Ebru Çapa

İlaç niyetine

14 Nisan 2005
<B>Altın Kelebek ödülleri sağolsun, memleketin bilumum şöhretleri tarafından dar bir köşeye sıkıştırılmış bulunuyorum. Ki isabet yani: Bu aralar ‘yerim dar’ tabirinden ibaretim zira.

Mánásız miktarda adrenalin salgılıyor bünye. -Adrenalin derken, bizim bünyede adrenalin, agresyona tekabül ediyor maalesef-

Eski şarkılarda ‘Ben her bahar aşık olurum’ diye terennüm edilirdi, günümüzde bahar dediniz mi depresyona giriliyor, cinnet sezonu filan açılıyor malûm...

(Hoş, diyeceksiniz ki aşk da bir nev’i cinnettir. Olabilir... Ayrı...)

Bir gazetelere, televizyon ekranlarına bakıyoruz, bir dışarıda patır patır patlayan bahar dallarına. Bu güzelliğe bu rezillikler yakışıyor mu? Hak mıdır, reva mıdır, bahara ayıp diye diye, iyiden iyiye sinirleniyoruz.

Ne vatanseverlik adına yapılanlar vatana yakışıyor, ne bayrak adına yapılanlar bayrağa...

İşin kötüsü, sistem dediğiniz, dünya gidişatı dediğiniz, gündem dediğiniz şeylere kafa-göz dalmak mümkün olmadığı için, ayrıca gündem dediğiniz zaten birbirine kafa-göz dalan insanlardan ibaret olduğu için, öfkemizi bir de salak gibi kel aláka zamanlarda, kel aláka konulardan dolayı, çektiğimiz muameleyi hiç mi hiç hak etmeyen kel aláka insanlardan çıkarıyoruz.

En dibimizdekilerden, en sevdiklerimizden...

Bizi sevmek, yanımızda olmak cezasız kalmaması gereken bir kabahatmiş gibi... Öyle serseri mayın gibi, hedefi şaşmış mermi gibi, kuyruğu yanmış hırçın kedi gibi...

İşte... Türk müyüz ne?

İlişkilerimin selámeti ve sevdiğim kimi insanları -kendimden- sakınmak adına, kendimi tecrit etmeye karar verdim.

Birkaç gün eve kapandım ve terapi hesabına, bünyeye yoğun dozaj Mikhail Baryshnikov tedavisi uyguladım.

Digiturk’de, Sex and the City’nin son bölümleri yayınlanıyor. Üstelik hafta sonları, peş peşe üçer bölüm şeklinde...

Ve Mikhail Baryshnikov, dizinin son bölümlerinde, ballı Carry Bradshaw karakterinin romantik, sanatçı, Rus sevgilisi Aleksandr Petrovsky’yi canlandırıyor.

Eh, yayın akışının belli aralıklarla tekrar edildiğini de düşünürseniz: Her biri yarımşar saatten, öğleden sonra üç doz, akşam üç doz, gece üç doz...

İki günde dokuz saat boyu Mikhail Baryshnikov’a bakmak... Yakınlarının çağırdığı lákábıyla Misha’nın bu dünyaya ‘bakılsın’ diye yollanmış, ilahi bir güzellik olduğu muhakkak.

Hareket etmek, kıpırdamak bir insana bu kadar mı yakışır Allah’ım...

Bu arada, ‘Konserlerde, kulis kapılarında çığlık çığlığa saçlarını başlarını yolanlar ekseri dişiler olduğu hálde niçin, meselá arka sayfa güzelleri ön sayfa frikikleri, hep erkeklere hitap ve hizmet eder?’ diye bir kez daha sormak suretiyle, bu darrr günün akmaz kokmaz yazısına mümkün mertebe bir sosyal içerik, felsefi boyut (!) filan sokuşturmayı da ihmal etmeyelim.

Gazetemizin yazı işlerinde çalışan sevgili arkadaşlarımıza, Baryshnikov’un şöyle çıplak torslu güzel bir resmini, lütfen yani, gazetemizin uygun görülen bir sayfası için, dost kıyağı babında sipariş ettikten sonra, ‘Kadınların güzel adamlara öküz gibi bakma hakkı engellenemez!’ şeklinde sloganımı atar, bahar depresyonuma dönmek üzere huzurlarınızdan saygıyla çekilirim.

İşim var, google’ın grafikler bölümüne girip Baryshnikov, John Cassavetes, Robert Downey Jr., Al Pacino, Adrian Brody, vs. fotoğrafları indireceğim.
Yazının Devamını Oku

Gözümüz aydın, göğüs kupumuz İzmir

10 Nisan 2005
İçeriden bir istihbarat sayesinde, hadi ecnebi lisanda da yazalım havalı olsun, yarışmanın ismiyle ahenkli olsun (!), bir ‘insider information’ sayesinde, Survivor’dan ilk atılan yarışmacı Fulya Keskin’in, Haftalık dergisi için soyunacağının haberini evvelden almıştık. Ben gerçi bunu duyduğumda; ‘Abi onlar zaten adada bikinilerle, gayet cıbıldak bir şekilde takılmıyorlar mı? Daha ne kadar soyunacak? Karpuz değil ki bu, kabuğu olsun? Derisini mi yüzecekler?’ demiştim.

Her zamanki gibi vakitsiz ve mánásız ötmüşüm tabii.

Haftalık’taki arkadaşlar, Keskin’i ‘biraz daha’ soymaya muvaffak olmuşlar.

Derginin iç sayfalarında Fulya Keskin hanımefendinin göğüs uçlarını da görme şansına nail oluyorsunuz; meraklılarına buradan duyurmuş olayım.

Elbette ki fotoğraflara, Fulya Keskin’in ‘orijinal’ tabiatına ışık tutan ilginç bir de röportaj eşlik ediyor.

Fulya Hanım, esasen manken ve kendileri -hay bin kunduz!- hemşerim.

Böyle durumların olmazsa olmazı ‘İzmirli kız’ geyiğine ayrılmış bir ayrı kutu; İzmirli manken, fotomodel, vs’lere -hay iki bin kunduz!- eklenmiş yeni bir isim bulunuyor.

Gözümüz aydın, göğüs kupumuz İzmir diyelim ve böyle bir esprimsi şey ettirmekten kendimizi alamadığımız için duyduğumuz utancı da yanımıza katıp devam edelim.

Ben bilmiyordum; bu yarışmada o meşhur ‘Adaya düşsen yanına alacağın üç şey?’ sorusu, ‘Tek şey?’ şeklinde soruluyormuş.

Yani giderken yanlarına ‘tek bir şey’ almalarına izin var. Keskin’in seçimi, fırça olmuş. Diş değil, saç fırçası...

İsabetli bir seçim. Saçınızı taramanın haricinde, sırtınızı kaşıyabilir, karşınıza timsah filan çıkması hálinde fırçayı, hayvanın ağzının içine dikine yerleştirip sizi yemesine mani olabilirsiniz.

Kendisini ‘aptal sarışın’ olarak görüp görmediğine dair soruyu; ‘Safımdır ben aslında ama asla aptal değilim’ şeklinde yanıtlayan Fulya Keskin, yarışmaya şöhret için katılmadığını da; ‘Amacım yalnızca ün olsaydı, karınca yiyerek şov yapabilirdim’ cümlesiyle ispat ediyor.

Şimdi tabii, belki sizin de benim gibi bu ‘Göğsümü açarak kapak olmaya evet, karınca yiyerek kapak olmaya hayır’ mantığı karşısında ezberiniz hafif tertip dağılmış olabilir.

Fakat bütün röportajı okuyunca, Fulya Hanım’ın sözlerinin kendi içinde enteresan -acayip mi deseydik?- bir mantığı olduğunu görüyorsunuz.

Bir psikolojik danışman bahsi geçiyor meselá, ben işi gücü bırakıp röportaj yapmak için o psikoloğun peşine düşmek istiyorum:

SORU: Kameralardan nasıl göründüğünüzü merak ettiğiniz oldu mu?

EL CEVAP:
Elemelerden hemen sonra, hepimiz psikolojik danışmanlarla görüştük. Benim danışmanım bana; ‘Kızım senin ne işin var orada, ojelerin bozulur, tırnakların kırılır. Sen orada yapamazsın’ dedi. Ben de bunları umursamadım ve her şeyi göze aldım. Ama giydiğim şeylerin renkli olmasına ve ekrandan güzel gözükmeye de önem veriyordum tabii.

Bu sen-ben-bizim oğlan programlarının psikologlarının koyduğu muhabbet bile böyle enseye tokat şeklinde oluyor demek.

Psikolojik psikolojik danışıyorsun, sana; ‘Ay deli misin kııız, maazallah tırnağın kırılır; bak iki gözüm önüme aksın, saçlarının uçları bile kırılır’ filan diyor.

En kahraman Fulya Keskin, hiç de zorlanmamış halbuki: ‘Çok da zor değil. Ben tropik bir adada daha çok meyve olur diye düşünmüştüm ama yalnızca hindistan cevizi vardı. Bir de muz olsaydı inanın her şey çok daha keyifli olurdu ve bize tüm gün yeterdi.’

Öyle yani, çok ‘keyifliymiş’. Bir dahaki sefere biz de katılalım. Yalnız biz daha hazırlıklı olalım, adaya düşerken yanımıza, keyfimize keyif katsın diye bir hevenk muz alalım. Tüm gün ne, bizi keyiften yana bir sene kadar götürür...

Sayenizde Çikita günleri geri döndü. Teşekkürler bizden size, karıncayemeyengillerden Fulya Hanım...

İşte öyle bir anı

1988 yazıydı... Farklı liselerden bir grup öğrenci, Uluslararası Çeşme Müzik Yarışması’na katılan yabancı gruplara mihmandarlık yapmak üzere görevlendirilmiştik.

Yarışmada Türkiye’yi sahnede Oya-Bora ikilisi temsil ediyordu ama tabiri caizse, esas ‘patron’ Melih Kibar’dı...

Türk popunun ‘ha patladı, ha patlıyor’ yılları...

Kalenin oralarda, sanatçılarla görevlilerin toplaştığı bir yerde, büyük bir masanın etrafında oturuyorduk.

Tanışmıyoruz etmiyoruz, omuzuma dokunup; ‘Kovasın sen di mi?’ diye sordu iki sandalye yanımda oturan adam.

Baktım; Melih Kibar! ‘E-evet? Nasıl..?’ dememe kalmadı; ‘Yükselenin İkizler mi peki?’ diye sordu.

‘Bilmiyorum’ dedim.

‘Doğum saatini öğrenip bir baktır’ dedi; ‘kesin İkizler’dir.’

Böyle bir ortamda lafa burçlardan girmeyin; kalabalığın dikkatini bir manyeto gibi üzerinize çekeceğiniz garantidir. Üstelik Kibar, masadaki insanların yüzde 90’ının burçlarını ilk tahminde bilmişti. Sonra hazır herkesin ilgisini üzerinde toplamışken, ‘sadede’ geldi. Aklında birçok proje vardı. Bunun için de genç yetenekler, yeni sesler arıyordu.

Sıradan sorgulamaya koyuldu: ‘Sesi güzel birini tanıyor musun? Senin sesin nasıl; sevdiğin bir şarkının nakaratını mırıldansana?’

Sıra bana geldiğinde; ‘Valla benim konuşma sesim bile berbattır. Bazen annem telefonda ne dediğimi anlamıyor’ dedim; ‘Şimdi kalkıp Bir De Bana Sor’u söylesem, şarkıya günah değil mi?’

Ayıptır söylemesi, Melih Kibar’ın bir ömürlük takdirine mazhar olmam, bu cümle sayesindedir.

Hayatında ilk kez bunu kabul eden biriyle karşılaştığını söyledi. Onların da doktorlarınkine benzer, bitmek bilmez bir çilesi varmış.

Nasıl ki hemen herkes bir doktor yakalamayagörsün, neresinin ağrıdığını anlatmaya koyulursa, onların rastlaştığı hemen herkes de ‘terbiye edilse ‘aslında’ hiç de fena sesi olmadığını’ söyler ve bir kuple şakımaya başlarmış.

Bu hadisenin üzerinden geçen 20 yıla yakın zaman içinde Melih Kibar’la birkaç kez daha karşılaştık.

Ben her seferinde kendimi ‘sesinin kalitesi konusunda haddini bilen Kova’ şeklinde hatırlattım. Aradan geçen uzun zaman dilimlerine rağmen, her seferinde şıp diye hatırladı.

Her seferinde, yükselenim konusunda birilerine danıştığımı, rivayetlerin muhtelif olduğunu söyledim; üstelik onun iddiasının ne olduğunu hatırlatmadan: ‘Valla kimileri Boğa diyor, Oğlak diyen de var.’

Her seferinde bir pulu, lupla incelercesine suratıma baktı ve aynı şeyi söyledi: ‘Yanılıyorlardır; sen iyice bir araştır; kesin İkizler!’

Hayatınızda çok az gördüğünüz, tanıdığınız insanlar vardır; nedense zihninize daha yakından tanıdıklarınızdan çok daha derin nakşolur.

Melih Kibar, benim için ‘işte öyle bir şey’di... Dilerim Çiğdem Talu ile cennette buluşmuştur.
Yazının Devamını Oku

Amanın da amanın kimler gelmiş?

9 Nisan 2005
Hakkı Devrim’e özel bir notla girelim: Sevgili Hakkı Bey; ruh sağlığınız açısından Hepsi grubunun albümünü dinlememenizi ve hele ki Olmaz Oğlan adlı şarkının klibine rast gelirseniz, gelir gelmez ‘çekirge’nize davranıp, kanal değiştirmenizi öneririm. Zira asabınızın hırpalanması kuvvetle muhtemel. Şarkının içinde; ‘Ben seni nazlatamam, paslatamam; sen kendine ısmarlan’ benzeri sözler geçiyor.

Bu uyarıyı yaptıktan ve kendimizi iyi kalpli ihbarcı kategorisinden saymak suretiyle oto-torpilimizi geçtikten sonra devam edebiliriz:

Ben bu konuda Hakkı Bey kadar hassas olmadığım, hatta günlük hayatın ‘uydur kaydır’ laflarına sempatiyle baktığım için, Olmaz Oğlan’a bayıldığımı rahatlıkla itiraf edebilirim.

Üstelik Afacan Kızlar, Zırtapoz Oğlanlar modeli ‘proce’ gruplara önyargıyla yaklaşmama, hatta en önden koşan yargıyı geçtiği fotofinişle ispat edilebilecek kadar önnnyargıyla yaklaşan biri olmama rağmen...

Niye bilmiyorum...

Belki de böyle gruplardan arada nadirattan da olsa Robbie Williams, Beyonce Knowles gibi ‘her popa lázım’ tipler çıkabilme ihtimali üzerine pencere pervazımda itinayla yeşerttiğim ümit çiçeğinin verdiği ilham sayesindedir.

Belki de Destiny’s Child’ın pop literatürlerine ‘Bootilicious’ kelimesini sokmuş olmasının yabancı müzik eleştirmenlerinde yarattığı infial bünyeye ilham vermiştir.

Neyse ne; müşkülpesent bünyenin sevesi tuttu zahir...

Böyle gruplar hakikaten hep çok şekerli çikletler şeklinde piyasaya sürülür. Pek çoğu da dişinizin dolgusunu düşürür, tadı uçar, dilinizi zımparalaştırır, lastiğe dönüşür, vs...

Bundan ama, Hepsi’den yani, Allah yanıltmasın, en azından iyi bir vokal çıkar gibi geliyor.

Olmaz Oğlan’ın klibine gelince:

Yabancı müzik kanallarında, R’n’B şarkılarının kliplerinin yayınlandığı saatlerde süratle zaplarsanız, iki kanal arasındaki yedi farkın ayırdına varamayabilir ve hep aynı klibi izliyorsunuz sanrısına kapılabilirsiniz ya, işte o sanrıya bir de yerli klip katılmış bulunuyor.

AB’nin kapılarında iftiharla göğsümüzü kabarttığımız bir döneme yakışır derim: ‘Bizim de nihayet adam gibi dans eden ve sesini kullanan bir ‘girl band’imiz oldu’; şükür...

Az dişimizi sıkalım, yakında Allah’ın izniyle ABD’dekileri aratmayacak bir seri katilimiz de olacak.

Kız var (Hem de dört kişi), dans var (Hem de konservatuvar eğitimli), ses var (Hem de en bi’ gırtlaktan), fırfırlı etekler (Ümit Ünal imzalı) var...

Bir de aradaki sekanslarda samanlık ve atlar (Pony, pardon midilli ebadında) var.

Hepsi, tamamı konservatuvar öğrencisi olan Cemre, Eren, Gülçin ve Yasemin’den oluşuyor.

Klip, albümde beş şarkıya beste ve güftekár olarak imza atmış Mete Özgencil tarafından çekilmiş. Böyleyken böyle...

Hafiften yıvışık bir metin olduysa kusura bakmayın; bu yazıları yazarken hep mevzubahis şarkıyı dinlemek gibi bir tribim var.

Farz edin ki şu anda 12 yaşındayım; öyle yani...

Ama Allah için proceyse, proje gibi proce, o da var yani...
Yazının Devamını Oku

Aysel Hanım’a saygılarla

8 Nisan 2005
Ortalıkta ofur pofur dolandığımı gören bir arkadaşım eksik olmasın, ‘Hayırdır?’ diye sordu. ‘Lise gören bir yerde oturup laflayalım mı biraz bugün?’ diye sordum.

‘Lise gören yer ne be?’

‘İşte, lise, ortaokul filan...’

‘Yuh!’ dedi; ‘O dediğini Aysel Gürel bile yapmıyor. Hani sen şakaklarına kır düşmemiş erkeğe erkek demezdin?’

‘Yok yahu’ dedim; ‘Hem erkek olması da gerekmez zaten; hatta kız lisesi olursa daha iyi...’

‘Sende enteresan eğilimler başgöstermeye başlamış? Hem sübyancı, hem lezbiyen?’

‘Öööf be, saçmalama’ dedim ama lafa böyle girince, hak vermek de lázım aslında.

Vardır ya herkesin hayatta bir moral kaçamağı...

Benimki de bu işte...

Ya denize gireceksin, ya denize bakacaksın... Olmadı, tercihan kız öğrencilere bakacaksın.

Ne zaman hayat urbandan bir ilmik olup boğazıma dolansa ve nefessiz kaldığımı hissetsem -ki haddinden sık vuku bulan bir durumdur, depresyona girmek için aportta bekleyen bünye sağolsun- bir lisenin kapısına gidip paydos saatinde dağılan çocukları izlemek gibi bir huy edindim.

Öyle, haddinden evvel kocamış, haminne tabiatlı birinin nostalji oburu gözleriyle...

Bir yandan dünyanın en kaygısız kıkırdaşmalarına ve cıvıltılarına kulak kabartacaksın, bir yandan da içinden içinden Son Sardunyalar’ı söyleyeceksin:

Hayat işte... İlk yarısında sıkıntıdan gebererek büyümeyi bekliyorsun, ikinci yarısında yine sıkıntıdan patlayarak eski günlerini özlüyorsun.

Küçükken büyüyünce ne olacağımı sorduklarında tereddüt etmeden ‘Gazeteci’ diyordum.

Bugün yine aynı soruyu -daha ne kadar ‘büyünüyorsa’ artık- sorsalar, herhalde; ‘Bu gidişle nihilist’ diyeceğim... Neyse...

Bu diyaloğun yaşandığı saatte, okulların paydos zili çoktan çalmıştı. E n’apiim, yetişkin kadınların standart ilacına başvurdum.

Camdaki yansımama baktım, hazır saçlar da motosiklet kaskı kıvamına gelmiş, indim, saçımı kestirdim. Rahatlamam gerekir değil mi hesapta; beter buhrana sürüklendim.

Ne zaman aşağıdaki kuaförde saçımı yıkatmaya ya da kestirmeye insem, bizim Emrah’la aynı muhabbet geçiyor aramızda:

O- Ya, ablacığım, bak saçların iyice ağardı. Şu gerçekle yüzleş artık, yaşın gelmiş işte. Gel biz şu senin saçları boyayalım.

Ben- Kardeşim ben kendimi biliyorum. Bende öyle bir fikr-i takip yok. Sonra ortalıkta boyası gelmiş kenar mahalle dilberleri gibi gezeceğim. Dayanılmaz hále geldiğinde boyarız, ha?

O- İyi de gelmiş işte o kıvama.

Ben- Oğlum, bunun yaşla alákası yok ki; benim çocukken de bir kısmı beyazdı saçlarımın. Bak şurdaki ince yol var ya; yemin ederim, ilkokuldan beri var.

O- İyi de o zamanki patika, otobana dönmüş.

Ben- Yok abi, bir dahaki sefere belki...

Bugün gözüme bir hoşluk ilişti gerçi. Renkli jöleler çıkmış. Jöleyi sürdüğünde, bir nevi boya yerine de geçiyor: Kırmızılar, turuncular, maviler, yeşiller, gırla...

Onlardan edinip, her gün bir başka renk kafayla kendimi piyasalara vurmayı planlıyorum.

Ve bu konuda Aysel Gürel’in adını bir kez daha anacak olanlarınız varsa, peşinen teessüflerimi iletiyorum.
Yazının Devamını Oku

Durun! Siz kardeşsiniz!

7 Nisan 2005
Bazen garip bir his yerleşiyor içime; kulağımda Alacakaranlık Kuşağı’nın müziği çalmaya başlıyor gaipten... X ile Y kişinin bebekken birbirinden ayrılmış iki kardeş olduğuna, günün birinde birbirlerini boyunlarındaki yarım madalyonlardan ya da ne bileyim, et benlerinden met benlerinden, doğum lekelerinden falan tanıyacaklarına dair bir iman yerleşiyor bünyeye.

Hatta bu durum bazen fena halde abartılı bir boyuta da ulaşabiliyor...

Son zamanlarda Mehmet Gül ile Erman Toroğlu’nun aynı insan olduğunu düşünmeye başladım meselá.

Öyle tek yumurta ikizi filan da değil; düpedüz aynı insan...

Böyle bir tip varmış, belli bir noktadan sonra o bile kendisinden sıkıldığı için, kendine ‘müstear şahsiyet’ yapmış, belli günlerde tebdil-i kimlik dolaşıyormuş.

Gününe göre, kafasına göre takılıyormuş.

Bir şöyle söylüyormuş, bir böyle... (‘Aslında no problem!’ şeklinde.)

Arda Uskan, iki hafta üst üste aynı kişiyle konuşmuş meselá!..

Gülmez miydik yani?

Fena mı olurdu?..

Okuyanlar okumayanlara anlatsın:

Uskan, önceki hafta Mehmet Gül ile röportaj yapmıştı, geçtiğimiz hafta da Erman Toroğlu ile konuştu.

Her ikisi de Irak konusundaki görüşlerini beyan ettiler ki ikisinin düşüncesi birbirinden taban tabana farklı.

Birisi (E.T.) savaşa hayır diyen bütün entellere kıl, topunu PKK’nın faydasına hizmet vermekle itham ediyor.

Diğeri Gelibolu filminden Metal Fırtına kitabına, Erkan Mumcu’nun istifasından Kavgam’ın bestseller olmasına, memlekette olan biten ne varsa, ABD’nin güdümüyle gerçekleştiğini iddia ediyor:

Erman Toroğlu: Bir gün Çiçek Bar’a gittim. Kıbrıs, tezkere konusu filan tartışılıyor. Birden ışıklar söndü. ‘Hayrola?’ dedik. ‘Hoca, bu ‘Savaşa Hayır’ kampanyası’ dediler. 30 bin tane şehit vermişim. ‘Şavaşa Hayır’ kampanyasının bayraktarlığını yapan kimler? Bölücü örgütün işine yarıyor bütün bunlar.

Mehmet Gül: Erkan Mumcu’nun AKP’den istifa ettirilmesi bile, Özal’ın yapamadıklarını tamamlamak, liberalizmi canlandırmak şeklinde bir mantıkla açıklanabilir. Milliyetçilik bu kadar yükselmişken hareket noktası olarak onu almayıp yerine liberalizmi koymanın başka mantığı var mı? Hükümete istediklerini yaptırmak için gözdağı veriyorlar.

Bunun yanında, kendisi böyle bir şey olmadığını söylese de birisinin (İnisiyalleriyle: E.T.) Futbol Federasyonu Başkanlığı’na geleceği rivayet ediliyor, diğeri ‘gerekirse’ MHP’nin başına gelebileceğini söylüyor.

Kesişim kümelerinde ne var derseniz, olan biten ne varsa ‘erkek adam’ zaviyesinden ele almaları, her ikisinin de kendisini en bir vatanperver sanmaları, bir de yani, ‘komikçi’ üslûpları denilebilir.

Bir de işte, benziyorlar...

Onlar yapıyor, ben de yapacağım. ‘Ben benzettim oldu...’ var mı...

İnsan ikisi Irak meselesini tartışırken, odaya dalıp; ‘Durun, siz kardeşsiniz, kardeş bile değil, aynı kişisiniz!’ diye bağırmak istiyor.

Ya da her insan istemiyor olabilir de ben istiyorum işte...

Her geçen gün bir nebze daha mı sıyırıyorum ne?
Yazının Devamını Oku

Hayat güzelmiş... Mişş...Namus mühim (m)işşş...

3 Nisan 2005
İsmi bende saklı kalsın; hak edilmiş lákabıyla Büyük Şef, Şile’ye taşındığından beri ciddi bir eksiklik hissiyle yaşıyorum. Bundan birkaç yıl evvel Şef’in, Cihangir’de kapısı herkese, her zaman açık olan, pek şenlikli bir dairesi vardı.

Şef, bereketli sofrasına şahane misafirperverliğini katardı ki zaten en başta sohbetin tadına doyum olmazdı.

Masasının etrafında, başka yerde normalde bir araya gelmesi mümkün olmayan, binbir farklı çeşit insan toplaşırdı.

Büyük Şef, enteresan tecrübelerden gelmiş, hayatın binbir çemberinden geçmiştir.

İnsan gibi insan, adam gibi adamdır.

Şef’in evinde şahit olduğum bir hadise, bugün gibi hafızamda ki... Benim için çok hakikatli, çok acıklı bir illüminasyon anıdır.

Daha önce de bir kez rastlamış olduğum eşcinsel bir çift, o akşam ofur ofur bir kederdeydi.

Sebebi, içlerinden birinin evlenmek üzere olmasıydı. Bu gay arkadaşlardan birisi, doğulu bir aşiretin evladıydı. Hayatını okumak için geldiği İstanbul’da sürdürüyordu.

Ve cinselliğini tabii ki, özellikle de ailesinden gizli-saklı yaşıyordu.

Fakat işte, yaş kemale ermişti. Aile, kendisine uygun buldukları bir kız beğenmişti. Tıpış tıpış memlekete gidilecek ve evlenilecekti.

O günün üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra Şef’in evinde bu çifte yine rastladım. Bir neşe, pür neşe...

Zira tehlike atlatılmıştı. Küçük bir operasyon sayesinde, evlilik mevzuu rafa kalkmıştı. Aşiret mensubu gay arkadaş, nasılını anlattı:

Memlekete gitmişti. Araştırmış taraştırmış, kızın gönlünün senelerdir bir başkasında olduğunu öğrenmişti.

Ailesine haberi büyük bir öfke nöbeti eşliğinde vermişti. Kızın o oğlanla sokaklarda el ele dolaştığını söylemişti.

Nasıldı yani; oğullarına bula bula yollu bir kaltağı mı layık görmüşlerdi?!

Sümme haşaydı. Kız ‘defolu’ çıkmıştı. Gereğine bakılacaktı. Mevzu kapanmıştı.

O hikáyesini bitirmiş, kahkahalarla gülerken Şef ayağa kalktı. Kireç gibi bir suratla kapıya ilerledi, ardına kadar açtı ve sinkaf eşliğinde, ‘Bir daha bu eve ayak basmayı düşünmeyin bile!’ diye bağırdı.

Şapkam olsa, saygıyla çıkarırdım. Olmadığı için kalkıp boynuna sarıldım.

Bugün, Cuma günü Kelebek’te yayınlanan Ayna’dan dolayı Alişan aradı.

Cennet Mahallesi’nde canlandırdığı gay rolünün üzerine yapıştığını, bu yüzden bir sonraki projede esaslı bir sevişme ya da tecavüz sahnesi canlandırmayı düşündüğünü söylemişti ya...

Onunla ilgili... Şaka yaptığını söyledi: ‘Ailem bana karşı tavır aldı ama ben o rolü oynadığıma yine de pişman değilim ki...’

‘Ne güzel’ dedim. Kırk yıldır ikrah getirmiş olduğumuz şu gay rolü canlandırmak delikanlıyı bozar muhabbetini onun kadar genç bir sanatçının ağzında daha da hazin durduğunu düşündüğümü söyledim.

Kaldı ki bırakın oyunculuk iddiasında olan insanların kendine takım elbise ceketi beğenir gibi rol yerine ‘imaj’ beğenmesini...

Her şeyin başında, insanların cinsel tercihlerinden karakter tahlili yapılması teranesi kabak tadı verdi.

Bal gibi de sahtekár hayatlar sürülüyor üstelik.

Cinselliğini ne yazık ki açık açık yaşayamayan eşcinsel bir adam yüzünden, Allah bilir o sevgilisiyle elele tutuşan kızcağızın başına neler geldi.

Namus kurtarmak için tecavüze uğrayan kızlar, mütecavizle evlendiriliyor bu ülkede.

İnsanlar, pavyonlarda masalarında ‘Sen bana Rock Hudson mı dedin?!’ diye cinayet işliyor.

Travestiler iş bulamadıkları için fuhuş yollarında telef oluyor.

O travestilerle ilişkiye giren kerli ferli adamlar, aile babaları, bu sayede kendilerini daha da erkek hissediyor.

Bu arada, çok şükür ve umarız ki adam gibi bir rötuş çekilmek üzere ertelenmiş olan TCK’da, hakikaten sakil, evlere şenlik, abesle iştigál bir müstehcenlik maddesi bulunuyor.

Çocukları ve kimin ne haddineyse cümlemizin arını hayasını, bağrı açık (!) sanat eserlerinden ‘korumayı’ hedefleyen...

Ne diyeceksiniz? Namus mühim mesele bizim memlekette.

Ve namus belásına çatır çatır ölünüyor ama maalesef yalandan ölünmüyor.

Yeni JR mı yemezler

Dallas’ın, sinema filmi olarak çekilmesi söz konusu ya... Bir gün gazetelerde Catherine Zeta Jones’un yeni Pamela olacağını, hemen ertesi gün ise Catherine Zeta Jones’un böyle bir şey olmadığına dair beyanatını filan okuyoruz.

Tahminen, bu filmin çekim hikayeleri de Dallas’a rahmet okutacak kadar uzun bir dizi şeklinde huzura gelecek...

Naçizane, şu ‘yeni versiyon’lara oldum bittim akıl sır erdirmeye muvaffak olamamışımdır.

Yeni Hababamlar’dan tutun, taş gibi kadrosuna rağmen yeni Ocean’s Eleven’a kadar, izlediğim hiçbir yeni versiyonun, orijinalini aratmaktan, daha da özletmekten başka bir şeye hizmet ettiğine, şahsen şahit olmadım.

Siz Larry Hagman’ın şapkasını dolduracak yeni bir JR tahayyül edebiliyor musunuz?

Adam, başlıbaşına bir fenomen...

İngiliz The Independent gazetesi, bu vesileyle, dizinin o zamanki kadrosunun bugün neler yaptığını araştırmış meselá; okumuşsunuzdur.

JR Ewing rolündeki Larry Hagman, yıllarca süren alkol bağımlılığının ardından yaşadığı karaciğer nakli ameliyatı sırasında vasiyetini yazmış, bir daha ameliyat olmak istemiyormuş.

Vasiyet: Ölümünün ardından bedeninin bir kereste rendesinden geçirilip parçalarının bir buğday tarlasına serpilmesini ve ailesinin bu tarladan toplanan buğdaylardan yapılmış bir keki ölüm yıldönümünde yemesini istiyor!

Ben o projede JR olmayı kabul eden aktöre var ya, kek derim, başka bir şey demem.

Ve yani, Larry Hagman’ın bedeniyle gübrelenmiş kekten başkasını da yemem.
Yazının Devamını Oku

Metin Özülkü’nün klibine bir renk vermek gerekirse sepyadır

2 Nisan 2005
Klip yazısının başına çökmüşüm. Yazıya başlamadan önceki standart internet taramamı yapıyorum. Her zamanki gibi bir yandan da kulağımda kulaklıklar, klibini yazacağım şarkıyı dinliyorum. Baktım kılkuyruklar sultanı tepeme dikilmiş; kulaklıkları çıkarmam için işaret ediyor.

‘Ne dinliyorsun sen hisli maymun?’ diye sordu. Sever beni, eksik olmasın...

‘Niye sordun? Bugün üzerine araştırmacı gazeteci melekelerini boca edecek konu bulamadın da bana bulaşmaya mı karar verdin?’

‘Yok’ dedi; ‘sen normalde ekrana kanlına bakar gibi bakarsın. Yüzündeki bu ‘Huşu içinde olmasam hüzünlenesim de var ama’ ifadesi dinlediğinle alákalı olmalı. Bana da söyle, benim de öyle bir şeye ihtiyacım var. Müsekkin türünden bir şeye sardırmazsam her an eski sevgilimle barışıp üzerine bir de sevişmekten korkuyorum.’

‘O zaman git başkasından medet um’ dedim; ‘Benim dinlediğim sana gelmez.’

Neden sonra bademcikleri alınmış bir çocuğa nekahat döneminde reçete niyetine bol bol dondurma yazan altın kalpli bir doktor edasıyla albümü çıkarıp uzattım: ‘Yok be... Çivi çiviyi söker. Al güzelim, ilacın budur. Üst üste 20-30 kere dinle, durumda bir değişiklik olmazsa yine gel; o zaman hiçbir fedakárlıktan kaçınmam, zevkle kafana bir balyoz indiririm.’

HÜZÜN TRENLE SEYAHAT EDER

Metin Özülkü’nün sekiz yıllık bir aradan sonra yaptığı solo albümü Hayat Başladı’nın çıkış şarkısı olan ‘Unutulmuş Muydum?’un klibi üzerine yazacaktım bugün zira. Sözleri Eda, bestesi Metin Özülkü’ye ait olan, özellikle nakarat kısmı, ‘damar’ tabir ettiğimiz türden, güzel bir parça...

‘Unutulmuş muydum? Alışıyor muydun yavaş yavaş yokluğuma? / Beklenmiyor muydum? / Kalbini mi yordum bunca iş güç arasında?’

Klipte ve şarkıda, ‘Gittin / Sen bana gitmek için gelmiştin...’ diye başlayıp paslı bir makasla derinden budanmaktan bahsederek ilerleyen bir şiirle İclal Aydın eşlik ediyor Metin Özülkü’ye.

Maltepe Tren Garı’nda çekilen, siyah-beyazdan öte sepya -hüzne bir renk vermek gerekirse, bana sorarsanız, sepyadır- tonu taşıyan bir klip.

Ki, eklemek gerekir mi bilemiyorum ama herhalde hüznün bir yerden bir yere gitmesi gerekse, yolculuk için tercih edeceği transportasyon aracı tren olur. Zira dakka başı uzay mekiklerinin inip kalktığı bir çağda yaşıyoruz ancak, tren garları, uyandırdıkları hissiyat itibarıyla hálá kliplerin, aşk filmlerinin ve sairenin vazgeçilemez çekim mekánı olmayı sürdürüyor.

Metin Özülkü, klibin hikáyesini, Michael Show’da şöyle anlatıyor:

‘Unutulmuş Muydum’un klibi için Kemal Başbuğ ve aile dostumuz İclal Aydın ile beraber toplantıyı yaptığımız bir sırada, İclal ile beraber bu şarkıya bir şiir koyalım dedik. Müziği dinlerken o anda şiiri yazıverdi İclal, bu şiir şarkıyı daha bir kaldırdı.’

EFENDİ TABİATLI ÖZÜLKÜ

Yaratır da kendileri... Metin Özülkü, solistliğinden ziyade bestekárlığı ve yapımcılığıyla nam salmış bir isim bildiğiniz gibi...

Bunun yanında, yine bildiğiniz gibi, senelerdir Eda Özülkü ile, aileye yeni katılan ikiz bebekleriyle daha da mutlanan, mutlu bir evlilik sürdürmektedir.

Öyle pop camiasının salçalı sosuyla işi olmayan, efendi tabiatlı biridir.

Tanımam etmem ama muhtemelen tanışacak olsak, Allah muhafaza belki incinir diye alçak sesle filan konuşurdum kendisiyle. Diyordum ki...

Bizim kılkuyruk yine tepeme dikildi: ‘Kızım bu şarkıda ‘Kısa bir hüzünden sonra’ geri dönülen manita tarafından fena hálde terslenen bir zavallının hikáyesi anlatılıyor. ‘Dostuz artık, geçmiş olsun’lar filan... Kursağım düğümlendi. Ben bugün bu şarkıyı kaldıramam’ diyerek albümü geri verdi.

Ve bilin bakalım bir de utanmadan ne dedi: ‘Yine de ben bu adamı çok seviyorum. Geçirme sakın...’
Yazının Devamını Oku

İmajjj

1 Nisan 2005
Bugün uyandım ki içimde bir tatlı huzur. Büyük bir hevesle Alişan’ın anlı şanlı bir mütecavizi oynayacağı müthiş ‘proce’yi bekliyorum.

Tecavüzcü Coşkun sinemadan elini ayağını çektiğinden beri şöyle ağız tadıyla bir tecavüz sahnesi izleyemiyorduk.

Ama az kaldı... Kral öldü, yaşasın kral modeli:

Tecavüzcü Coşkun öldü, yaşasın Tecavüzcü Alişan...

Şahane...

Okumamış olanlar müjdeli haberi buradan almış olsun:

Alişan Bey’in kıymetli başı, Cennet Mahallesi dizisinin bir bölümünde gay bir şarkıcıyı canlandırdığı sahneler yüzünden hálá ağrıyormuş.

Kendileri yapımcılarının ısrarıyla canlandırdığı bu rol yüzünden babasının; ‘Böyle bir şeyi nasıl yaparsın’ deyip uzun süre kendisiyle konuşmadığını, sevenlerinin de tepki gösterdiğini belirtmişler.

Gay imajını silmek için esaslı bir sevişme sahnesinde rol alması gerektiğine inanıyorlarmış:

‘Gay rolünü unutturmam için esaslı bir sevişme sahnesi çekmem gerekecek. Ya da tecavüz sahnesi... Aksi hálde bu rol peşimi bırakmayacak.’

Ama müsterih olalımmış, yeni bir film projesi yoldaymış, Alişan o rol sayesinde üzerine yapışan gay imajını unutturacakmış.

Nasıl fikir?

Cillop gibi valla...

Tebrik etmelere doyamaz insan.

Ben dün bu haberi okuyunca, bu nasıl sapkın bir izandır merakıyla gidip haberin altında imzası olan Demirhan’ı (Hararlı) buldum ve sordum: ‘Bu adam hakikaten bu lafları etti mi?’ diye...

Etmiş...

‘Peki şaka mahiyetinde filan mı söyledi?’

Değilmiş...

Hakikaten bu konuda çok dertliymiş.

‘Adam, bir günlüğüne eşcinsel rolü kesti diye bu rolün üzerine yapıştığını düşünüyor ve imaj kaygısı güdüyor ama meselá tecavüzcü rolünün üstüne yapışma ihtimálinden yana herhangi bir endişe duymuyor? Doğru mu anlamışım?’

Buymuş... Aynen böyleymiş...

Var ya; dün olsa, ah, dün olsa, neler neler söylerdim.

Fakat bugün 1 Nisan efendim; yeni TCK’nın yürürlüğe girdiği şakacı tarih.

Dolayısıyla oturduğum yerden Alişan Bey’in errrrrkek tabiatını alkışa tutacağım.

Bravo...

Aman diyeyim, maazallah bir daha öyle gay mey olaylarına girmeyiniz...

Siz ki ölümüne sevenler derneğinin yiğit azalarından birisiniz, gerekirse rol icabı tecavüz ediniz ama öyle fingirdek roller şey ederek delikanlılığın mevzuatına halel getirmeyiniz...

Haklıdır yolunda en kahraman Alişan Abimiz...

Gerçi:

Benim birçok eşcinsel arkadaşım vardır ve pek çoğunda da, ciğeri beş para etmez insanlara, taşfırında çifte kavrulmuş maçolara on basar, yürek gibi yürek vardır.

Eşcinsel imajı, öyle unutturmak adına tecavüz sahneleri canlandırmayı gerektirecek bir şey değildir.

Kaldı ki oyunculuk, teflon tava gibidir. Adam gibi oyuncuysan, oksijenli saçla bir güncük piyasaya çıktın diye adın çıkmaz.

Meselá Necati Şaşmaz Beyefendi’nin amentü misáli adını andığı Al Pacino, bilmem kaç kere eşcinsel karakterleri canlandırmıştır ama mafya olarak anılmadığı gibi gay olarak da anılmaz.

Tecavüz sahnesi çekmekle tecavüzcü olunmayacağı gibi, eşcinsel rolü canlandırmakla da eşcinsel olunmaz.

Ancak, eşcinsel imajını unutturmak için tecavüzcü imajından medet ummak???

Ben şahsen böyle bir zekayla birlikte anılmaktansa, binbir çeşit cinsellikle anılmayı yeğlerim.

Aslında içimden çok daha sarih şeyler söylemek geliyor.

Ama bugün hiç böyle şeyler der miyim?

Bugün 1 Nisan...

Dünyanın her türlü hálini pemboş bir tül perdenin ardından göreceğim.

Pembenin tonları dışında her rengi görmezden geleceğim.

Alişan Bey, akıllı olduğu kadar errrkek bir şahsiyetmiş.

Kendisini tebrik ederim.

Bu kadar...

Valla enteresan bir hismiş...

Uzun zamandır kendimi bu kadar salakça mesut hissetmemiştim.

Hamdolsun 33’ümden sonra Pollyannacılık oynamak da nasip oldu.
Yazının Devamını Oku