Ebru Çapa

Bugün 24 Nisan, neşe doluyor insan

28 Nisan 2005
Ben ilkokuldayken İlyas Tüfekçi’ye aşıktım. Benimkisi maalesef platonik sahada (!) bile bir imkánsız aşktı. Zira ben fena hálde GS’lıydım ve fakat İlyas, FB’de oynuyordu. İlerki yıllarda, GS’a transfer olduğunda yaşadığım coşku, Neuchatel Xamax maçında GS’ın sıfıra karşı beşinci golünü attığında yaşadığıma benzer bir coşkuydu.

Bütün saadetler mümkündür manasında...

Benim ergenliğime tekabül eden dönem 80’lerin ikinci yarısıdır ki...

Özal’ın ‘Yaparız abi, ederiz abi’ demlerinin, ‘Hele biz bir yola çıkalım, bütün kaleleri fethederiz abi; başarı bizim karakterimizdir, saldırınca oluyor abi; nasılını bir yana koy, neden olmasın ki abi?..’ düşüncesinin GS sayesinde teyidinin alındığı dönemdi.

Leş gibi açtık başarıya, başarmazsak ölecektik.

Ve Galatasaray, işte, başarmıştı...

Gávur değil, bu kez bizimkiler yapmıştı...

Kazanmıştık. En güzeli de: Bizim takım kazanmıştı...

Sonrası ütopya gibi geldi.

Yenildik ama ezilmedik demlerinin ardından, Real Madrid’i yenmecesine, UEFA Kupaları, Süper Kupalar geldi.

Daha ne olsundu? Daha ne gelsindi?

Geçtiğimiz pazar, ayıptır söylemesi, Galatasaray-Diyarbakır maçını, öncesinde oynanan Rüya Takımlar maçının efsanevi oyuncularıyla birlikte izledik.

Önce onların maçını huşu içinde, her birinin varlığına duacı olarak izledik, sonra da hep birlikte lig maçını izledik.

Oturduğumuz koltuk, tam diplerindeydi.

Kulak, göz, ne varsa kabart işte... Tribünde o şekilde konuşlanacak derecede talihliydik.

Sahada, daha sonra başlayacak ve 90 küsur dakika boyunca saçımızı başımızı yolduracak, 8-0 bitecek maçın 1-0’la sonlanmasına neden olan basiretsizliği düşünüyorum da...

5-3 sonlanan Rüya Takımlar maçı, hakikaten sezon boyunca izlediğimiz pek çok maçtan çok daha zevkliydi. Metin Üstündağ’ın söylediği gibiydi; GS taraftarlarının 24 Nisan’ı, bir nev’i 23 Nisan bayramı gibiydi...

Hagi’yi yine sahada izlemekti... Ötesi yok.

Maça yine konç monç iplemez düşük çoraplarıyla çıkan, álemlerin en şahane sol ayağı Cevat Prekazi’yi, (Ergün Penbe’ye de maçtaki performansına rağmen, bir ömürlük saygılar...) şakaklarına düşmüş kırlarıyla, burun mesafesinde gördük, sahaya mı bakalım, sırf ona bakıp transa mı dalalım, muallağa düştük.

Yıllar pek az şey götürmüş pek çoğundan. Hatta o kadar değişmemişler ki Uğur Tütüneker ve İsmail Demiriz’in saç modelleri bile değişmemiş! Gözlerimiz Semih’i aramadı desek yalan olur; 80’li yıllar futbolcu saç politikasının ‘saç (!) ayağı’nı oluşturur hesabına...

Solumda Öner Kılıç, Ali Güneş, Tanju, Simoviç, Prekazi, Arif Kocabıyık, az ileride yukarıda Hayrettin, Falco, Uğur Tütüneker, İsmail, Kovaçeviç, Erdal Keser, Stumpf, az aşağıda Kubilay Türkyılmaz, sağımda Yasin...

Fakat her şey bir yana, istemenin sonu yok biliyorsunuz.

Bir yandan Vatan Gazetesi için Jupp Derwall ile röportaj yapan Devrim Sevimay’ı da deli gibi kıskandığımı inkár edecek değilim.

‘Fenerbahçe’yle her maçımızda sinir olurdum’ başlıklı röportajda Derwall, futbolcuları nasıl motive ettiğini şöyle anlatıyor:

‘Eğer insanları kendinize inandıramazsanız onları kazanamazsınız da. Bana inandıkları için dediklerimi de aynen yaptılar. Biz orada tiyatro oynamadık, futbol oynadık. Bizi seyreden futbolseverlerin de görmek istediği buydu zaten.’

Futbol olsun; futbol gibi olsun.

Tiyatro olsun; tiyatro tiyatro gibi olsun. Aynen, görmek istediğimiz, budur.

FİT kuruluyormuş, futbolun MİT’i babında bu arada; hayırlısı olsun.

Çirkef muhabbetinden çok sıkıldık; gerekli mercilerin haberi olsun..
Yazının Devamını Oku

Nostradamus kutsal kaseyi Marduk’ta buldu

24 Nisan 2005
Var ya, bu aralar şöyle en ayağı yere basan türünden toplumsal gerçekçi, moplumsal gerçekçi bir roman filan döşenmeyi ilk akıl eden ‘marjinal yazar’ yaftasını, yafta da ne, marjinalliğin liyakat madalyasını, dimağının hakkıyla elde etmiş olacak. Perşembe günkü Sabah gazetesinin birinci sayfası meselá, maaşallah perili köşk gibiydi:

Üç devvv yazı dizisi: Papa’nın kim olacağını önceden bilmiş káhinin kelámları bir yandan, içinde şuyun buyun uçtuğu ‘tekinsiz ev’lerin bahsinin geçtiği parapsikoloji dizisi bir yandan...

Cinler periler top oynuyor dedikleri esas bu olsa gerek. Üç yan yana sahada, çift kale turnuva...

Duyan ecinni, kopmuş gelmiş.

Bunu sırf Sabah için de söylüyor değilim -onlar büyük abartmış, ayrı-; bu aralar her tür basın-yayın organının, haberlerini, Reha Muhtar’ın vakt-i zamanında Atina’dan bildirdiği gibi, bulutların üzerinden ya da işte, Atlantis’ten falan bildireceği tuttu. (Bu gibi durumlarda maşallah demek gerekiyorsa, maşallah?..)

Kutsal Kase’siz, Nostradamus’suz, Marduk’suz tek bir günümüz geçmiyor yani.

Kendimi sokağa atıp; ‘Cümlenizi rüyanızda sihirli değnek mi dürttü?’ diye bağırarak koşmak geliyor içimden ya...

‘Hah, beklenen oldu, kızımız sonunda hepten sıyırdı’ deyip beni La Paix’ye filan kapatmak yerine, içime cin kaçtı diye hocaya mocaya götürürler diye korkuyorum.

Maazallah işin sonunda parapsikoloji dizilerine malzeme olma tehlikesi de var:

‘Gazeteci E.Ç., o gün yine sıradan bir güne uyanmıştı. (Fon müziği: Tımtımtımtım...) Her zamanki gibi gazeteleri tavaf etmekteydi. (Tımmmm!) Öbür dünyadan bildirilen haberleri okurken, içine, yerkürenin kandırıkçı taraflarında yaşayan dünyevi, nafile faaliyetlerinden, hállerinden kopup gelen haber cini kaçtı ve zihnindeki düşünceler, tekinsiz bir şekilde, ‘Eee, ama buralarda bir yerlerde haber maber de olması gerekiyordu?’ şeklinde, gaipten, saçmasapan bir tondan konuşmaya başladı. Kafasının içinde, normalde duymaması gereken sesler duyan E.Ç. kendini sokaklara vurdu. Onu seven yakınlarının deva bulması umuduyla götürdüğü meşhur Gaip Hoca, E.Ç.’nin göbeğine ‘Kızım, şimdiye dek okuduğun siyaset, magazin haberlerinden ne fayda gördün? Ayrıca onların da bunlardan ne farkı vardı?’ diye yazdı... E.Ç. şimdilerde, nekahat döneminde; varoluş ve var-bi-iş-ama-ulan-ne-iş dünyaları arasında bir yerlerde, derin bir mana aleminde.’

Ayıptır söylemesi RTÜK çomak sokmaya ve dizi şiddet içeriyor diye kanalın yayınını durdurmaya niyetlenmeden çok evvel, cnbc-e’de yayınlanan ‘Buffy the Vampire Slayer / Vampir Avcısı Buffy’nin yayınlandığı ilk dönemlerden bile çok önce, benim lákábım Bufffi idi...

Ha bire canım sıkıldığı için ha bire ofladığımdan ve hatta daha da çok ‘BUFFF!’ladığımdan dolayı...

Heyt be, sonunda ‘bir ilke imza’ attık: İlk Buffy benim yani...

Şimdi ben tırsmaz mıyım? Yani kendimde ulu, neyseyse-işte-o-ötesi, yüce anlamlar, kudretler aramaz mıyım?

Bana bu lákábı takmış olan arkadaşlarıma gidip, Polat Alemdar edalarıyla, ‘Pardon abi, şu mühim misyonumuz neyse, boyutların hepiciğinin selámeti uğruna neferiz evvelallah’ şeklinde selam çakıp, misyonumun ne olduğunu sormaz mıyım?

‘Marduk’u tek yumrukta kara deliğe mi gömeceğiz, zamanı başa alıp Nostradamus’u ‘anasının rahminde ceninkene’ dönemlerinde imha mı edeceğiz, nedir, nedir, ne?’ diye diye...

İşimiz var. Daha álemleri kurtaracağız. Yalnız, biri yolu tarif etsin istiyorum: Çok álem şeyler olup bitiyor da, o hangi álem o be?

Pazar bulmacası

Karizma, aura dediğiniz şeyler... Mefhum olarak muğlak, gördüğünüzde, ‘Ahan da budur!’ dediğiniz şeyler. Kendime ‘Harvey Keitel’i seviyorum’ tişörtü yaptırmak istiyorum. Bir karizma kataloğu varsa, çok başta bir yerlere Harvey Keitel’in vesikalığını yapıştırmak istiyorum. Peşine sekiz aylık oğlu Roman’ı da katıp Ömür Boyu Başarı Ödülü almak için İstanbul Film Festivali’nin kapanışı için İstanbul’a gelen Keitel, bize de uğrasın istiyorum.

Şimdi, bu biraz utanç verici bir itiraf olacak. Ama, benim hayatımda izlediğim en erotik üç sahnenin birinin aktörüdür Harvey Keitel. Pür seksapel...

Piyano filminde, Holly Hunter’ın siyah, kalın çorabındaki minicik delikten görünen tenine, parmağının ucuyla dokunduğu sahne...

Bir imkánsız ‘gibi görünen aşkın’ bir koşan-taşan tuşkusunun, bir minik çorap deliğinden teması. (Aaarghhh... Bunu yazmak bile kanıma dokunuyor. Başıma gelecekleri de biliyorum ama geçin dalganızı, ne yapayım ya...)

Bu üçlünün biri de (!) Anthony Hopkins’tir; Kuzuların Sessizliği’nde...

Hadi diyelim ki Piyano, kimi arkadaşların iddia ettiği üzre ‘kız filmi’, ondan bayıldık. Kuzuların Sessizliği’ndeki yamyam Hannibal Lecter’a ne diyeceksiniz?

Orada da Hennibal Lecter rolündeki Anthony Hopkins, dedektif Clarice Starling rolündeki Jodie Foster ile parmaklıkların iki tarafından, parmak temasında bulunur.

Şimdi, parmak ucu fetişisti olduğumu düşünenler çıkarsa diye: Hayır efendim, öyle bir durum olsaydı, o üçün biri (!) de E.T. olurdu!

Meseleyi Harvey Keitel ve Anthony Hopkins’in karizmasında bağlayıp, onlar zaten bırakın parmak uçlarını, ne oynasalar izleyenin yüreğini hoplatırlar deyip, üçüncünün kim olduğunu da kendimize saklayıp sessizce dağılalım.
Yazının Devamını Oku

Aşk dediniz mi herkes ‘karşının taksisi’

23 Nisan 2005
Bugün dersimiz aşk; ey okur... Yine... Çıkarın káğıtları, yazılı yapacağım. Kendini bilirkişi zanneden kendini bilmez sıfatıyla... Sınavdan geçer not alanlar, şu-şu-şu hattan, bu-bu-bu numaraya SMS mesajı atsınlar. Aralarında yaptığım çekilişle, şanslı katılımcılara ‘aşk ehliyeti’ vereceğim.

‘Cezai ehliyeti yoktur çünkü yazık, delidir ama bak, bir aşık olur, parmaklarınla birlikte kafayı da yersin’ manasında...

Tamam, biliyorum, saçmalıyorum. Ama aşk dediğinizin salt fikriyatı bile kafayı sıyırmak için yeterli azizim.

Ve pardon yani; piyasada yapılan şarkıların yüzde 99,9’u aşk üzerineyse bu naçar kulunuz ne yapsın?

Daha önce de üzerine hayıflanmış olduğum üzre, pazar günleri aşk yazan gazeteci erkek türünün cumartesi günleri aşk yazan gazeteci kadın versiyonu gibi bir şeye dönüştük.

Cumartesi eki için klip yazmak gerekiyor ve durumumuz da budur; o kadar. Konu aşktan geçiyor. İmza; işte bildiğiniz Hıdır...

Pamela Spence’in Şehir Rehberi albümünden klibi çekilen ikinci şarkı olarak Aşk Sevgiden Beter geldi huzura.

E, hazır olay da takside geçiyor; ben sırf transportasyon aracıdır hesabına bu dolmuşa binmez miyim? Binerim.

Albüme methiyemizi önceden döşenmişliğimiz var zaten; dolayısıyla o kısımdan vazcayalım, yokgeçelim.

Şarkı, albümün, İstanbul bir tarafta dursun, bence en güzel şarkısı.

Taş gibi gerçek: ‘Aşk sevgiden beter; düşman aslında tüm sevenler! / Gönül hep yok etmek ister; ölmek bir ömür boyu mu sürer?’

Nakarata gel...

Bodoz dalalım: Konu takside geçiyor.

Eh, bir şehir albümünden, yani Şehir Rehberi isimli bir albümün içinden bir taksi geçmeseydi, ayıp olurdu zaten.

Bu aralar Rıza Çalımbay’a yapılan ayıp üzerine yazılanlar her bünyenin istiap haddini aşar, en azından benimkini aştı; şu ayıp mevzuunun da üzerine gitmeyelim oldu olacak.

Aşk Sevgiden Beter’de Pamela Spence, bir taksi şoförünü canlandırıyor. Bir neşeli kalabalık; bir nev’i ‘duyan deli binmiş’ háli ki müşteri olarak rol alan kadronun çoğunluğu, Pamela Spence’in de kadrosunda yer aldığı Mucizeler Komedisi’nin oyuncularından oluşuyor:

Güven Kıraç, Özlem Tekin, Mirkelam, Şevket Çoruh...

Bunların yanında Şafak Ongan, Pamela Spence’in ilk klibinde de rol alan kardeşi, Ankara Devlet Opera ve Balesi baletlerinden Oliver Spence, modacı Ümit Ünal’a benzettiğimiz ama emin olamadığımız ve kim olduğuna uyanamadığımız birkaç kişi daha var.

Sözler fakat, Schopenhauer’ın parmak kaldırmış bir şekilde mezarından fırlayıp, ‘Affedersiniz, benim de bir sorum olacaktı!’ şeklinde dile gelmesine neden olabilecek türden:

‘Ya bende sevdiğin şeyden dolayı benden nefret ediyorsan? / Kimyasal bir sebepten ötürü, beni sevdiğini söylüyorsan? / Yaşam gücümün çokluğuna şaşırıp her an benle yarışıyorsan? / Tüm bunları düşünmekten korkup ‘Erkeğim erkek!’ diyorsan? / Beni beni, beni beni, bu tip düşünceler baştan bitirdi / Beni beni, beni beni, korktuklarım hep başa geldi...’

Bana sorarsanız, aşıklar parkında yürüyüş eylemi koyulsa, marş niyetine söylenecek şarkıdır.

Doğrudur zira; aşk, tabiri caizse onyıl savaşlarıdır.

Sınav deyince: Cümleten çaktık, çaktılar, çaktınız.

Aşk dediniz mi, herkes ‘karşının taksisi’ zaten... Ne sanmıştınız?..
Yazının Devamını Oku

Hoşdöndü

22 Nisan 2005
Arada bir lütufkár yüzünü bahşediyor hayat. O zaman işte, tadından yenmiyor. Saadet Özen, Vatan Kitap ekinde, Goscinny ve Sempe’nin yarattığı küçük Nicolas’nın, bizim bildiğimiz adıyla fırlama ufaklık Pıtırcık’ın yeni hikáyelerinin yayınlandığını ve şimdiye dek çıkmış tüm Pıtırcık kitaplarını Türkçe’ye kazandırmış olan Can Yayınları’nın yakında bunları da yayınlayacağını müjdeliyor.

Tahminen bunları da daha öncekiler gibi Vivet (Kanetti) çevirecektir.

Ve 33 yaşını devirmiş olan bu naçiz kulunuz, onları Pıtırcık’ın şişko arkadaşı Lüplüp’ün reçelli sandviçleri mideye gömdüğü iştahla dimağına gömecektir.

Ben gözlüklü çocuklarla illa ki yumruklaşmam gerekirse, karın cenahına çalışmayı, dörtgöz Çarpım sayesinde öğrendim.

Yani Pıtırcık ve tayfasının gözlükleri yüzünden çok istedikleri hálde, öğretmenin kuzusu Çarpım’ı bir türlü dövememesinden.

Hastası olduğum bir dizidir; salt çocukluğuma mahsus bir şey de değildir.

Hálá ne zaman annemle babamın evine gitsem, olduğu gibi muhafaza edilen odadaki kitaplığa dalarım.

Gizli Yediler’di, Afacan Beşler’di Enid Blyton serileri, Edmondo de Amicis’in Çocuk Kalbi, Kemalettin Tuğcu’lar, Altın Masallar, Andersen’den Masallar, Pony şunu bunu yapıyorlar, Ömer Seyfeddin’ler, O’Henry’ler, Mark Twain’ler...

Dış kapaklarını şöyle bir okşayıp...

Sonra Pıtırcıklar’a davranırım.

Diğerlerinin aksine, oturup onları aleláde bir yerinden açar ve canımın çektiği kadarını, vaktimin yettiği kadarını baştan okurum. Ve hálá aynı zevki alırım.

İşin muhteşem tarafı şu ki, yeni Pıtırcık hikáyeleri, yeni bir yazar tarafından, efsane ikilinin üslûbu taklit edilerek yeniden yazılmıyor.

Orijinal hikáyeler; Goscinny ve Sempe tarafından yaratılmış...

Rene Goscinny’nin kızı Anne Goscinny, daha önce Sud-Ouest Dimanche ve Pilote dergilerinde yayınlanmış ancak hiçbir zaman kitaplaştırılmamış serüvenleri bir araya toplamış.

Şahane yahu: Yüzde yüz orijinal; sahibinin sesinden...

Allah gecinden versin ama...

Hani olur a, belki, yani hiç değilse öldükten sonra, münzevi tavrından taviz verir ve daha önce New Yorker’da yayınlanıp kitaplaştırılmamış hikáyelerinin ve muhtemelen bin yıldır yazıp yazıp kenara istiflediği şeylerin yayınlanmasına müsaade eder belki diye, J.D. Salinger’ın sağlığına dair bir haber bekler dururum. Gelmez, ayrı...

Hem muhtemelen nemrut Salinger, bunun gerçekleşmemesi adına her türlü önlemi, bir hukukçu ordusu marifetiyle çoktan almıştır, o da ayrı...

Yine de işte... Garibin ekmeği umut hesabı...

Meşhur Glass Ailesi’ne dair yeni bir öykü okumak ya da Gönülçelen’in Holden Caulfield’i gibi unutulmaz, yeni bir karakterle tanışmak muhteşem olmaz mıydı?

Belli de olmaz gerçi... Bakınız, olmaz olmaz denen olmaz, oldu işte...

Pıtırcık, yepyeni hikáyelerle hortladı.

İçimdeki çocuk (Dışımdaki büyük bu klişeden tiksinse de!) ‘Yaşşşasssınnn!’ diye zıp zıp zıplayarak haykırmak ister.

Ve büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öper...
Yazının Devamını Oku

Masal bahane...

21 Nisan 2005
Geçtiğimiz hafta gazeteler ve yayın organları Prens III. Reinier’ın ebediyete intikálinin haberini genel olarak; ‘Romantik prensin ölümü’ başlığıyla verdi. Bu arada Papa II. Jean Paul’ün ölümü yüzünden düğünü bir kez daha ertelenen bir talihsiz prens var ki, zannımca tüm zamanların en romantik prensi odur.

Evet efendim: Charles...

Tarihin gelmiş geçmiş en fotojenik ve trendy Prenses’i ile evlendiği, mutsuz bir evliliği -sarayın dehdehlemeleri bir yandan, ödipal kabızlıkları bir yandan- şu ya da bu imkánsızlıklar yüzünden sürdürmek zorunda kaldığı, sonra da tüm dünyanın bıkmadan usanmadan tekrar ettiği şekliyle ‘çirkin ve yaşlı’ sevgilisiyle aralarındaki aşkı meşru kılmak adına direttiği için -tipi bir yana- ömrünün büyük bir bölümünde ‘maymun edilen’ Charles...

Yani bir kısım medyaya soracak olursanız, Maymun Çarli...

İki hafta önce vuslat vuk’u buldu nihayet.

Allah’ın Britanya Kral Aday Adayı’nın derdi beni niye gerdi diye sorabilirsiniz elbet.

Ben de derim ki: Adamcağız, her bir halta rağmen, aşkına sahip çıktı ve 30 küsur yılın ardından muradına erdi işte; ötesi var mı?

Monarşinin kasıntı protokollerinden hiç mi hiç hazzetmeyen, prensli prensesli masallara prim vermeyen bünye, niyeyse, Charles’a şu Camilla mevzuu çıktığından beri saygıyla yaklaşıyor.

Yine de insan düşünmeden de edemiyor: Şimdi ister misiniz, iki vakte kalmadan bunlar boşanmaya kalksınlar.

Çok gördük böyle örnekler...

Sittin sene birlikte yaşayan bir çift, onca zamanın ardından evlenmeye kalkar ve bir bakarsınız, a-a, meğer hakikaten de nikáhta keramet varmış.

Evlilik, meğer ayrılığa açılan en yakın, en yalama kapıymış...

Geçtiğimiz Pazar, iki cankuşla birlikte Sezen Aksu’nun unplugged konserine gittik. Ayıptır söylemesi, benim ikinci seferimdi...

Oburluğun sonu yok tabii... Hele ki Sezen Aksu konseri izlemek için herhangi bir bahaneye gerek de yok elbette.

Yine de, deyin ki böyle bir şey lázım. Bir bahane yani...

Yeni albümün adı Bahane zaten... Bunun yanında ‘arkadaş hatırı’ söz konusuydu diyelim...

Dostların birinin çalışmadığı yegáne gece Pazar gecesiydi ve nihayet bir Sezen konseri, Pazar akşamına denk gelmişti, biiir...

Dostların diğeri sürümcemeli bir ilişkiyi taze bitirmişti ve böylesi bir beton tedavi, iyi gelirdi -hep gelir-; ikiii...

Ona baktım ve başkasının sakatlığı karşısında kendi háline şükretmenin gizli saklı utancı vardır ya, işte o utançla nasırımı yoklayıp, için için rahatladım.

Hepimizin başına gelmiş şeyler:

Denersin, denersin, denersin... Dibine kadar gelirsin... Hayatı bir kenara itersin... Bir ilişkinin içinde kalmak adına varından yoğundan, kendinden geçersin...

Sonra bir bakarsın. A-ha: Uğruna bağırsaklarını ortalara döktüğün, ahmak bir ‘uzuv’a dönüştüğün ilişki orda... Da... Sen nerdesin?..

Vermenin sonu yok zira... Almanın olmadığı gibi...

Acı desen, hiç bitmez.

Aşk şahane bir şey. Şarkılarda, filmlerde, kitaplarda, şiirlerde...

Fakat yaşarken, pis, çok pis bir şey abi; öyle her daim çekilmez...

Kavga dövüş bir tür delilik; bitmek bilmeyen bir sidik yarışı. Bazen özlüyor mözlüyor insan ama...

Bir yanı da ödlek ödlek dua ediyor için için: Allah bir daha öyle bir yangın yerinin ortasından geçmeyi göstermesin...

Şimdi, Prens Charles nere, Sezen Aksu nere... Ne bileyim, aşktı, masaldı; bir tür sayıklama işte...

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Yazının Devamını Oku

Devletimizin Uyuyan Prens’i

17 Nisan 2005
Son zamanlarda tanıdığım insanlara dair yeni bir paranoya geliştirmiş bulunuyorum. Her gece beni ekip, benden gizli buluşuyor ve deli gibi eğleniyorlar. Üstelik bunu bir de utanmadan benim bilinçaltımda yapıyorlar.

Bir insan her Allah’ın gecesi, böyle acayip, gelmiş geçmiş tanıdıklardan yana tam mevcutlu rüyalar görür mü ya...

Bir ben yokum aralarında; ben hariç, duyan gelmiş...

Ben de dedim ki madem mekán olarak bilinçaltımı kullanıyorlar, bundan böyle her böylesi bir rüya gördüğüm gecenin sabahı, rüyamda gördüğüm insanlara bir önceki gecenin adisyonunu yollayayım.

Madem beni aralarına almıyorlar, bari bu durumdan nemalanalım.

Hazır soyad da müsait; Çapa mapa... Bundan böyle ‘O meşhur Çapa’larla alákanız var mı?’ sorusunu en azından; ‘Akraba değiliz ama meslektaş sayılırız’ diye yanıtlarım.

Hayır, efendim, hiç de saçmalamıyorum. Koskoca devlet bakanları bile icraatlarını rüyalar üzerinden götürüyorlarsa, pardon yani, orda bir durup düşünmek lázım...

Haberi okuyanlar, okumayanlara anlatsın:

Meğer devletimizin Uyuyan Prens’i, siyasetin yeni Tansu Çiller’i, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, katıldığı her türlü etkinlikte içi geçip, başı düşüp, horul horul uyuklarken, aynı zamanda harıl harıl çalışırmış da bir yandan:

Gaziantep’te katıldığı yoğun bir gezi ve inceleme programının ardından katıldığı kent konseyinde yorgun düşen Bakan Koç, konuşmalar sırasında her zamanki gibi uyuyakalmış.

Konuşma sırasının kendisine gelmesi üzerine oturduğu yerden konsey üyelerine seslenen Koç; ‘İnanıyorum ki hayaller hiçbir zaman gerçek olmaz. Gerçek olan rüyalardır. Ben kendim için, ülkem için ve bugün burada bulunduğum Gaziantepliler için rüya görmek istiyorum. Merak etmeyin ben saf bir adamım. İyi rüyalar görürüm ve o rüyalarım gerçek olur’ demiş.

Konuşmasını bitirdikten sonra da işleri sahiplerine devrettiğini kaydetmiş ve ‘Bana bir iş kalmadı, hadi bana eyvallah’ diyerek Gaziantep’ten ayrılmış.

Turizme karşı olmadığını açıklamak suretiyle, Turizm Bakanlığı tarihinde bir ilke imza atan...

Ardından para bırakan Rus turistleri sonradan görme görgüsüzlüğüyle itham edip, üzerine taze taze yeni bir ilke imza atan...

...Koç’un katıldığı her etkinlikte uyuması, maalesef ne bir ilk, ne bir ikinç, ne bir üçünç; ayrı...

Ben bir ara sırf uyku problemimden yırtmak adına, bir yerlerden milletvekilliği için adaylığımı koymayı bile düşündüm.

Meclis koltuklarına poposunu değdiren uyumaya başlıyor zira... Hani belki bu sayede benim naçar beden de birkaç saat deliksiz uykuyla müşerref olur hesabına... Valla, politikaya atılmayı bile düşündüm.

Şimdilerde vazgeçmiş durumdayım fakat. Gündüzleri zaten memleket meseleleriyle fazlasıyla haşır neşiriz. Uykumda da vatan kurtarmakla uğraşamayacağım, kusura bakmayın...

Dedim ya, ben álemci olup köşe dönmeye karar verdim. Tanıdığım ve sevdiğim insanların tümü ayyaş geyikçilerse ben ne yapayım...

Sizi kim savunsun

Yeni TCK’nın henüz yürürlüğe girmemiş olmasının verdiği gazla, yetkin editörlerimizden birine yanaşıp, bilirkişi olarak fikrini sordum.

Bir kurum için ‘Yazııık’ desem, ne olur?

‘E, biraz ayıp olur, hatta suç olur’ diye cevap verdi.

Ben de kesinlikle böyle bir tabir kullanmamaya karar verdim.

Düşündüm taşındım, sonunda Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) için şey diyeyim dedim. Ne diyeyim dedim? Bilemedim...

Allah aşkına, Kill Bill’i yayınladığı için Digitürk’te yayın yapan Moviemax’den savunma isteyen bir kuruma siz ne dersiniz?

Yani meselá, Ata Demirer’in meşhur gafını yaptığı Beyaz Show için Kanal D’nin uyarılmasına karar vermesine filan alışkınız hani...

Ne de olsa RTÜK, mahallenin had bildiren abisi. Cümlemizin namusunun tellalı...

İcabında karşı apartmanda oturan kızın eteğinin boyuna da karışma hakkını görür; o kızın kendi babası, ağabeyi varmış filan hiiiç iplemeden. Bırakın o kızın kendi iffetinden kendisinin sorumlu olmasını... Mevzuun babasını, ağabeyini filan da ilgilendirmemesini...

Ama artık bu ne bu be bu kadar?!?

Bu kurumumuz, daha evvel de Bob Fosse’nin ünlü filmi Lenny ile Angel ve Buffy the Vampire Slayer dizileri yüzünden CNBC-e’nin yayınının bir gün durdurulmasına karar vermişti bildiğiniz üzre.

Bu aralar Tanrıkent olsun, Otomatik Portakal olsun, Ölüm Oyunu olsun, birçok klásik mertebesine ulaşmış festival filmi yayınlanıyor.

RTÜK’ün kafasına göre, bunların hepsi birer kanal kapatma gerekçesidir; ihbarımı yapayım yani...

Onlar da iyisi mi, televizyonu hepten kapatsınlar. Hepimize televizyonlarımızın önüne yerleştirmek üzere birer Necefli Maşrapa yollasınlar.

Sonra ben de o maşrapayı, dekoderimle birlikte o kurula iade edeyim.
Yazının Devamını Oku

Patlarsa fena yakar!

16 Nisan 2005
Ne zaman kendisiyle ilgili bir yazının başına çöksem, giriş hep aynı giriş oluyor ama:<br><br>Bayılıyorum Göksel’e... Biz burda bir kısım medya, Göksel’in hastasıyız. Nokta.

Ne zaman bir şarkısını dinlesem, yeni bir albümüyle müşerref olsam, yeni bir klibini izlesem, aynı misler gibi hissiyat: Ohhh be!..

Karbon kopyalarla kaynayan bir kakofoni diyarında, tertemiz bir soluk gibi Göksel. Kokmayan nefes gibi...

Şimdi bu tabir, iğrenç çağrışımlar yapıyor olabilir ama kimse kusura kalmasın, en azından bende bıraktıkları duygu tam da budur.

Piyasadaki pek çok iş: Kokar...

Ya bir başkası gibi kokar, ya da işte, ağız kokusu gibi, pis kokar...

Göksel, albümleriyle, sesiyle, sözüyle, duruşuyla, son yıllarda izleme şansına nail olduğumuz en şahsiyetli ve kesinlikle en haysiyetli birkaç isimden biri.

Ki ‘birkaç’ derken de abartma ve yanılma payını hesaba katmış olmak adına söylüyorum yani.

Dördüncü albümü Arka Bahçem’in çıkış parçası Karar Verdim’in klibi, bir süredir kanallarda dönüyor.

Kibariye’nin klásik mertebesine ulaştırdığı Kimbilir’i ve albümün prodüktörlüğünü üstlenen, tüm düzenlemeleri yapan Alper Erinç’in bestesine imza attığı Arka Bahçem’i saymazsak, albümün tamamında olduğu gibi, bu şarkının da beste ve güftesi Göksel’e ait.

Murad Küçük tarafından çekilen klip, salt Göksel görüntülerinden ibaret. Birbirinden farklı kıyafetlerle, geçmiş hállerine kıyasla daha ‘frapan’, tabiri caizse, daha arıza bir Göksel, yanıp sönen bir yıldızın önünde, ‘haykırıyor’:

‘Görüyordum, duyuyordum / Biliyordum, susuyordum / İstemedim, neden hayır diyemedim ki... / Kızıyordum, kaçıyordum / Köşelerde yaşıyordum / Söyleyecek sözüm çoktu, neden sustum ki... / Benim kendimle ufak bir sorunum var / İçimde patlamaya hazır bir bomba var / Ben bu gece karar verdim / Kuş olup gökte uçmaya / Sevdiğimi, kızdığımı / Dünyaya haykırmaya / Sessizliği bozmaya!’

Yakışır...

Albüm çıktığından beri Göksel ile yapılan tüm röportajlarda aynı bahis geçiyor.

Nasıl ki Depresyondayım’ın çıkışının ardından yaptığı röportajlarda, aslında o kadar da depresif bir kadın olmadığını, gayet matrak tarafları olduğunu anlatmaya gayret ettiyse, şimdilerde de zannedildiği kadar mülayim bir tip olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Meselá, Yasemin Kağa’ya verdiği röportajda, Karar Verdim ile ilgili söylediklerine buyrun:

‘Şarkıyı yazdıktan sonra baktım ki ben bütün duygularımı özetlemişim. Bizim sosyal yaşantımız içinde kendimize yasakladığımız, toplumsal kurallardan kaynaklanan o kadar çok şey var ki. Başkaları kırılmasın, ayıp olmasın diye çoğunlukla istemediğimiz şeyleri yapıyoruz. ‘Hayır’ demeyi de bilmiyoruz. Ve ben bunu çok fazla yapıyorum. Bir de benim ‘80 kuşağında yetişmemden kaynaklanan ‘kuzu’ tarafım da var. Aslında ben özel hayatımda o kadar da kuzu değilim. Yakından tanıyanlar iyi bilir. Bayağı cadılaştığım zamanlar olabiliyor.’

İnanırım. Bizim kuşağın büyük bir çoğunluğu, kuzu postuna bürünmüş kurt gibidir zira.

Bastır bastır, nereye kadar?..

Aman çocuğum düşünme, aman evladım dokunma, aman miniğim üzerine vazife mi, aman yavrucuğum dünyayı kurtarmak sana mı kaldı?..

Kafası, yine kimse kusura kalmasın ama geçmiş kuşakların pek çoğundan daha iyi basan ama hık dese uyarılan, pık dese uyarılan bir zavallı, kıstırılmış, kayıp kuşak.

Bir patlarsa, çok fena patlayacak...

İktidarla didişme, siyasete karışma, etliye sütlüye bulaşma...

Öyle akmaz kokmaz tavşan kakası gibi, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım modeli, yaşamak denirse ona, yaşa baba yaşa...

Sonra da soruyorlar niye bizim kuşak, maniklerden, depresiflerden, dengesizlerden, patalojik vak’alardan geçilmiyor diye...

Niye acaba?..

Göksel’in dediği gibi işte:

‘Benim kendimle ufak bir sorunum var / Biriktirdiğim ne varsa şimdi patlar!’

Hepimizin var güzel kardeşim, hepimizin var...

Bizim kuşağın meşhur filmi ‘La Boum’u ‘Patlarsam Yanarsın’ diye çevirmişlerdi ya hani: Patlarsa -fena- yakar!
Yazının Devamını Oku

Domates, biber, patlıcan

15 Nisan 2005
Olmasa daha iyi olurdu tabii ama Başbakan Erdoğan’ın Norveç’te maruz kaldığı yumurtalı protestoyu, ‘Yine de şık yani, en azından Avrupai’ şeklinde değerlendirmem, esefle karşılandı. ‘Niye ya?’ dedim; ‘Tekme, tokat yok işte, ne güzel. Yumurta olsun, pasta olsun, böylesi besinler fırlatmak, Batı dünyasına has bir protesto şekli. AB yollarında iyi bir adım değil mi?’

‘Ne belli?’ diye itiraz etti Şermin; ‘Ya içinde dioksin olan yumurtalardansa? Yuşçenko’nun başına gelenleri düşün! Robert Redford gibi adamın suratı Çarşamba Pazarı’na döndü.’

‘Doğru be’ dedim; ‘Bak ben o tarafını hiç düşünmemiştim.’

Okuduğum gazetelerin başına döndüm.

* * *

Deniz sezonuna az kaldı ya, her tarafta şunu yap zayıfla, bunu yap forma gir haberleri.

Milliyet’te Taylan Kümeli, Bir Kibrit Kutusu Lezzet adlı köşesinde ‘Haftanın besini’ olarak çilek önermiş meselá.

‘Siyanür önerseymiş?’ diye söylendim. Taylan Hanım, son zamanlarda manav tezgahlarına pek göz atmıyor galiba. Memlekette çilek dediğini koyduysan bul.

Geçen gün bizim gazetenin barmeni Fikret, zarafet gösterip içkimizle birlikte bir tabak çilek ikram edecek oldu. Zaten bu aralar nemrutluğun şahikasında dolanıyorum, patates boyutlarındaki degrade renkli amorf garabete pis pis bakıp homurdandım: ‘Fikretçiğim, bizi öldürmenin daha kestirme yolları var. Sahte rakı yok muydu?’

Öğlen yemeğe indik. Emel salatanın yanına ızgara tavuk sipariş etti. ‘Tavuk mu? Eşcinsel eğilimler başgösterirse, bana hiç bulaşma, benden sana ekmek çıkmaz’ dedim.

‘Bugüne kadar çok lezbiyen asıldı; konu üzerinde derin düşünce mesaisi vermişliğim var. Kesinlikle heteroseksüelim. Lezbiyen olup şu erkek meselesinden yırtmayı istemez miydim, isterdim; ayrı... Yok yani; bünye meselesi...’

‘Ne diyorsun be?’ diye ters ters baktı Emel.

‘Erman Toroğlu tembihlerinden bihabersin galiba? Adam haftalarca yırtındı, tavuk yemek adamı eşcinsel yapar, üstelik de kepek sorunu olan eşcinsel yapar diye...’

‘O bildiğimiz Erman Toroğlu olabilmek için neyle besleniyormuş?’ diye sordu bunun karşılığında.

‘Güzel soru’ dedim. ‘Düşününce, o esas günlük rejimini yayınlasın, biz Erman Toroğlu olmamak adına onları yemeyelim; di mi ama?’

Kalkıp salata standının oraya gittim. Bir yanda salatalar, bir yanda zeytinyağlılar... Öööyle salak salak bakıyorum. Fasulyeler dirsek boyu, enginarlar kelle ebadında, domatesler zaten nicedir ne domatese benziyor, ne domates gibi kokuyor.

Ağzımın tadı yok, canım hiçbir şey çekmiyor.



* * *

Ne zamandır böyleyim üstelik. Peki nasıl oluyor da bu fani beden durduğu yerde şişip duruyor?

Neden sonra bir an kendimi yakaladım. Aaa, resmen zerzavatın karşısına geçmiş hisleniyorum, iyi mi!!!.

O sırada yanıbaşımda iki kadın belirdi; biri nasıl tonton... Standa baktı; zeytinyağlı biber dolmalarına doğru yüzünü ekşitti ve; ‘Amaan akşam evde de dolma var’ dedi.

Akşam yemeğinde dolma olan bir ev?.. Hormonsuz bir hayat?.. Ay sen benim gözler bunun üzerine bir dol, bir dol!!!
Yazının Devamını Oku