Ben hayatımda daha önce, daha acayip bir şey izlediysem de hatırlamıyorum. Ve mümkünse hatırlamayayım zaten.
Büyük filmdir: Freaks (Ucubeler)... 1932 yapımı, Tod Browning’in yönettiği bir... Klásik mi demeli, kült film mi bilemedim?..
Tartışma götürmeyen tek şey şudur ki: Hakikaten acayiptir, ucubiktir... Freaks, dünyanın bütün ucubelerinin birleştiği bir filmdir. Nasıl anlatılır: Çift başlı insanlar, huni kafalı siyam ikizleri, dört kolu olup da bacağı olmayanlar... Gırla... Tüm bu ucubeler, iyi kalpli bir cücenin sahibi olduğu gezgin bir sirkin çalışanlarıdırlar.
Sirkin sahibi cüce Hans, dünyanın en güzel kadını Kleopatra’ya aşıktır. Kendisini çok seven ve yine cüce olan iyi kalpli nişanlısından ayrılıp, esasta parasının peşinde olan ve sirkin diğer çalışanlarını iğrenç şekilde aşağılayan Kleopatra ile evlenir.
Dünyanın en güzel kadını, aynı zamanda, sirkte dünyanın en güçlü adamı olarak ‘sergilenen’ Herkül adlı bir izbandutla zina hálindedir. Güzel ile güçlü birleşirler, muktedir cüceyi haklayıp parasına konmak üzere bir cinayet planına girişirler.
Filmin sonunda sirkin ucubeleri, önce izbandutu haklarlar, sonra da Kleopatra’nın üzerine ‘One of us! One of us!’ nidalarıyla, yani ‘Bizden biri!’ çığlıklarıyla, yani ‘Ucube, ucube, ucube!’ diye bağıra bağıra, linç etmek üzere yürürler...
Şimdi nerden aklıma geldiyse...
Konuyla hiç alákası yok ama pazartesi akşamı, televizyonun başından kalkamadığım için, iş yerinden gecenin bir yarısında çıkabildim. Zira normalde Mehmet Ali Erbil’in sunduğu Ah Kalbim adlı ‘çöpçatan’ programının karşısında, gözüne fener tutulmuş balık gibi kalakaldım.
Mehmet Ali Erbil rahatsızmış; o akşam programı, ha bire formattan bihaber olduklarını söyleyip duran Ebru Gündeş ve Serdar Ortaç sunuyor.
Sorduğu sorularla üç aday arasından kavalyesini seçecek olan seçici koltuğunda Tuğba Özay oturuyor.
Üç erkek aday arasında, Tarkan’ın Dudu’yu ilk kez söylediğinde sahnede giydiği o korkunç, süt beyazı, bandanalı kıyafetine benzer bir şeyler giymiş olan, civciv sarısı top sakallı, avize ebadında sallantılı küpeli, iri kıyım bir bey; beş saniyede bir espri patlatmazsa içi rahat etmeyen cüce bir bey ve uzun süredir dişçiye uğramadığı ağzında diş kalmamış olmasından anlaşılan, uzun favorili, 70’li yılların İngiliz filmlerinden fırlamış gibi görünen, diğerlerine nazaran nispeten daha yaşlı bir başka bey bulunuyor.
Program, topuklu ayakkabılarıyla boyu 190 cm.’ye yükselmiş olan Tuğba Özay’ın, seçtiği kavalyesi olan, kucaklanarak tabure üzerine çıkartılan cüce beyefendi ile, Serdar Ortaç’ın İsmi Lazım Değil adlı ‘eser’i eşliğinde ‘slow’ dans etmesiyle son buldu.
Özay, yarışma boyunca ‘Ay bak ama adaylar bana láyık tipler di mi ayol?’ şeklinde sorular sordu.
Kendisine láyık gördüğü isimler arasında meselá Kürşat Yılmaz’ın da olduğunu hatırlayınca, zihnimizde, liyakat kıstaslarıyla ilgili merak çiçekleri (!) filizlendi.
Çoook eğlenceliydi.
Eve gittiğimde uyuyamadım. Onca güleş-oynaş-coş-kudur bir program izlemiş olmama rağmen, niyeyse -baş ağrısı hafif kalır- beyin hummasına tutulmuş gibiydim.
Üstelik sanki için için görmem olası rüyalardan tırsar gibi bir háldeydim.
Oysa ne şahane, ne şirin bir seyirlikti. Anlayabilmiş değilim.