Emre Kızılkaya

Gazetelerin altın çağı 'kural değil istisna'

9 Mayıs 2018
Son yıllarda hocalarımın, öğretim üyesi meslektaşlarımın veya okul yönetimlerinin davetiyle Türkiye'de 20'yi aşkın üniversitede yeni medya ile ilgili görüşlerimi paylaştım. 

Ayrıca Hürriyet'i ziyaret eden öğrenci grupları ve öğretim üyeleriyle (Columbia Business School'un MBA sınıfından, Ege Üniversitesi akademisyenlerine) aynı konuyu tartışma imkanı buldum.

Gazeteciliğin tarihi gelişimini sergileyen bir kronolojiyi göstererek bu toplantılara başladım hep. Bu kronolojide, örneğin telgraf, fotoğraf, televizyon ve radyonun icadının medyaya etkileri var. Yahut bu köşede de daha önce bahsettiğim "paketlerin açılması" meselesi ve daha da önemli bir başka nokta; yani 19. yüzyıl sonunda modern reklamcılığın keşfi sayesinde gazetelerin siyasi ve sosyal hiziplerden nasıl mali bağımsızlığını kazanıp kitleselleştiği konusu... 

Özellikle son 200 yıl içindeki inovasyonlara medya kuruluşlarının nasıl cevap verdiğini anlamak, bugünün çözümleri için gereken perspektifi şekillendirmeye yardımcı olabilir. 

İki akademisyenin geçen hafta NiemanLab internet sitesinde yayınlanan makalesinde benim kronolojiyle benzerlikler görünce şaşırdım. 

Elbette makalenin eleştirebilecek yanları var, örneğin gazeteciliğin "altın çağının" demokrasi için elzem dinamikleri nasıl oluşturduğunu ve dolayısıyla bu altın çağın aslında aynı zamanda demokratik 'ideal'e en yakın modellerden birine yol açtığını bence yeterince irdelememiş. Ayrıca gazeteciliğin içinden değil, akademiden, yani biraz dışarıdan bir bakış gibi geliyor okuyunca ve elbette Türkiye tarihine özgü perspektiften yoksun...

Yine de,  genç iletişimcilerle kurduğumuz Yeni Medya Ağı'ndan bir arkadaşımızın Türkçeye çevirdiği bu faydalı makaleyi aşağıda sizlerle paylaşmak istedim.

* * * 

(Alttaki satırların yazarı: Louisiana Devlet Üniversitesi gazetecilik bölümü profesörü John Maxwell Hamilton ile British Columbia Üniversitesi uluslararası tarih profesörü Heidi Tworek)

Yazının Devamını Oku

Gazeteler neden taksicileri değil otelcileri örnek almalı?

2 Mayıs 2018
Araç paylaşım uygulaması Uber ile mekan paylaşım uygulaması Airbnb'nin faaliyet gösterdiği sektörlere etkileri, dijital medya ve genel olarak girişimcilik için önemli dersler içeriyor.

Dünyanın en büyük taksicilik şirketi olan Uber'in sahip olduğu tek bir taksi bile yok. Tıpkı, dünyanın en büyük konaklama şirketi olan Airbnb'nin tek bir gayrimenkul sahibi olmaması gibi...

Yeni dünyanın "paylaşım ekonomisinde" bu şirketler "platform iş modeline" sahipler, yani hizmet sağlayıcılar ile müşteriler arasında bir köprü olmaktan ibaretler.

Uber ve Airbnb'nin akıllı telefonlarla hemen her cebe giren temel değer önerileri, tıpkı Facebook ve Google gibi, neredeyse mükemmel ve üstelik ücretsiz arayüzler sunmakta gizli.

Bu sayede o kadar kullanışlı bir köprü kurdular ki iki yakada oturanlar da (hizmet sağlayıcılar ve müşteriler) bu rotayı kullanmaya başladı.

Kullanıcı sayıları milyonlarca arttıkça hizmet kaliteleri ve dolayısıyla cazibeleri daha da artıyor; bu durum potansiyel rakiplerinin işini de giderek zorlaştırıyor. Üstelik bu sarmal içinde büyüme onlar için sıfır marjinal maliyet anlamına geliyor.

Peki, Uber kendi sektöründe "aksatıcı" etkisini daha ilk yıllarından itibaren çok net bir şekilde gösterip taksicileri ayaklandırırken, Airbnb neden otelcilikte benzer bir etki yaratmadı?

Uber gibi Airbnb'nin de kurulduğu 10 yıl oldu. Şirket 2016'da kârlı hale geldi ve değeri de 30 milyar doları aştığına göre dünyanın en başarılı dijital girişimlerinden biri olduğuna şüphe yok.

Fakat bir yandan Airbnb büyürken, konaklama sektörünün köklü şirketleri de büyümeye devam ediyor. Mesela

Yazının Devamını Oku

En karanlık saat geride kalıyor

25 Nisan 2018
ABD ve Avrupa'daki bir dizi yayıncı, gazeteciliği kurtaracak formülü bulmuş görünüyor. Türkiye'de de gazetecilik ve demokrasi, er ya da geç "en karanlık saati" geride bırakacak.

"Başarı nihai değildir, bozgun mukadder değildir; asıl önemlisi devam etme azmidir."

Geçen hafta THY'nin İstanbul-Londra uçuşunda izlediğim "Dunkirk" ve "Darkest Hour" filmlerinden birinde bir kez daha duydum bu Winston Churchill sözünü...

İkinci Dünya Savaşı'nın Nazilerin kazanmakta olduğu en karanlık günlerini anlatan bu filmleri arka arkaya izleyip, ardından Londra'da Churchill'in savaş kabinesini topladığı binanın önünde yürürken insan, "sığınak zihniyeti" (İngilizce'de "bunker mentality") denen kavramı daha iyi anlıyor.

Sürekli bir saldırı altında olanların geliştirdiği aşırı savunmacı tavrı anlatıyor bu kavram...

1940'ta Churchill'in yaşadığı gibi, bugün de dünyada ve Türkiye'de medya bir sığınak zihniyetinin baskısı altında. 

Uluslararası Haber Medyası Derneği (INMA) zirvesine katılmak üzere gittiğim Londra'da bu kısırdöngüyü aşan ABD'li ve Avrupalı yayıncılarla bir araya gelme, en güncel bilgileri edinme imkanı buldum.

Önce, dünya basınının ilk merkezlerinden olan, 1980'lerde Rupert Murdoch'ın gazetelerini şehir dışına taşıyarak dönüştürdüğü ve bir anlamda "Londra'nın Cağaloğlu'su" diye nitelenebilecek Fleet Street'te Andrew ile dolaştık.

Daily Express

Yazının Devamını Oku

Cep telefonu demokrasiyi nasıl etkileyebilir?

18 Nisan 2018
Türkiye'de her dört kişiden biri sabah yüzünü yıkamadan ilk iş telefonuna bakıyor. Uyandıktan sonraki ilk 15 dakika içerisinde telefona bakma oranı yüzde 79. 

Gün boyunca ortalama 78 kez telefona bakıyoruz ki bu sayı Avrupa ortalamasının 1.5 katı...  

Cep telefonunu yüzde 72 sosyal medya, yüzde 66 bankacılık, yüzde 60 arama motoru, yüzde 51 haber okuma, yüzde 49 oyun oynama amacıyla kullanıyoruz.

Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de cep telefonunda en çok tüketilen içerik türü video. 

Kullanıcıların cep telefonlarında günde en az bir kere içerik tükettiği aktivitelerin başında Whatsapp gibi anlık mesajlaşma uygulamalarında paylaşılan videoyu izlemek (yüzde 69) geliyor. Kısa video/canlı yayın/hikaye izleme (yüzde 57), metin temelli haber okuma (yüzde 55), oyun oynama (yüzde 42) ve müzik dinleme (yüzde 38) ile bunu takip ediyor. 

Mobilde bu kadar çok video izleyen Türkiye'de kullanıcıların yüzde 68'i kotasını aştığını beyan ediyor.

Bu verileri Mediacat'in hazırladığı App Guide 2018'de yer verilen Deloitte araştırmasından aldım. 

Peki, videoya bu kadar talep varsa neden son birkaç yıl içinde ABD'de metin editörlerini işten çıkarıp ekiplerini “videocularla” dolduran bir dizi yayıncı fena halde çuvalladı? 

Şu

Yazının Devamını Oku

Gerçeği öğrenmek istediğinize emin misiniz?

11 Nisan 2018
.

"Tıklamalar ve beğeniler üzerine kurulu bir dünyada konumunuzu sürekli yenilemek ve pekiştirmek istersiniz. Tatmin olabilmek için fikirlerinizi giderek daha agresif, daha sert ve daha kutuplaştırıcı bir dil kullanarak belirtme ihtiyacı duyarsınız. Yankı odalarının kutuplaştırma eğilimi var. Buralarda önemli olan, rasyonel bir tartışmayı kazanmak değil, ego merkezci sert söylemlerle sesinizi duyurabilmektir. Dolayısıyla sessiz kalmış ve zayıflıklarıyla bizim bireysel güç algımızı artıracak kişileri hedef alırız. Yalan haberler kamusal alanın bu kutuplaşmış durumunun bir nedeni değildir. Yalan haberler, teknolojiyi kullanma biçimimizin doğal bir sonucudur. Yalan haberlerin bu kadar yaygınlaşmasında teknik nedenlerin yanı sıra kültürel gerçekler de var elbette. Yalan haberlerin karşıtının gerçekler olduğunu düşünürüz değil mi? Ama gerçekler pek sevimli şeyler değildir. Gerçekler size bir gün öleceğinizi söyler. Gerçekler size hiçbir zaman olmak istediğiniz kadar zengin olamayacağınızı söyler. Neden gerçekleri isteyesiniz ki?"

Rus asıllı göçmen bir ailenin çocuğu olarak İngiltere'de doğan ve yıllarca Rus televizyonlarında çalışan yazar Peter Pomerantsev'in bu sözlerini, bu ayki Mediacat'te okudum.

Toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve teknolojik alanlarda günümüzün en kritik sorunlarını özetliyor bu sözler.

Karşısındakini ikna etmeyi amaçlayan rasyonel tartışmaların yerini, sesi fazla çıkanın baskın geldiği egoist kapışmalara bıraktığı, kamusal alanın kutuplaşmaya ve cepheleşmeye zorlandığı, hakikatin güç kaybetmesiyle meydanın yalanlara kaldığı sosyal medya düzenini tasvir eden sözler...

Son bir haftada bu düzenin merkezinden, yani ABD'den gelen haberlere bakınca bile durumun vahameti anlaşılıyor:

Politico gazetesinin son araştırmasına göre ABD'de geleneksel medya kuruluşlarının en zayıf olduğu seçim bölgelerinde Donald Trump'a destek en yüksek oranda... 

Araştırmada, özellikle yerel gazetelerin zayıf olduğu, yani örneğin çok az tiraj ve abone sayısına sahip olduğu yerler "haber çölleri" diye nitelenmiş.

Ana akım medyayı "

Yazının Devamını Oku

Çok kötü bir haberim var

4 Nisan 2018
Bu başlık "Çok iyi bir haberim var" olsa, siz muhtemelen tıklamayacaktınız.

150 yıl önce mektup taşıyan bir atlı, bilgiyi saniyede 0.003 bit hızla transfer ediyordu.

50 yıl önce bu hız, 1960'lardaki teknolojik gelişmeler sayesinde saniyede 300 bite çıktı, yani 100 bin kat arttı.

Bugün ise tüm dünyayı saran telekom kablolarından saniyede milyarlarca bit bilgi transfer etmek mümkün.*

Kısacası bilginin ulaşım hızı son 150 yılda milyarlarca kat arttı.

Öyle ki, örneğin New York'ta birçok yatırımcı, yüksek frekanslı işlemlerde bilgiye sadece birkaç milisaniye önce erişmek için borsa binasının yakınlarına taşınıp çok yüksek kiralar ödemeyi göze alabiliyor.

Peki bunun yazının başlığıyla ne ilgisi var?

Anlatayım...

* * *

Yazının Devamını Oku

Bir Hürriyet fotoğrafı

28 Mart 2018
1957'den kalma bir fotoğrafa ve Doğan Ailesi'ne dair bir yazı...

İstanbul'da bir vapurda gazete okuyan çocuk...

Türkiye'nin ve Hürriyet'in tarihine dair çok şey söyleyen bu harika fotoğrafı ilk gördüğüm anda merak etmiştim: Bu çocuk kimdi, ne okuyordu, fotoğrafı kim çekmişti?

Son sorunun cevabını bulmak kolay oldu: 20. yüzyılın en büyük fotoğrafçılarından biri olan İsviçreli Rene Burri.

Che Guevara ve Pablo Picasso gibi tarihi kişiliklerin hafızalara kazınan görüntüleriyle tanınan Magnum fotoğrafçısı Burri, savaşta ve barışta, dünyanın dört bir yanında 'an'ları ölümsüzleştirmişti.

Bu an da onun 1957'deki İstanbul seyahatinden kalan bir yadigar.

Peki çocuk ne okuyordu? Bunu bulmak için fotoğrafı daha dikkatli inceledim.

Ne çok sıkı ne de çok ince giyinmesi, mevsimin

Yazının Devamını Oku

Facebook'a 'Bilgilerim çalındı' diyorsun, gelen cevap: ¯\_(ツ)_/¯

21 Mart 2018
50 milyon Facebook kullanıcısının kişisel verilerinin çalındığı ortaya çıktı. Ve Facebook yine ciddi bir krize, gayriciddi bir tepki gösterdi. Böyle giderse Mark Zuckerberg'in günleri sayılı olabilir.

Son skandal şu:

Geçen yıl bir yazıda konu aldığım Cambridge Analytica adlı epey şaibeli araştırma şirketinin 2014 yılında 50 milyon Facebook kullanıcısının kişisel verilerini çaldığı bu hafta ortaya çıktı.

New York Times ve Guardian'ın haberleri üzerine Facebook'un yapmak zorunda kaldığı açıklama ise şöyle başlıyordu: "Bu bir veri sızıntısı değil. Aleksandr Kogan adlı akademisyenin uygulamasını indiren Facebook kullanıcıları kendi istekleriyle bilgilerini paylaştılar. Sistemlerimize sızıntı olmadı, şifreler veya hassas bilgiler çalınmadı veya hacklenmedi."

Facebook'un bu açıklaması biraz teknik bilgisi olan herkesin tepkisini çekti.

Bir sızıntı olmadığının söylenmesi laf cambazlığından başka bir şey değildi. Çünkü Kogan'ın uygulamasına izin veren kişilerin arkadaşlarının Facebook verileri de, rızaları olmadığı halde bu yöntemle çalınmıştı.

Bundan elbette Facebook' da sorumluydu. Üstelik bilgileri izinsiz toplayan şirkette Kogan'ın ortağı olan kişi bugün bile Facebook bünyesinde psikolog olarak çalışıyor!

Harvard Üniversitesi'nin gazetecilik ve yeni medya alanında çalışan Nieman Laboratuarı "Facebook'un cevabı son derece şaşkınlık verici" yorumunu yaptı. Aktarılan uzman görüşlerinde de "kişisel verilerin şirketlere satılmasının Facebook'un temel iş modeli olduğu" ve sosyal medya devinin bu yüzden bu 'sızıntı'yı da yeterince önemsemediği vurgulandı.

Kuzey Carolina Üniversitesi öğretim üyesi olan ve New York Times'daki yeni medya konulu yazılarıyla tanıdığımız

Yazının Devamını Oku