‘Rağmen’ kaldı; sonunda da gide gide böyle gitti...
Taş gibi yazar... Safkan deli...
Kaba bir tasvirle ‘sübjektif gazetecilik’ olarak tanımlanabilecek, habere eşek yükü yorum katılan, gonzo tarzı muhabirliğin mucidi.
Ki o bu tarzı şöyle özetliyordu: ‘Gonzo gazeteciliğinin temeli, William Faulkner’a ait olan, iyi bir kurgusal, edebi metnin, her türlü haber metninden daha fazla gerçek içerdiği fikrine dayanır - ki en iyi gazeteciler de, bunun doğru olduğunu bilirler. Tabii bu böyle dile gelince, edebiyatın gazetecilikten ‘daha gerçekçi’ olduğu fikrine kapılınmamalı; ya da tam tersine... Kastedilen şudur: edebiyatın da gazeteciliğin de; her iki formun da şahikasına ulaşıldığında, ayrı yollardan, aynı kapıya çıkar...’
Gelmiş geçmiş en çıtırdak heriflerden biri...
Hedonistin, sefa tellálının, manyağın önde gideni...
Kaleme aldığı her hikáyeye kahraman olarak kendisini de yazmasıyla, yazmaya değer gördüğü her hikáyeye şahsen yazılmasıyla meşhur bir maceraperest. Hergelenin, itin teki...
İçki, uyuşturucu, kavga-dövüş, seks ve akıllara seza maceralarla dolu hayatına, Aspen’deki evinde, kendi eliyle son vermiş.
Tüfeklere merakıyla ve evinin yakınlarında dolanan yabancılara, münzevilere has bir hiddetle kurşun sıkmasıyla meşhurdu zaten ama?..
Doktoru, bir ömür vücudunu nasıl hırpaladığını göz önünde bulundurup, esasında 20 yıl önce ölmüş olması gerektiğini söylemişti. Ta 1990’da...
Tam 15 yıl önce yani...
‘Genetik bir mucizesin sen’ demişti...
67 yıl boyunca o acayip, o karıncalı beynini oradan oraya taşıyan kellesine bir kurşun sıkmış ve... İşte...
Bu durumun BU KADAR ağırıma gitmiş olması, dış kapının okyanus ötesi mandalı olarak, saçmadır belki.
Fakat, elimde değil, bu işte bir terslik var gibi geliyor.
67 gibi bir yaşı devirmiş Hunter S. Thompson’ın intihar etmesi, ‘wow anasını’ bir hikáyeye hiç yakışmayan dandik bir son gibi...
Genç ölme ihtimali, gayetten ihtimal dahilindeydi...
Madem ki ölmedi, bu saatten sonra en azından ‘esprinin’ selameti açısından dünyaya kazık çakmalıydı...
Oysa o kendisine ‘a la Hemingway’ bir sonu uygun gördü ki...
Anlamak zor.
Edebiyata, özellikle de beat kuşağının tarzına meraklı hemen herkesin hele ki gazeteciyse, hayatının bir döneminde illá ki üzerinde düşünce mesaisi verdiği bir isimdir Hunter S. Thompson...
O keskin zekásı, kendisine has bakış açısı, kasatura dili ve zehir gibi espri anlayışıyla...
İlk bakışta derdi gücü serserilikmiş gibi görünse de... PJ O’Rourke’a 87’de verdiği bir röportajda neden gazeteciliği tercih ettiğini şöyle açıklıyor meselá: ‘Sırf gazetecilerle birlikte içebilmek uğruna bile olsa, başka bir işle iştigál etmeyi düşünmezdim. Hem sabah erken kalkmak gerekmiyor.’
11 Eylül olaylarının ABD’nin sinir sistemini çökerttiğini ve bu hadisenin Bush ve şurekásına Amerikan demokrasisini vahşete dönüştürme fırsatı tanıdığını yazıyordu son demlerinde.
Yine de üslûbu, eskiye kıyasla çok daha yumuşamış görünüyordu. ‘Sistemle, sistemin kurallarını kullanmak suretiyle daha kolay savaşıldığını fark ettim’ diyordu; ‘Artık avukatlarla daha sık konuşuyorum; hem de bir sürüsüyle...’
Seneler sonra Terry Gilliam tarafından sinemaya da uyarlanan, en önemli eserlerinden biri olan Fear and Loathing in Las Vegas’da, sistemi şöyle açıklamıştı: ‘Herkesin suçlu olduğu kapalı bir toplumda, işlenebilecek tek suç, yakalanmaktır. Hırsızlarla dolu bir dünyada, nihai günah, aptallıktır.’
Ve son olarak... Sınırı geçmekle ilgili söylediği şey var tabii..
‘Eşik... dürüstçe söylemek gerekirse, tarifi pek mümkün değildir, çünkü eşiğin nerede olduğunu gerçekten bilen kişiler, onun ötesine geçmişlerdir.’
Hunter S. Thompson, sonunda o çizgiyi geçmeye karar verdi. Çok kötü bir sürprizdi...