Haziranları sevmez oldum. Daha doğrusu, haziranlardan korkar oldum.
Teşvikiye Camiinin bahçesine eni konu küskün ve sitemkâr gözlerle bakar oldum.
Son yıllarda, Haziran dedi mi illa ki arkadaşlarla, tanışlarla, ortak bir sevdiğimizi ebedi istirahatine yolcu etmek için bir camiin avlusunda buluşuyoruz. O cami de genellikle Teşvikiye Camii oluyor.
İçim sıkılıyor.
Oysa Berran, iç sıkıntısı vesilesi haricinde her şeydi.
Herhâlde o yaşlara geldik artık. Sevdiğimiz insanların bizleri burada bırakıp, başka bir âleme göçebileceğini hesaba katmamız gereken... Onların yokluğunun fikrine alışmamız gereken...
Biliyoruz, her ölüm erken ölümdür de... Berran da daha 51 yaşındaydı be.
Üstelik o melun hastalıktan dolayı, her türlü kötü habere de hazırlıklıydık güya... İyilerin erken gitmesi, hani neredeyse kaidedendir ama... Ne bileyim işte...
Berran Tözer'i tanıyıp da sevmeyen kimseyi tanımıyorum. Öyle birileri varsa da ben bilmiyorum. Ölünün arkasından hep iyi konuşulur ama Berran, hakikaten iyiydi, nev'i şahsına münhasır biriydi: Dost canlısı, cam göbeği bilyeleri andıran gözlerinin içi gülen; güldü mü kahkahanın hakkını veren...
Son bir yıldır aynı sokakta oturuyoruz.
Kanser olduğunun haberini yeni almışız. Arada İzmir'e gitmiş, dönmüş. Eve her zamanki gibi geç döndüğüm akşamlardan bir akşam, baktım ışıkları yanıyor.
Bir sıcak yaz akşamı... Ardına kadar açık pencereden sarkıp heyecanla kollarını sallayarak ve içeri çağırdı.
Haber ortaya düştüğünden beri ilk kez karşılaşıyoruz. Ben sersemce cümlelerden cümle beğenmeye çalışıyorum. Kelimeleri kafamın en hassas terazisinde tartıyorum. Böyle bir durumda ne denir?
Söylenecek her laf kulağa nafile, boş, hatta hakaretamiz gelebilir...
Gelin görün ki onun hâli benim salaklığımın, ödlekliğimin sokağından bile geçmiyor.
Berran, görülesi en sevimli ve fakat taş gibi de, mıh gibi de bir inatla, hırsla, hınçla, kanser denilen illeti nasıl suya götürüp susuz döndüreceğini, kanserli her hücreyi ağzını burnuna katmacasına döveceğini anlatıyor.
Tabiri caizse, oturmuş beni avutuyor, bana cesaret veriyor.
Kansere bir konu başlığı olarak tenezzül etmiyordu Berran. Son günlerine kadar da gözbebeklerinden umudu, dudaklarından tebessümünü, elinden de beyaz şarap kadehini düşürmedi.
Cenaze çıkışında hemen herkes kapağı bir yere atmış, kafayı çekmeye başlamıştı. Biz bir grup, öyle yaptık. Başkalarının da başka yerlerde, aynı şeyi yaptığını, yaşanan telefon trafiğinden biliyorum.
Terk-i âlem eylemiş birinin ardından, onun adına konuşmak kolay, hatta belki haddini aşan bir terbiyesizlik ama... Zannediyorum ki Berran, böylesi gerçek bir kederin bile gerçek gülücüklerle harmanlanmasını, bu şekilde yad edilmeyi tercih ederdi.
Şehir efsanesi gibi dolanan bir hikâyesi vardır meselâ. Seneler önce Sting, İstanbul'a gelecek. Berran ve iki dostu da ne yapsalar ne etseler de Sting'i şöyle mükellef bir parti ortamında ağırlasınlar derdindeler.
Olur mu, altından kalkabilir miyiz, nasıl olacak, nerde olacak derken, fanteziden yola çıkıp, kotarılması gereken bir programa doğru ilerleyen muhabbet şu şekilde bir şey:
"Amaan n'olucak canım. Evlerin birinde içeriz işte."
"E, kimler gelecek?"
"Canım, işte, sen, ben, Sting..."
Böyle şahane bir ablaydı. Zarif, son derece kültürlü, bir yanıyla fevkalade asil ve o hanımefendi görüntüsünün ardında had safhada çıtırdak, fırlama, komik ötesi...
Haziranlara kılım abi.
Hayattan tat almayı bilen insanlar gittikçe, inadına, onlar adına da, üç-beş kişilik yaşamak gerektiği gibi bir hisse kapılıyor insan. Zincirinden boşalmış gibi, kudurmuş gibi, yarın yokmuş gibi... Ki yok zaten...
Cenazenin akşamı, Kilyos Solar Beach'teki Rock İstanbul'a gittik mi gittik. 110'u, Megadeath'i, Garbage'ı izledik mi izledik.
Ay doluna çalıyordu ve kadehimizi yıldızlara doğru kaldırdık ve Berran'a, neşeli görünmesine gayret ettiğimiz bir göz kırptık.
"Partiliyoruz Berran. Canım, bilirsin işte. Sen, ben, Shirley; o hesap..."