Birkaç senedir, bu dönem geldi mi hep aynı şey oluyor.
Millet yaz geldi diye çorapları atıp, haftasonlarında deniz kenarlarına kaçıyor.
Benim salak bünyeyse, ne hikmetse, karakışta düşmediği şekilde hasta düşüyor.
Televizyonda haber ve hava durumu bültenleri, ısınan havaların, İstanbul’da, lodosun ve nemin de etkisiyle nasıl beter hissedildiğini duyuruyor. Misál, Kanal D, durumu "Havalar çıldırmış olmalı!" altyazısıyla veriyor.
(Bu arada, bu haberin hemen öncesinde, Mehmet Ali Birand, stüdyo konuğu Ali Şen’e, daha geçen hafta çarşaf gibi bir röportajda yurtdışına gitmezse futbol hayatını illá ki Beşiktaş’ta noktalamak istediğini, iki cümlede bir Beşiktaşlı Tümer olarak anılmaktan öyle böyle değil, çok ama çok mutlu olduğunu söyleyen ve bugün (salı) FB’ye transfer olan Tümer’in durumuyla ilgili sorular yöneltirken ve Şen’den muhtemel gelişmeleri değerlendirmesini isterken, "Beşiktaş Tümer’den yararlanabilecek mi?" diye sordu. Şen’in yanıtı háliyle, "Yok, yararlanamayacak; bundan sonra Tümer’den Fener yararlanacak" şeklinde oldu. Arkadaşlarla, çok eğlenceli bulduğumuz klásik Birand sürçmelerinden biri olarak tarihe düşülsün isteriz.)
Gündüz kuşağı televizyonu cehennem. Ulusal kanallardaki, insan tabiatının acayiplikleri üzerine belgesel tadındaki kadın programları, mümkün değil, şu anda kaldırabileceğim bir şey değil. Comedymax’te ya da sinema kanallarında tekrarlardan başka bir şey ara ki bulasın.
Kitaptı, gazeteydi, bir şey okumak deseniz, kafatasımın içinde, bir hafta öncesine kadar hasbelkader basan bir beynin bulunduğu alanda yer alan sünger sağolsun, aynı cümleyi 30 defa üst üste okumak gerektiği ve buna rağmen okuduğunu anlamak mümkün olmadığı için bulaşılmaması gereken bir hadise.
Parasetamol yüklemesinin değerli katkılarıyla birkaç gündür yaptığım yegáne şey, durduğum yerde bayılmak, uyanır gibi olmak, uyanır gibi olduğumda tuvalete gitmek ya da anlamsız, hayvani bir açlıkla (Bir tek o niye dumura uğramadı anlamak mümkün değil!) bir şeyler tıkınmak, sonra yine uyuyakalmak... Bir de yoklamaya gelen arkadaşlara kapıyı açıp onlara ağzımın kenarıyla bir-iki kelime edip yine yatağa devrilmek. Ha, bir de arada birkaç telefon görüşmesi var. Ki onların bir kısmı sayesinde de hayatımda "Biraz rahatsızım, evdeyim, uyuyordum" yanıtını aldığı hálde, "Ha, kısacık bir şey soracağım / söyleyeceğim" diye lafa girip, meramını uzuuun uzun anlatıp, sonra da "Eh, artık ayılmışsındır" diye yine lafa devam eden ne çok kişi olduğunu sayabilme lüksünü edindim.
Bu kábus günlerinde umutlanacak küçük tefek şeyler de arıyor bünye elbet.
Ne yaptım?
Akşam, bugüne dek bir kez bile seyretmediğim hálde, her bir haltından haberdar olduğum Aliye’nin en azından bu sezonluk son bölümünün yayınlanacağını düşündüm. En azından yaz boyunca, dizinin, magazin programlarında Hülya Avşar ve Tuğba Özay kadar sık gördüğümüz, üzerinde anasının / babasının ceketi gibi bol duran sevimsiz açıklamalar yapan çocuk kahramanlarını görmeyeceğim için geleceğe dair umutlandım. Hayır, zaten üreme konusuna son derece mesafeli yaklaşıyorum; bu gidişle çocuktan soğuyacağız diye korkar olmuştum resmen.
Sonracığıma, kesip kenara koyduğum, Ağar, Baykal, Erdoğan ve Hisarcıkoğlu’nun elele tutuştuğu Bekir Coşkun’un tabiriyle "Siyasi Lorke" fotoğrafına, absürd, yazısız bir karikatüre bakar gibi bakıp, üzerine sayamadığım seferler kıkırdadım.