ve ortamlara doğru yelken açıyor. Dikkat ettiniz mi bilemiyorum ama son zamanlarda Ankara restoranlarına önemli katılımlar oldu. Bu mekânlar şık dekorları, batılı tarzdaki hizmet anlayışı ve dünya mutfağından oluşan zengin mönüsüyle kebap ve balık kültürüne esir olmuş müşterilerin dönüşüne zemin hazırladı. Üstelik kendilerine mesafeli duran iktidar mensuplarını da çekim alanlarına katarak.
Rafine zevklere hitap ediyor
Gelelim bu mekânlardan öne çıkanlara… Listemin ilk sırasında dekoru ve yaratılan ambiyansıyla müşterisini etkilemeyi beceren No4 Restoran- Bar- Lounge var. Keyifle yemek yemeyi, sağlıklı beslenmeyi, ailesi ve arkadaşları ile birlikte masa başında vakit geçirmeyi sevenler için tatmin edici bir işletme. Başkentin yeni yaşam merkezi Söğütözü’nde Ramada Plaza Otel’in giriş katında yer alan No4, birbirinden farklı keyif alanları ile rafine zevklere hitap ediyor. Kısaca ye, iç, eğlen tarzı mekanda şık ama sıcak dekorasyon, kaliteli bir hizmet anlayışıyla harmanlanırken, ilerleyen saatlerde tüm salonu etkisi altına alan müzik ise sürpriz bir ismi karşınıza getiriyor. En azından benim olduğum gece bu sürprizi yaşadım ki, öğrendiğime göre her Cumartesi akşamı tekrarı yaşanacakmış. Farklı stillerde kullanabildiği renkli vokali ve eşsiz sahne performansıyla dünya çapında bir House Diva olan Danna Leese o gece bize unutulmaz bir performans sergiledi.
İş durumundan değil eş durumundan
Hemen hemen bütün meslek gruplarını saran bu moda, şimdilerde Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarında kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Paylaşım sitesi üzerinden kişi ya da kurumlara salvo atışı yapanlar gündemin baş köşesine oturuyor, aynı hızla da kaybolup, gidiyor.
Bunun tek aykırı örneği var, o da 1994’den beri Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek’in söylemleri. Başkanlık koltuğuna ilk oturduğu günden beri, gerek icraatları, gerekse söyledikleriyle hep gündemde kalıyor. Gerçi son yıllarda karizması fena çizilip, söylemleri ciddiye alınmayan bir kişiye dönüşse de, eylemleri hepimizin yaşamını etkiliyor. Örnek mi?
Geçenlerde Twitter’den yolladığı bir mesajla, cadde ve sokakları sular altında kalan İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni eleştiriyor ve şehrin Venedik’e dönüştüğünü yazıyordu. Güldüm... Zira aynı espriyi 2010 yılının Temmuz ayında, yani yaz ortasında sular altında kalan Ankara için ben yapmıştım. Ne ilginç değil mi? Anlaşılan benim kendisinin icraatları hakkında yazdığım yazıları beğenmese de, yaptığım esprileri taklit etmekten geri kalmıyor.
Hatırlayın, 2010 yazında protokol yolu da dahil Başkentin birçok yeri yağmur suları altında kalmıştı. Peki, o süreçte Melih Bey medya karşısına çıkıp ne demişti? Uzun yıllar Ankara’nın böylesine yoğun bir yağış görmediğini filan açıklayıp, çaresizliğini beyan etmişti. Zaten sonraki yağmurda alt geçitlerde arabalarıyla suyun için mahsur kalıp, boğulma tehlikesi geçirenler için de aynı açıklamalarda bulunmuştu.
ALLAHTAN ATAKULE IŞIKLANDIRILDI DA DENİZ FENERİMİZ OLDU
Aslında bunlar olurken herkes ondan, Zihni Sinir projelerinden birini örnek vererek açıklama yapmasını bekliyordu. Ne bileyim “Ankara’nın göbeğinde Venedik keyfi yaşattık, ulaşımı gondollarla sağlayacağız” diyebilirdi. Malumunuz metro, toplu taşımacılık derken 19 yıldır milleti oyaladığı Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından tescillendi ya? İşte o süreçte, kendisine, Ankara’yı Venedik’e çevirdiği için eleştiri bombardımanı yaĞdırmıştım. Hatta Atakule’nin ışıklandırılmasındaki başarısını alkışlayıp, “Gökçek’den vatandaşa büyük hizmet... Sular altındaki Ankaralılar artık deniz fenerine dönüşen Atakule sayesinde yönlerini bulabilecek” diye gırgıra bile almıştım.
Toplum olarak hafızamız kuvvetli olmadığını bildiğim için bir başka hatırlatma daha yapayım. 2007 yazı, Ankara’nın tarihine “Susuz yaz” olarak kazınmıştı. Su konusunda gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bırakmış, aylar boyunca, bir tek damla suya hasret kalmıştık. Gökçek’in gereksiz yere suyu kesmesi ise sıcaktan kavrulan Başkent’e Kerbela’yı yaşatmıştı. Su konusunda yağmur duasına çıkılmasını önermesi ise dün gibi aklımda... “Cenab-ı rabbim yağmur yağdırırsa, susuzluğa çare buluruz” diyerek, tarihi açıklamalarından birini daha yapmıştı.
MARİFET KURAK MEVSİMDE SUYUN ŞEHRİ TESLİM ALMASINDA
Gündoğdu Duran’ın sözlerini yazdığı “Soyledim aşkımı ben, ankara rüzgarına. Olmadı kaldı benim her hevesim yarına” şarkısını mırıldanıyorum. Ve Ankara’yla ilgili yazılan binlerce şiire ilham vermiş o mihengi düşünüyorum. Sonra da, Ankara’nın, milli mücadele tarihimiz, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz için taşıdığı önemi...
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Ankaralıların, iş yerlerine ulaşmaya çalışmalarını seyrediyorum. Alıveriş merkezlerinde gezinen, kafelerde soluklanan insanların çoğunun, ev hanımı ve öğrencilerden oluştuğunu gözlüyorum. Mesai bitimiyle birlikte akşamı geceye taşımak isteyenlerin yüzlerini Sakarya, Filistin, Arjantin Caddeleri ya da Çukurambar, Çayyolu hattına çevirdiğine tanık oluyorum. Meyhanede üst düzey bir bürokratla, öğrenci ve işçinin rakı masası komşuluğuna katılıyorum.
Bakırcıların, antikacıların üs kurduğu Çıkrıkçılar Yokuşu’ndaki dükkânlarda pazarlık yaparken rastlıyorum, Türkiye’nin en zenginlerine. Altınpark’ta, Seymenler’de, Kuğulu Park’ta kesilen bir ağaca birlikte üzüldüğünü görüyorum gecekondu sakiniyle, villa sahibinin. Yoksul semtin abidesi gibi yükselen Kale burçlarının içindeki restoranlarda zengin ve fakirin buluşmasına eşlik ediyorum. Kısacası birçok metropolde yaşananın aksine, insanların birlikteliğiyle yarattığı armoniye baka kalıyorum.
BAŞKENTİLER YENİ YASAYLA NELER KAYBEDECEK?
Sonra bu ortak yaşamı birlikte paylaşan insanların yeni Yerel Yönetimler yasasıyla neler kazanıp, kaybedeceklerini gözümün önüne getiriyorum. Öncelikle Yenimahalle’den kopartılıp, Çankaya ve Etimesgut’a dâhil edilen mahallelerin derdinde değilim. Beni esas düşünceye sevk eden belediye sınırlarının 180 kilometre ötedeki ilçeleri bile içine alacak şekilde genişletilmesi.
Şöyle bir düşünün; belki de Ankara merkeze hiç gelmemiş insanların bizlerle beraber Büyükşehir Belediye Başkanı’nı, Belediye Meclisi üyelerini, hatta ilçe belediyesinin yöneticilerini seçecek olması ne kadar sağlıklı? Ya da tam tersi oralardaki ilçe belediyelerinin çalışmalarına bizlerin müdahil olması ne kadar akılcı? Örneğin Nallıhan’dan ya da Haymana’dan bırakın sık sık gelmeyi, yılda bir kez bile yolu Ankara’ merkeze düşmemiş insanların Büyükşehir Başkanlığı seçiminde oy kullanması akıl karı bir iş mi? Üstelik bu gelecekteki sorun yumağının sadece bir parçası.
YÜZDE 12’İNİN OYU YÜZDE 87,82’DEN DAHA DEĞERLİ
Hürriyet Ankara’nın Haber Koordinatörü ve yazarı Deniz Gürel iki gün üst üste yazdı; Belediye Meclisi üyesi seçiminde yüzde 12’lik kesim neredeyse meclisin yüzde 51’ini seçecek. Nasıl mı? Çankaya, Yenimahalle, Keçiören, Sincan, Etimesgut, Mamak, Altındağ derken merkezde bulunan ve seçmen sayısı tüm Ankara il sınırlarının yüzde 87.82’sini oluşturan yedi ilçe 131 kişiden oluşan belediye meclisinin 64 sandalyesini seçerken, toplam sayısı 18’i bulan kent dışı ilçeler yüzde 12’lik seçmen sayısıyla meclise 66 üye sokacak. Bir diğer ifadeyle 335 binlik bir rakama ulaşan dış ilçe seçmeni meclise 66 üye sokarken, 3 milyon 225 bine ulaşan merkez ilçelerdeki seçmen ancak 64 üye sokabilecek. Yani şehirle ilgili alınacak her kararda taşra diye de tanımlayabileceğimiz dış ilçelerin mutlak hâkimiyeti olacak. Şaka gibi değil mi? Eh artık bu meclis tablosundan çıkacak kararları siz hesap edin!
Üstelik seri halde başlayan alt geçit ve üst geçit projelerinin ilki sayılan Akay Kavşağı projesi, çok fazla eleştirildi. Hiçbir işe yaramadığı, çok yüksek paralara mal olduğu gibi tartışmalar, o dönemde gazete sayfalarını doldurdu. Ama hiç biri Gökçek’i yıldırmadı. Birbiri ardına açılan iptal davalarına rağmen, Ankara’nın ortasından bir otoban geçirdi.
Çankaya’yı, Esenboğa’ya, trafiğin hiç aksamadan akması hayaliyle birleştirmeye karar veren Gökçek, trafik tıkanıklığı gördüğü her yeri alt ve üst geçitlerle doldurdu. Sonuçta da Ankara’nın çehresine, geri dönülmez müdahalelerde bulundu. Kısacası Ankara’yı, kelimenin tam anlamıyla, sadece otomobillerin yaşadığı bir şehre dönüştürmeyi başardı.
Şimdiki durum ise ortada, dört hatta beş şeritli yollar, daraltılmış kaldırımlar ve karşıdan karşıya geçmenin maharet gerektirdiği arterler. Her gün kaza haberlerinin eksik olmadığı bir süreci yaşıyoruz ki, bu negatif görüntüden insanlar kadar hayvanlar da nasibini alıyor. Araç altında kalmış kedi, köpeklere o kadar çok rastlıyoruz ki bu görüntüler kalbimizde derin yaralar açıyor. Bense, kimi zaman “Ah Ankara’nın da bir Panter Emel’i olsa” diye hayıflanıyorum.
BAŞROLÜ KOMŞU KIZI TÜRKAN ŞORAY’A KAPTIRINCA!
Şimdi aranızdan “Panter Emel’de kim?” diye soranınız olabilir. O, sırtında bir mont, elinde koca çantası, peşinde kameramanlarla hayvan haklarını kendi yöntemleriyle ekranlara taşıyan ilk insan. Asıl adı Emel Yıldız. Bir zamanların, sanıyorum 1960-1963 yılları arasının Yeşilçam sanatçısı. Sekiz civarında başrol aldığı filmi var ki, anlatılana göre bir gün evde canı sıkılan kiracılarının kızı Türkan Şoray’ı alıp film setine götürüyor. Filmin yönetmeni Şoray’ı görünce seti durdurup, filmi baştan çekmeye karar veriyor. Sonuçta da Türkan Şoray, Yeşilçam tarihine adını altın harflerle yazılan efsaneye dönüşürken, başrolü komşu kızına kaptıran Emel Hanım sinema dünyasına veda edip, biraz da kırgınlıkla kendini hayvanlara adıyor.
Onu televizyon ekranlarında ilk gördüğümde ahırdaki eşeğe tecavüz etmiş ahlaksız bir adamın kafasına çantasını fırlatıyordu. İyi hatırlıyorum, metrelerce uzaktan yaptığı isabetli nokta atışına hayran kalmıştım. Daha sonra birçok eylemde Prof. Dr. Orhan Kural’la beraber hayvan hakları mücadelesinde başrolü almıştı. Panter dedim de aklıma geldi. Aslında Ankara’nın da etiyle kemiğiyle hakiki bir panteri vardı. Üstelik hüzünlü bir hikayesi de...
ANADOLU’NUN SON PANTERİNİN HAZİN ÖYKÜSÜ
Tarihler 1974 yılının Ocak ayını gösteriyordu. Kış, tüm şiddetiyle kendini hissettirmeye başlamış, yağan kar tüm Ankara’yı beyaza boyadığı gibi, yolları da kapatmıştı. Tipinin bir kamçıdan farksız dokunuşları Başkentlileri evlerine hapsetmiş, birçok türden hayvan ise insanların aksine sığındıkları inlerinden, ağaç kovuklarından çıkıp, yiyecek bir şeyler bulabilmenin telaşına düşmüştü. Bala yaylalarında da hayvanların mideleri açlıktan titremekteydi. Hepsi henüz donmamış su birikintilerinin etrafında karınlarını doyurma çabası içine girip, kümeleşmişti.
Zira gözümün önüne, yaşamını öğrencilerine ve kurtarılmayı bekleyen binlerce hastaya adamış bir bilim adamı geldi. Onunla beraber bu ülkeye sayısız eserler bırakmış müthiş insanlar da! Kimler miydi? Birazdan kimliğini ve icraatlarını anlatacağım konferans konuşmacısının deyimiyle “Kadir Haslar, İzzet Baysallar, İhsan Doğramacılar, Mehmet Haberallar…”
Ankara’nın en önemli üniversitelerini bir çırpıda sayın desem, aklınıza hangileri gelir? Sizi yormayayım, ODTÜ, Ankara, Gazi, Hacettepe, Bilkent, Başkent üniversiteleri... Tarihçelerine baktığınız zaman, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Başkentte, öncelikle Ankara Üniversitesi oluşturulduğunu görürsünüz. İlk fakültesi de bugünkü Opera Meydanı’nda Vakıf Eserleri Müzesi olarak değerlendirilen Hukuk Mektebiydi. Kapılarını 1925 yılında öğrencilere açarken, bütün fakültelerin tek bir çatı altında toplanması, yani Ankara Üniversitesi’nin kurulması 1946 yılını buldu.
1926’da kurulan Gazi Terbiye Enstitüsü ise nitelikli öğretmen yetiştirmek üzere faaliyete geçti ki, 1980 yılında kurulan Gazi Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ise İngilizce dilinde mühendislik öğretimi yapmak amacıyla 15 Kasım 1956’da kuruldu. 1967 yılında Sıhhiye civarındaki Hacettepe Semti’nde oluşturulan Hacettepe Üniversitesi’nin çekirdeğini ise Tıp Fakültesi oluşturdu. Malumunuz Hacettepe’nin kurucusu daha sonra 1986’da faaliyete geçen Bilkent Üniversitesi’ni de ülkemize kazandıran merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dan başkası değildi. Hacettepe’de eğitimini tamamlayan Mehmet Haberal ise Doğramacı’nın izinden gidip, 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurdu.
Gelelim konferanstaki konuşmacıya... Hacettepe Üniversitesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı’nın öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Zafer Öner o gün Başkent üniversitesinde konuk konuşmacı olarak kendisini bu günkü konumuna getiren Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı anlatıyordu.
ELLERİNDE SANKİ SİHİR VAR
Bu günkü konumu dedimse de, kendisi binlerce insanı sağlığına kavuşturmuş ve kavuşturmaya da devam eden önemli bir cerrah. “Şifa dağıtan ellerinde sanki sihir var” diyen insanların sayısı ise sayılmayacak kadar çok. Neredeyse tüm yaşamını öğrencilerine ve hastalarına vakfetmiş, belki de bu yüzden de evliliği bile aklına getirmemiş bir kişi.
O gün salonu dolduran kalabalığa Haberal’ı anlatmaya başlarken, “İşte ben bugün sizlere o kıyıda köşede kalmış ancak onurundan kaybetmemiş, cumhuriyetin o ilk günlerindeki ruhu hala bedeninde taşıyanlardan olan bir kişiyi, bir cesur yüreği, tanıdığım kadarıyla ve dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım” diyerek söze girdi. Tıp adamı Haberal’ı en yakınındaki bir öğrencisi ve meslektaşından işitmeye başlayanlar pür dikkat kesilip, siyasetten arınmış konuşmaları dinlemeye başladı.
Malumunuz, Tempo, Ekonomist, Capital derken, Ankara Bölge Temsilciliği görevini üstlendiğim Dogan Burda Dergi Grubu’na bağlı 36 dergi olunca, benim farklı kulvarlarda koşuşturmam kaçınılmaz oluyor. Bu kez rotamı Bolu’nun Karacasu mevkine çevirmiş ve Atlas dergimizin Canon firmasıyla birlikte düzenlediği organizasyon için yollara düşmüştüm.
Öncelikle şunu belirtmeliyim, iyi ki de Ankara’nın politik derinliklerinden Bolu dağlarının serinliklerine doğru yol almışım. Zira Ankara’da yaşayıp da otobandan arabayla 1,5 saatlik mesafedeki bu cennet köşemize bu güne kadar gitmemem yaşamımda büyük kayıpmış. Görüp, yaşadıklarımı aktarınca sizler de hak vereceksiniz.
Ankara havasını soluyan herkes hafta sonu gelip çattığında ne yapacağını düşünür durur. Yazları sahil şeridine, kışları kayak merkezlerine gider durur da, doğayla baş başa kalacağı destinasyonları bir türlü programına alamaz. Doğayı aklına getirenimiz de ya seçeneklerin kıtlığından, ya da kısıtlı sayıdaki yerlerin kalabalığından girişimci ruhunu kaybedip, fikrini öteler. Ankara il sınırlarının sağladığı imkanları şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Gölbaşı, Karagöl, Tuzgölü, Kızılcahamam, Beypazarı, Nallıhan, Beynam ormanları derken iki elin parmaklarını geçmez... Gidildiği zaman da doğru dürüst bir tesis bulunmaz veya insan kalabalığından yer.
OTEL VE GÖL SİZİ HAYRAN BIRAKACAK
Şimdiye kadar Bolu dağını aşarken yol kenarı tesislerde mola vermişliğim, Kartalkaya Kayak Merkezi’ne gitmişliğim çok oldu da, Bolu merkeze ve beş altı kilometre ötesindeki Karacasu’ya ziyaretim hiç olmadı. Hele ki bünyesinde tabiat harikası barındıran ilçeye hayat veren Gazelle isimli beş yıldızlı otelin ve az ötesindeki Gölcük Gölü’nün kıyısında yer alan tesislerin varlığından haberdar bile değildim. Eminim, içinizde buraları bilip, göreniniz, hatta konaklayanınız vardır ama çevremdeki çoğu insan benim gibi varlığından bihaberdi.
Serde gazetecilik var ya, Atlas’ın Canon firmasıyla ortaklaşa düzenlediği organizasyon çerçevesinde trekking, Off-Road ve foto safari etkinliklerine katılmak hak getire; Otelde ve göl kenarındaki tesislerde gözde müşteri yerine, gözlemci olup çıktım. İki günümün büyük kısmını da tesislerin sahibi Halil- Emine Ergün çiftiyle beraber otel içinde ve göl kenarında geçirdim. Aslında bu çifti ve kızları Elif ile damatları Emir’i tanımanızda fayda var. Zira Anadolu’nun misafirperver ruhuyla, dünya vizyonunu kaynaştırmanın ortaya nasıl keyifli bir işletmecilik anlayışı çıkardığını görmeniz açısından çok yararlı.
İSTEYENE SPA İSTEYENE 12 AY KAYAK
Otel tam bir buçuk yıl önce müşterilerine kapılarını açmış. Orman İdaresi’nden geniş bir alanda “yürüyüş parkuru” için kiralanmış. Beş bin metrekareye yayılan dev SPA merkezi de ruhunu ve bedenini şımartmak isteyenler için hizmete sokulmuş. Otelin binasının mimarisi ve içerisindeki dekoru çok hoş. Proje klasik yayla evi ve lodge tipolojilerinin modern bir yorumu olarak tasarlanmış. Tabii tesisin güzel dizaynına başarılı işletmecilik anlayışının da eklenmesi, üstüne mükemmel SPA merkezinin ilave olması ilgiyi her geçen gün arttırmış. Hele suni karla 12 ay kayak yapma imkanı sunan 100 metrelik pistleri devreye girince ilgi daha da artmış.