7 Temmuz 2005
Yanılmıyorsam, 2003 kışıydı. Şubat-mart civarları... Tüm dünyada Irak Savaşı’na karşı itirazların yükseldiği dönemdi ve George Michael’ın ‘Shoot The Dog / Köpeği Vur’ adlı şarkısının video klibi yayınlanmaya başlamış, İngiltere’de ortalık ayağa kalkmıştı.
Zira anime klipte, eşi Cherie Blair’i fena hálde makaraya sarmak suretiyle, yatak odası hálleriyle de dalga geçilen Tony Blair, George W. Bush’un köpeği şeklinde gösteriliyordu.
Yüne dolanmış kedi şeklinde resmedildiği o gayet naif karikatür karşısında bizim Başbakan’ın nasıl tepki verdiğini şöyle bir düşününce kabul edersiniz ki eh yani, ağııır bir durumdu.
George Michael, o tarihlerde BBC’nin ünlü siyasi talk-show programı Hard Talk’a katılmıştı. Programın sahibi Tim Sebastian, Michael’ı, takındığı bu politik tavrın uzun zamandır ABD’deki albüm satışlarında yaşadığı hayalkırıklığından kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda sıkıştırıyordu.
Bilenler bilir... Tim Sebastian, adamı sıkıştırdı mı fena sıkıştırır... Buna rağmen George Michael, programdan alnı ak, sırtı pek ve başı dik çıkmıştı.
Tim Sebastian sordukça o yanıtlıyordu: Neden mi bunun yerine gençleri uyuşturucuya karşı uyarmıyordu? Çünkü vaktiyle o da uyuşturucu kullanmıştı ve pardon, ikiyüzlülük yapamayacaktı.
Peki neden mi gençleri bu konuda uyarmak yerine korsan albüm satın almamaları konusunda uyarmıyordu? Pardon, savaşa hayır demekle, ‘Lütfen arkadaşlar, plak şirketleri mağdur durumda’ demek arasında ‘biraz’ fark vardı.
Michael’ın tavrı barizdi. Kamuoyunun ilgisini bu konuya çekmek gibi bir derdi vardı. Var olmasına vardı. Da... Bir konuya daha parmak basmak istiyordu: ‘Allah aşkına, bu konuda kesinlikle Live Aid gibi bir şey yapılmasındı...’
George Michael, ‘84’teki Live Aid döneminde mevzuun İngiltere ayağına, Wham grubunun bir üyesi olarak katılmıştı. (‘Do They Know It’s Christmas’ı hatırlayanlar ellerini kaldırsın.) Ve evet efendim, bu gibi şeyler için ‘pop’un ilaç olabileceğine artık kesinlikle inanmıyordu. Lütfen: ‘Kim kimi kandırıyordu?!?’
Yukarıdaki hikáyeyi iki yıl ileriye saralım: Geçtiğimiz hafta George Michael, Paul McCartney ile söylediği bir düetle Live-8’in kapanışını yapıyordu! (Yapmış doğrusu... Ben izlememiş olduğum için bin ayrı yerden teyid ettirdim. Hatta inanamamış da olduğum için programı izleyen kimi arkadaşlara yeminler ettirdim.)
Mariah Carey’in bu organizasyon gündeme geldiğinden beri George Michael ile düet yapma arzusu olduğu biliniyor. George Michael’in bunu reddettiği, Bob Geldof’un organizasyona katılması konusunda çok ısrar ettiği de biliniyor. Katılacak katılmayacak şeklinde rivayetler, mevzuun gündeme düştüğü andan beri etrafta dolanıyor.
DU...
Görünen o ki Michael, sonunda ortasını bulmuş. ‘Sir’ler Kamarası’na göz kırpmış...
Benim anladığım budur.
Sir Bob Geldof, Sir Elton John, şimdilerde yolda: Sir George Michael...
Bu konuda görüşler ikiye ayrılmış durumda malûmunuz:
Live-8’çiler ve bunun nafile bir girişim olduğunu söyleyip duran, her mevzuya kötümser yaklaşan ‘kinik’ler...
Kimse sırf canı çektiği için sarkazma düşmez. Ya da ne bileyim, kinik yaklaşmak, adamın boyunu uzatmaz.
Ama hayat insanı oraya koşuyorsa neyleyeceksiniz? Çok isterdik yani yanılmış olmayı. Ama kamaralardan kamara beğenecek olursak, son yılların yeni trendi, ‘Zaman Geçti, E, Sir’ler de Değişti Kamarası’ üyelerinin marifeti?.. Bizi gerdi... Azzz sonra... Yarına...
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
Ayak bileğimizi hacamat etmek suretiyle fizyoterapi dediğinizin ne mene bir şey, yani ne derece komplike, sofistike, vs. bir şey olduğunu idrak ettik ya... Tedavi merkezine ‘tedarikli’ gidiyoruz güya... Şöyle ki: Beher seans iki-üç saat arası sürüyor. (Şaka gibi ama öyle...) E, bu bir müddet daha böyle gideceğine göre?..
Dedim ki iyisi mi ben gazete paketini alayım, bari günlük gazete okuma mesaimi orada harcayayım.
İlk günler itibarıyla konsantre olmak pek mümkün olmadı fakat.
Vaziyetle taze müşerref olmuş biri olarak o elektrik akımlarının dakka başı bünyeyi bızıdı-bızıdı-bııızzzt şeklinde dürtüklemesine alışabilmiş değilim. Okuduğun cümlenin noktasına varmadan yeni bir şok dalgası geliyor. Bütün ezber dağılıyor. Hadi bakalım sil baştan...
İkincisi, ortam had safhada ‘hareketli.’ Yine: Konsantrasyon hakgetire...
Kimi arkadaşlar bizi ‘magazin duayeni’ addederek kendi çaplarında maytap geçiyor olabilirler ama bu konuda hakkım teslim edilsin isterim. Şimdi şurda oturup birkaç gün üst üste ‘Gördüklerim duyduklarım: Kimler sakat, kimler rehabilite oluyor?!? Ebru Çapa gözde bir fizyoterapi merkezinden bildiriyor! Azzz sonra!!!’ mealinde mevzu açsam, Betty Ford’a yatan ünlüleri ihbar eden paparazzo popülaritesine kavuşurum valla.
Yapıyor muyum; yapmıyorum...
Çünkü ben artık herkesle iyi geçinen ve magazine tövbeli bir insan olmaya karar verdim. İmajıma ve sosyal çevreme dikkat etmem gerek, zira ciddi ciddi politikaya atılmaya niyetlendim efen’im.
Oy verecek parti bile bulamıyoruz gerçi ama ne yapalım, ben de bir dahaki seçimlerde bağımsız olarak adaylığımı koyarım.
Bir seçilirsem, ah bir seçilirsem var ya:
1) Uyku probleminden yırtarım. Hatta İzmir’den annemi babamı filan da çağırırım, öyle maaile birbirimize sarılır uyuruz.
2) Kendimi buzdolabına uçan tekmeyle girişen Cüneyt Arkın zannetmeyi bir yana bırakır, kick-box merakımı TBMM’de çıkan kavgalarda tatmin ederim. Gönlümün dilediğince sinkaflı küfürler ederek, sen şunun altına yatıyorsun, sen bunun altına yatıyorsun, ılımlı İslám olurdu, olmazdı derken, kendime konulardan konu beğenir, rakip partinin vekillerine girişirim.
3) Beleş yer-içer-seyahat eder, makam otomobillerinde gezerim.
4) Ekmek elden su gölden, devlet malı deniz yemeyen domuz modeli yaşadığım yetmiyormuş gibi 8 milyar maaş alır, sonra bir de üzerine ağlak yaparım...
5) Bu arada kafayı gerçekten bozar da meselá cinayet işlemeye yeltenir ve işlersem, dokunulmazlığım var efen’im, ortalıklarda rahat rahat, gef gef gerinerek takılırım.
6) Memlekette olan biten her türlü vahim hadisenin faturasını karşı parti olsun, trafik-enflasyon-ıvır-kıvır canavarları gibi adresi meçhul mefhumlar olsun, kendimden başka herkese ve her şeye çıkartırım.
7) Merakıma mucip olan konularla ilgili zırt fırt soru önergesi sunarım: GS bir daha ne zaman şampiyon olacak? Hülya Avşar’ın her Allah’ın günü yerine bari meselá gün aşırı bir polemik konusu pörtletmesini sağlamak adına bir şey yapılabilir mi? Hayatın bir anlamı var mı? Peki g noktası denilen şey var mı?
8) Aklıma eseni hede hödö söyler, uluslararası rezaletlere yol açar, sonra da eşi menendi bulunmaz espri yeteneğimi konuşturur, kendi skandalımdan Cem Yılmaz performansı çıkartırım. Misál, Ruslar’a sonradan görme alkolikler, Amerikalılar’a obez aptallar derim. Sonra da olaya; ‘Ama ben uykumda konuşuyordum. Kimisi uykusunda horlar, bense uyurken bazen türkü çığırırım, bazen de böyle küçük şakalar yaparım’ şeklinde bir ‘açıklama’ getirir, bu arada aman da pek kalifiye bir espri şey ettirdiğim için de üzerine ekidi-kikidi kıkırdarım.
9) Emekli memekli... Hálá her konunun ombudsmanı olarak dile geldiğine göre çok geç olmasa gerek... Elimde hediye bir şapkayla kapısında yatar, Baba’nın familyaya sızarım. Kendisi için bir şey istiyorsa namert olan ve kardeşinin şirketlerine el konulması yüzünden yaptığı açıklamaları, ‘Valla billa kardeşi olduğu için yapmayan’, derdi gücü vatanın menfaatleri ve adalet olan Baba’nın kanatları altında mutlu mesut ve hiper erdemli bir şekilde palazlanırım.
10) On mon yok kardeşim. Bünye kaldırmayacak galiba. Ben bu gidişle yine sıradan vatandaş olarak sürüngen hayatıma devam edeceğim korkarım...
Son bir not: Bu arada, dört gündür üst üste mevzuu bilekten açtığımın (Gülden bizim tayfanın her gün yeni bir kurbanla sapır sapır dökülüp sakatlanması durumu karşısında bizleri ‘erat’ mefhumundan aldığı ilhamla ‘sakatat’ diye çağırmaya başladı.) ve kapattığımın farkındayım. Bugün son olsun. Şerefsiz bacak, kendini her adımda iniiim inim hatırlatınca böyle oluyormuş demek. Pardon. Bu da benim ayıpçı hezeyanım olsun...
Sessiz de konuşabilen adam
Cihan Ünal’ın Haftalık’a vermiş olduğu röportajı vesile yaparak, hadiseyi analım.
atv’nin sadece dizilere ödül verilen ve geçtiğimiz haftalarda ilk kez dağıtılan Beyaz İnci ödülleri törenine dönelim yani...
Benim öncelikle, bir sorum olacak. Tamam, anladık, ‘Hadi kendimize yerli Emmy ödülleri töreni güzelliği yapalım’ diye düşünülmüş. İyi, güzel de...
Dünyanın başka herhangi bir ülkesinde, o dizilerin bir kısmının yayınlandığı bir televizyon kanalının ödül dağıtması görülmüş hadise midir?
Hatırlarsanız, gecenin sunucusu Mehmet Ali Erbil, her kategoride, ödülü vermesi için iki şöhreti sahneye çağırıyor.
Yarışmanın ödül veren konuk çiftlerinden biri Güven Hokna ile Cihan Ünal.
İkili sahneye çıktıklarında Ünal’ın rol aldığı Kadın İsterse (Star) dizisinin, aldığı reytinge rağmen hiçbir ödüle aday gösterilmemesine ‘latif’ bir üslupla dokunduruyorlar. Uzuuun uzun...
Öyle ki izleyicilerin bayılma raddesine geldiğini fark edip konuyu gayet ironik bir şekilde ‘E, az laf öz laftır. Kısa (!) keselim’ diye bağlıyorlar.
Bunun üzerine Mali Bey, en ön sırada oturan Kültür ve Turizm Bakanı Koç’u gösterip; ‘Niye canım? Daha Atilla Bey bile dalmamıştı’ diyor!
Nerden mi aklıma geldi? Röportajda bu konuyla ilgili bir soru da yöneltilmiş Cihan Ünal’a. Ama beni esas gıdıklayan o soru değil, Ünal’ın ‘sessiz de konuşabilen’ insanlardan hazzettiğine dair söyledikleri.
Nasıl mı olurmuş sessiz de konuşabilen insan? Şöyle ki:
‘Çok fazla konuşmayan... Yeri gelince bilgiyi sunmak önemlidir. Tersi gevezelik olur.’
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2005
Ergenlik döneminde, elindeki gitarla sahneden kitleleri büyüleyen bir rock yıldızı olduğuna dair fantezi kurmayan herhálde pek az insan vardır. Gelin görün ki çoğunluk için bu gençlik hayali, ebeveyne yalvarıp yakarma neticesinde aldırılan akustik (Malûm, elektrogitarın ederi, bu gibi gençlik heveslerini ana-babaların gözünde fena aşar.) gitarla akort öğrenme safhasında rafa kalkar...
Rafa kaldırmayanların çoğunluğunun hevesi de yetenek kapasitesinden dolayı (Vermeyince mabut, neylesin Mahmut?) kursak cenahında kalakalır.
Fakat bir de şanslı azınlık var tabii... Bunun fantezisini kurmaya, suya ‘bu’ dediği dönemlerde başlayan, ısrarla hayalinin peşinden giden, üstelik bir de doğuştan kabiliyetli olanlar...
Can Şengün, onlardandır. Kendileri, prodüktörlüğün yanında, yedi yaşında piyano, dokuz yaşında gitar çalmaya başlamış, bugün genç yaşına rağmen müzik piyasasında yaşayan efsane olarak anılan bir gitaristtir.
Gitaristti mi demeli?.. Yani hálá öyle ama geçen ay İrem Records’dan çıkan Canlı Müzik adlı ilk albümü sağolsun, artık mikrofonda yorumculuğunu da konuşturuyor.
O KADAR HAVASI OLACAK ELBET
Şengün, 12 yıldır Türk müzik piyasasının içinde ve álemde sayabileceğiniz hemen hemen tüm müzisyenlerin yanında sahnede, turnede, stüdyo kayıtlarında çalmış bir isim.
250’nin üzerinde albümden, non-stop bir sahne ritminden, binlerce konserden bahsediyoruz.
Albümün kartonetinde bir gitar ummanının ortasında haykırırken göründüğü bir fotoğrafı var. Altında gururla ‘Fotoğraftaki bütün gitarlar Can Şengün’e aittir’ yazıyor.
O kadar havası olacak elbet. Zira kendileri aynı zamanda Yamaha’nın sponsorluğunda, Türkiye’nin yanı sıra dünyanın dört bir yanında (Prag, Tokyo, Hamburg, vs...) klinik çalışmaları yapıyor. Önümüzdeki mart ayında yine Frankfurt’a gidip, dünya çapında adamların önünde boy göstermeye hazırlanıyor.
Sadece Türkiye’deki sanatçılar da değil yani. Toto’yla, Deep Purple’ın elemanlarıyla takılan bir adamdan söz ediyoruz.
Canlı Müzik’in içinde yer alan 12 şarkının tümünün söz ve müziği ona ait. Ve çıktığı günden beri ne zaman ruhunu ferahlatmaya ihtiyaç duysa player’a diski yerleştiren biri olarak söylüyorum: Şahane, ömrü billah sıkılınmayası bir albüm.
İnsanda üst üste aynı şarkıyı dinliyormuş hissiyatı yaratan albümlerle uzak-yakın alákası yok. Her şarkı ayrı lezzet.
Nicedir bekliyorduk, sonunda ilk klip, albümün açılış şarkısı olan Yeter ile huzura geldi.
AKIL HASTANESİNDE KLİP
Hakan Yonat’ın yönettiği klip, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin uzun zamandır atıl duran, kullanılmayan 13. kısmında çekilmiş.
Can Şengün’ün görüntülerinden ibaret olan, mekánın ‘havadar’ (!) atmosferinden gayet başarılı bir şekilde faydalanan, son derece duru bir performans klibi...
Duru derken, yanlış anlaşılma olmasın: Can’ın kafayı sıyırmış bir şekilde saç baş yolup ‘Yeteeer!’ şeklinde hezeyan geçirdiği bölümler de mevcut. Ama yani ne bileyim, o görüntüler bile ‘duru...’
Gönül gözüyle de bakıyor olsam gerek bir yandan... Zira efen’im, bu satırların yazarı (!) Şengün ile, ‘şarkıcı’ kimliğiyle yapılmış ilk röportaja imza atmış kişidir. Ve en az albümü sevdiği kadar, albümün sahibini de sevmiştir.
Daha kabuğu çatırdatmadan çıktığı yumurtaya burun kıvıran ‘Ben ki álemlerin en bulunmaz hint kumaşıyım, naha yaptım oldu’ tarzı elemanlarla haddinden fazla karşılaşınca insan, böyle ayağı yere sağlam basan, akıl izan konuşturan, eğitimine ve tecrübesine rağmen tevazusunu koruyan, tek kelimeyle özetlemek gerekirse ‘ışıklı’ tiplere özel bir muhabbet besliyor. Şükür yani...
Bugün yine fizik tedaviden çıkmışım. Ayağıma NBA oyuncuları için özel tasarlanan spor ayakkabı modellerini çağrıştıran (Air Jordan ile bu ilhamı veren, álemlerin gelmiş geçmiş en muhteşem yaratığı Michael Jordan’ı ayrıca varlığının her santimkaresinden öpmek isteriz. Evet, adamın cüssesi düşünülünce uzuuun bir prosedür ama yani olsun, yok bir acelemiz...) ‘air-cast’ adlı bir zamazingo takılmış. Canım yanıyor ve içimi açmam gerekiyor.
Bu da bizi işbu yazının kaleme alınma sebebine getiriyor. Anlayacağınız, an itibarıyla yine Can Şengün’ün albümü dinleniyor. (Hatta şu anda gayet ironik bir şekilde Ayakkabı adlı şarkı çalıyor!)
Her türlü kulak üten gıcırtıya ‘Yeteeer’ diyelim. Böyle hállerde Canlı Müzik, ilaç gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2005
Dünkü yazıyı <B>(Lunatiğin güncesi...)</B> okumuş olan okurlar, bu satırların gerizekálı yazarının salaklıkta kendini aşarak ayak bileğini hacamat ettiğini, hayatında ilk kez alçıyla müşerref olma ihtimáliyle yüz yüze kaldığını hatırlayacaktır. Kendi salaklığının faturasını geçtiğimiz ay dünyaya ‘fazla’ yakından göz kırpan aya ve onun yarattığı etkilere çıkardığını da...
Tamam, peki, olabilir... Hadisenin yegáne müsebbibi ay olmayabilir.
Gelin görün ki haftayı dolunay malülü olarak tamamlayan bir tek ben değilim.
Üzerinize afiyet bizim kat acil servis koğuşu gibi... Kolu askıda olanlar, kurdeşen dökenler (Evet abi, düpedüz kurdeşen dökmekten bahsediyorum.), migren krizi geçirenler... Gırla...
Sadece iş yerindeki arkadaşlar mı? N’ayır efen’im...
Kırk yılın başında şöyle hakikatli bir arazla haşır neşir olmuşum. Bol bol mızmızlanıp nazlanmaya niyetliyim ama?..
Geçtiğimiz hafta kimle konuştuysam; ‘Sorma bana da şöyle bir şey oldu’ diye lafa girdi. Utanmadan ‘O da bir şey mi’ şeklinde el artırıp havamızı söndürenler bile oldu, iyi mi!
Yani demem o ki ben bir salak olabilirim ama benim salaklığımı ‘tetikleyen’ (Salaklık da tetiklenmeyi bekleyen bir tür hastalık olamaz mı yani?) unsurların da olayda parmağı var.
Şurda bilimsel bilimsel konuşuyoruz işte. Uzatmayın... O kadar...
Merak edip soranlar için: Kemiği çatlatmamışız, doku zedelenmesiymiş. Fakat hiçbir işi ayağıyla yapmayan ve hakkını veren (Bunu ayağımızla yaptık gerçi, ayrı...) mümtaz bir şahsiyet olduğum için sıkı hırpalamışım; zedenme deyip geçmeyiniz, epey bir zedelenmiş...
Olay vuk’u bulduğundan beri kime rastladıysam, aynı ismi verip; ‘Şahane adamdır, işinde uzmandır, ayrıca kankamdır, bizim kafadandır, illá ki onu gör’ diye müstesna bir beyefendiye yönlendirdiler.
Öyle böyle değil ama... Anladığım kadarıyla tanıdığım insanlar arasında kendileriyle bir ben müşerref olmamışım.
Utanmasam ilk karşı karşıya geldiğimizde; ‘Ayıp değil mi; niye beni dışlıyorsun abi?’ diye adama karakter atacaktım.
Bu arada tanıdığım insanların neredeyse tümünün muhtelif seferler oralarını buralarını kırdıklarını, çatlattıklarını, çıkarttıklarını da öğrenmiş ve bundan da hiiiç utanmadan (Kemiği çatlatmamışız ama ar damarı çatlak!) kendime bir gurur payı çıkarmış bulunuyorum. Ben bu yaşa kadar yine iyi idare etmişim yani.
Çocukken fena hálde yaramaz, hatta kuduruk bir kız olduğum, ağaçlardan inmediğim, çete savaşlarında karşı tarafla pata küte giriştiğim hálde ne bir yerlerimi kırmışlığım ne de patlatmışlığım var. Benim başıma başka türlü şeyler gelmiştir.
Kırdığım abaküsün çubuğu ağzımda yatağa balıklama atladığım için boğazımı delmek gibi... Zincirinden boşalmış tazı gibi koşarken yüz üstü düşüp ısırdığım dilimi tam yarıdan koparmak gibi... (Dile bir merhem sürülüyor ve o kendi kendine yapışıyor. Siz de o arada ibretlik bir moron olarak bilmem ne kadar süre ağzınız açık, diliniz ortada dolaşıyorsunuz.)
Neyse işte... Koltuk değneğiydi, alçıydı, tanışmıyoruz kendileriyle...
Nitekim bu kez de alçı yerine, ismi kulağa uzay mekiği modeli gibi gelen bir bileklik takılmasına ve fizik tedaviye karar verildi.
Bu vesileyle hayatımda ilk kez fizik tedavisi denen uygulamaya maruz kaldım. Benim gibi konu cahilleri için ziyadesiyle enteresan bir deneyim. Allah kimseyi düşürmesin ama ola ki mecbur kalırsanız, zevk almaya bakınız derim.
Üç saate yakın, elektriği yiyince istemdışı raksetmeye başlayan ayak parmaklarımı izledim durdum. Baş parmakla serçe parmağı önce ters yönlere doğru uzaklaşıyor, sonra da hasretle -neredeyse- kucaklaşıyorlar. Tek ayaklık dev kadro gururla sunar: ‘Tango Passion!’
Başlarda fena acıdığı için vikvikliyordum ama bünye sonradan alışıyor. Hatta sinirler laçka olduğundan mıdır nedir, bir süre sonra gülmek filan geliyor.
Şimdi bambaşka bir derdim var: Bünye her türlü acayip iptilaya teşne olduğu için tedavi sürecini elektrik bağımlısı olarak tamamlamaktan, yanımda bir portatif jeneratörle dolanıp kendimi günde birkaç öğün şoka maruz bırakmaktan korkuyorum.
Hoş oldu velhasıl. Şahane... Bir bu eksikti...
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2005
Kimileri kendini şartlamaya bağlı bir zırvalık olduğunu iddia edebilir. Öyleyse bile, ben bu konuda kendimi bayağı sağlam şartlıyorum demektir. Hezeyanlarının tezahürleri zaten bellisiz, gel-git tabiatlı bünye, ne zaman bendine sığamayacak derecede galeyana gelse... Ne zaman içimdeki devinim haddinden fazla kudursa, ne zaman en abuğundan bir duygusal kabarma yaşasam aynı şey...
Kafayı kaldırıp da onun o yaşlı, somurtkan suratıyla yüzyüze gelmediğim vaki değildir: ‘Biliyordum namussuz!’
Sanırım ben lunatik denilen tiplerdenim. Halet-i ruhiyesi ayın seyrine fena hálde endeksli tiplerden yani. Daha doğrusu dolunayda hafif tertip delirenlerden. Ayakta zaatürre atlatırcasına, kliniğe kapatılmadan etmeden delilik krizi geçirenlerden... (Ergenliğini 80’lerde heba etmiş olanlar, daha ziyade I Like Chopin şarkısıyla tanınan Gazebo’nun Lunatic’ini de hatırlayacaktır! Hadi hep birlikte terennüm ediyoruz...)
Hakikaten böyle bir şey var mıdır yok mudur bilmiyorum.
Ancak, dolunay dönemlerinde dişlerimin kamaştığını, hatta dişlerimin -cılkını çıkartmazsak hakkı kalır- uzamaya başladığını hissettiğimi adım gibi biliyorum.
Geçtiğimiz hafta, Dolunay Hazretleri, ‘87 Haziran’ından bu yana dünyaya en yakın noktadan gösterdi suretini malûmunuz.
Ay’ın neden böyle tabak ötesi tepsi kıvamındagöründüğünü açıklayan haberler, hemen hemen bütün basın-yayın organlarında yer aldı.
Kendileri bir kez daha bu kadar yakın temasa 21 Haziran 2016’da gelecekmiş. Ben, ölmez de sağ kalır düşüncesiyle, şimdiden kendimi ve çevremi korumak adına bir önlem paketi geliştirmeye karar verdim.
Kendimi eve kapatmakla yetinmeyeceğim, aynı zamanda bir deli gömleğiyle kendimi yatağa bağlayıp o hafta geçene kadar televizyon seyredeceğim.
(Herhálde 2016’ya kadar TV kumandasını kullanmaya olanak tanıyan yeni model bir deli gömleği piyasaya sürülür?)
Diyeceksiniz ki ‘Manyak mısın, belanı mı arıyorsun, televizyon her türlü çıldırma temayülünü her türlü uyarıcıdan beter tetikler!’
O da doğru yani. Bilemiyorum belki sakinleştirici müzikler filan dinlerim sırf...
Neyse işte...
Geçen hafta canım burnumda dolandım durdum. Şahsıma dair cümlelerin içinden normal kelimesinin geçtiğine zaten pek sık rastlanmaz ama?.. Bu seferki garip ötesi bir durum.
Konuşmaktan ziyade hırladığım ve hem kendimi hem çevremi hırpaladığım bir haftaydı.
Kafayı çıtırdatmak tek başına kesmedi, üstüne bir de bileği çatlattık.
Cuma gecesi bileği ‘hafif’ zedelemişim.
Cumartesi sabahı baktım ki guttan öte fil hastalığına tutulmuş birinin hálini andırıyor belim bilek cenahı.
Bu konularda hafif köylü tabiatına sahip olduğum ve acı toleransımın da hayli yüksek olmasından dolayı ilaç-merhem babında ‘geçince geçer’ kullandığım için doktora moktora da göstermeden üç gün boyunca o ayağın üzerinde gezindim bir de salak gibi.
Bugün artık acı, tolerans molerans tanımaz kıvama varınca, lutfedip revire gittim. ‘Röntgen görmeden bir şey yapamayız. Muhtemelen kemiği çatlatmışsınız’ dediler.
Şimdi bu yazıyı bir an önce postalamam lázım. Zira hastane yollarına düşmek üzereyim.
Müstehaktır, değil mi? Eskilerin demiş olduğu gibi: ‘Akılsız başın cezasını ayaklar çeker.’
Buna da şükür diyelim. En azından çömleği ya da kafayı kırmadan atlattık.
2016’ya Allah kerim...
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2005
Kimi gazete okurları, ilan sayfalarına özel bir alâka besler. Ölüm ilanlarından küçük ilanlara kadar, öyle ince bir dikkatle incelerler ki gazeteyi ellerine sırf bu sebeple aldıklarını düşünebilirsiniz.
Nasıl ki biz bu yazıları ilanlara kenar süsü olsun diye yazıyorsak, onlar da sanki haberlere, köşe yazılarına, ilanları incelemekten arta kalan vakitlerini değerlendirmek üzere göz atıyor gibidirler.
Nakti ve vakti olmadığı hâlde tatil turlarına dalıp gidenler, taşınmak gibi bir konusu olmadığı hâlde satılık, kiralık, artık Allah ne verdiyse emlak ilanlarını hatmedenler...
Hak vermemek de elde değil; zira hakikaten ilginç, adamı komaya sokacak derecede komik, son derece duygusal ve hatta haber değeri taşıyan ilanlara rastlarsınız sık sık.
Meselâ, bizim gazetede dün yayınlanan bir ilân, perşembe gününün Kelebek'inin birinci sayfasında küçük haber şeklinde yer buldu.
Zira o ilan sayesinde Haydar Dümen'in 75 yaşına girdiğini ve cinsel hayatının da hâlâ arslanlar gibi yolunda ilerlediğini öğrenmiş bulunuyoruz.
Diyeceksiniz ki haber bunun neresinde? Haydar Dümen bunu zaten sık sık televizyon programlarında söylüyor.
Olsun ama... Gazetecilik, haberi farklı ağızlardan doğrulatmayı gerektirir. İşlerin tıkırında olduğu, bu kez Haydar Bey'in eşi Gül Dümen tarafından teyid ediliyor. Haberdir...
İlanı ve dünkü Kelebek'i okumamış olanlar varsa diye, ilanımız şöyle:
"İYİ Kİ DOĞDUN HAYDAR
* 75 yaşına girdiğin bu günü ve seni gururla ve onurla kutluyorum.
* 12 yıllık evliliğimiz süresince, bir kere bile kalbimi kırmadığın için,
* Kadınlık haklarımı hiç kısıtlamadığın için,
* Yüreğinin ateşini daima sıcak ellerinden, bedenime akıtarak bana can verdiğin için, (Bu bizim arkadaşlarla favori maddemiz!)
* Hayat yolunda, bana destek olup, kale gibi arkamda durduğun için,
* 50 yıllık meslek yaşamında onur ödülü verildiği gün, bana mutluluktan göz yaşları döktürdüğün için,
Can yoldaşım, aşkım, kocam, bir tanem, daha ne söyleyeyim
Senin dizelerinle sana sesleniyorum:
'Aşık olmuşum bir kere,
üst tarafı hikaye.'
Sana tapıyorum.
İmza: Gül Dümen"
Şimdi, bu ilanın haber değeri taşıdığına dair iddiamıza burun kıvıranlara sormak isterim:
Siz Haydar Dümen'in böyle bir şair yanı da olduğunu biliyor muydunuz? Bu dizelerden haberdar mıydınız?
Gerçi haberdar olanlar beni cahillikle suçlasalar, haklarıdır, o da ayrı... Zira ekşi sözlük'ün yalancısıyım, meğer Dümen'in eşine ithaf ettiği Sözcüklerle İkebana isimli bir şiir kitabı varmış.
İnternette farklı arama motorlarında bakındım, bir şey çıkmadı ama illa ki vardır yani, var olsa gerek...
Ve koydum kafaya, bulacağım o kitabı yani. Haydar Bey'in ve Gül Hanım'ın bu muhabbet dolu, romantik saadetinden feyz alabileceğimi düşünüyorum.
Şiirlerin satır aralarında sonsuza dek mesut ve sevdalı yaşamanın yöntemine dair ipuçları bulup, mümkün mertebe kendi hayatıma da uygulamayı umuyorum.
Hayır yani, Dümen'in Cihangir'deki muayenehanesine gidip derdimize derman da arayabilirdik ama...
Düşününce, ne diyeceğim yani? "Sayın Dümen, libidinal bir sorunum yok. Ama memlekette adam da yok" denilmez ki?
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2005
Haziranları sevmez oldum. Daha doğrusu, haziranlardan korkar oldum. Teşvikiye Camiinin bahçesine eni konu küskün ve sitemkâr gözlerle bakar oldum.
Son yıllarda, Haziran dedi mi illa ki arkadaşlarla, tanışlarla, ortak bir sevdiğimizi ebedi istirahatine yolcu etmek için bir camiin avlusunda buluşuyoruz. O cami de genellikle Teşvikiye Camii oluyor.
İçim sıkılıyor.
Oysa Berran, iç sıkıntısı vesilesi haricinde her şeydi.
Herhâlde o yaşlara geldik artık. Sevdiğimiz insanların bizleri burada bırakıp, başka bir âleme göçebileceğini hesaba katmamız gereken... Onların yokluğunun fikrine alışmamız gereken...
Biliyoruz, her ölüm erken ölümdür de... Berran da daha 51 yaşındaydı be.
Üstelik o melun hastalıktan dolayı, her türlü kötü habere de hazırlıklıydık güya... İyilerin erken gitmesi, hani neredeyse kaidedendir ama... Ne bileyim işte...
Berran Tözer'i tanıyıp da sevmeyen kimseyi tanımıyorum. Öyle birileri varsa da ben bilmiyorum. Ölünün arkasından hep iyi konuşulur ama Berran, hakikaten iyiydi, nev'i şahsına münhasır biriydi: Dost canlısı, cam göbeği bilyeleri andıran gözlerinin içi gülen; güldü mü kahkahanın hakkını veren...
Son bir yıldır aynı sokakta oturuyoruz.
Kanser olduğunun haberini yeni almışız. Arada İzmir'e gitmiş, dönmüş. Eve her zamanki gibi geç döndüğüm akşamlardan bir akşam, baktım ışıkları yanıyor.
Bir sıcak yaz akşamı... Ardına kadar açık pencereden sarkıp heyecanla kollarını sallayarak ve içeri çağırdı.
Haber ortaya düştüğünden beri ilk kez karşılaşıyoruz. Ben sersemce cümlelerden cümle beğenmeye çalışıyorum. Kelimeleri kafamın en hassas terazisinde tartıyorum. Böyle bir durumda ne denir?
Söylenecek her laf kulağa nafile, boş, hatta hakaretamiz gelebilir...
Gelin görün ki onun hâli benim salaklığımın, ödlekliğimin sokağından bile geçmiyor.
Berran, görülesi en sevimli ve fakat taş gibi de, mıh gibi de bir inatla, hırsla, hınçla, kanser denilen illeti nasıl suya götürüp susuz döndüreceğini, kanserli her hücreyi ağzını burnuna katmacasına döveceğini anlatıyor.
Tabiri caizse, oturmuş beni avutuyor, bana cesaret veriyor.
Elimizde viskiler; on dakikaya kalmadan mevzu dedikoduya sardı; kıkır kıkır gülüşmeler...
Kansere bir konu başlığı olarak tenezzül etmiyordu Berran. Son günlerine kadar da gözbebeklerinden umudu, dudaklarından tebessümünü, elinden de beyaz şarap kadehini düşürmedi.
Cenaze çıkışında hemen herkes kapağı bir yere atmış, kafayı çekmeye başlamıştı. Biz bir grup, öyle yaptık. Başkalarının da başka yerlerde, aynı şeyi yaptığını, yaşanan telefon trafiğinden biliyorum.
Terk-i âlem eylemiş birinin ardından, onun adına konuşmak kolay, hatta belki haddini aşan bir terbiyesizlik ama... Zannediyorum ki Berran, böylesi gerçek bir kederin bile gerçek gülücüklerle harmanlanmasını, bu şekilde yad edilmeyi tercih ederdi.
Şehir efsanesi gibi dolanan bir hikâyesi vardır meselâ. Seneler önce Sting, İstanbul'a gelecek. Berran ve iki dostu da ne yapsalar ne etseler de Sting'i şöyle mükellef bir parti ortamında ağırlasınlar derdindeler.
Olur mu, altından kalkabilir miyiz, nasıl olacak, nerde olacak derken, fanteziden yola çıkıp, kotarılması gereken bir programa doğru ilerleyen muhabbet şu şekilde bir şey:
"Amaan n'olucak canım. Evlerin birinde içeriz işte."
"E, kimler gelecek?"
"Canım, işte, sen, ben, Sting..."
Böyle şahane bir ablaydı. Zarif, son derece kültürlü, bir yanıyla fevkalade asil ve o hanımefendi görüntüsünün ardında had safhada çıtırdak, fırlama, komik ötesi...
Haziranlara kılım abi.
Hayattan tat almayı bilen insanlar gittikçe, inadına, onlar adına da, üç-beş kişilik yaşamak gerektiği gibi bir hisse kapılıyor insan. Zincirinden boşalmış gibi, kudurmuş gibi, yarın yokmuş gibi... Ki yok zaten...
Cenazenin akşamı, Kilyos Solar Beach'teki Rock İstanbul'a gittik mi gittik. 110'u, Megadeath'i, Garbage'ı izledik mi izledik.
Ay doluna çalıyordu ve kadehimizi yıldızlara doğru kaldırdık ve Berran'a, neşeli görünmesine gayret ettiğimiz bir göz kırptık.
"Partiliyoruz Berran. Canım, bilirsin işte. Sen, ben, Shirley; o hesap..."
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
Biz, 5. Kat’ın ‘ekçi’ sakinleri, çarşamba, perşembe ve cuma akşamları, toplantı masasının etrafında toplaşıp, gazete káğıtlarından oluşan bir ‘örtü’ üzerinde, ekip Şekip şeklinde, müesseseler için kullanılan ‘Biz bir aileyiz’ mavrasına itibar edecek olursak, maaile yemek yiyoruz. En büyük eğlencemiz de yemek saatine denk düşen ANA haber bültenlerini izleyip üzerine geyik çevirmek.
Zira haberlerin içeriği hiç de iç açıcı olmadığı hálde, o haberlerin sunum şekilleri, insanı genellikle ortasından yarıyor.
Var ya, o haberlerin alttaki spotlarını okumak, kullanılan jargona takılmak gibi bir lüksümüz de olmasa, mesainin akşama sarkan saatlerinin yarattığı gerilimle ne halt edeceğiz meçhul.
Pek diyesim de yok ya, hadi yine de Allah da onları güldürsün diyelim...
Bildiğiniz üzre, haber bülteninin ANA haber bülteni olması, mevzuların tamamen BABA, yani eril bir bakışla ele alınmasına engel teşkil etmiyor.
Değil mi ki bu memlekette bütün oralar, buralar, şuralar errrkeklere ait territoriler, eğer kadınsanız, ahvaliniz her daim şu cümleden ibaret demektir: Daral daral bitmiyor.
Geçenlerde yine çok şık bir klişe dile geldi haberin birinde. Biz ordan alıp mevzuyu fizana kadar uzattık tabii... Şöyle ki:
‘İleri gelen’ şeklinde tabir ettiğimiz bir şahsiyet, hapishane ziyaretinde bulunuyor. Kadınlar koğuşunda mahkûmlara bir istekleri olup olmadığını soruyor. Kadın mahkûmlar da efendim, evet, makyaj malzemesi istiyor.
Bunun üzerine haberi sunan dışses, bittabii pek mühim bir çıkarımda bulunuyor:
Kadın her yerde kadın!
Ben tabii orda; ‘Allah sizi davul etsin!’ şeklinde, hafif tertip bir kopmuşum.
Bildiğiniz kadın işte: Kikirik, süsüne püsüne düşkün, bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umrunda mı dünya, vs...
‘Ben makyaj yapmadığım için ‘kadın kimi durumlarda odun’ tipi kadın mı oluyorum?’ diye sordum ortama.
Gazetecilik dürtüleri kuduruk bir arkadaştan; ‘Onu bırak da ‘kadın her yerde erkek’ diye bir şey peydahlansa, bak işte onun şahane haber değeri olmaz mıydı? Adam köpeği ısırdı modeli... ‘Kadın her yerde adam çıktı’ türünden bir çıktı haberi bile olurdu valla!’ şeklinde cevap geldi.
Bu geyiğin bir de ‘çocuk her yerde çocuk’ modeli vardır biliyorsunuz. Meselá ciddi ortamlarda ortada hebele gübele dolanan şuursuz çocukları çekerler ve biz bunu pek şirin buluruz.
Yanisi kadın her yerde süslüdür, çocuk her yerde şuursuzdur...
Gelin görün ki ‘erkek her yerde erkek’ tribine nedense girilmez.
Niye böyle diye, akıl yürütmeye çalıştık. Sonunda ‘Herhálde erkekler, metroseksüeller, mirller (Bu da yeni moda, metroseksüelin abarmış háli.) filan çıktığından beri her yerde erkek sayılmıyor’ şeklinde iyiniyetli bir sonuca vardık.
E iyi ama, iki sene evveline kadar tiridine bandığımın, pardon trendine yandığımın dünyasında böyle mefhumlar yoktu ki?
Sonra sessizce dağıldık. Herkes işine gücüne döndü. İşler bitti, giden evine gitti, kimimiz çıkmak üzere araba beklemeye başladık.
Ben o arada gazeteleri, dergileri yüklenip bir kez daha televizyonun karşısına çöktüm.
Bir magazin programında, şimdilerde et, pardon deniz sezonu da açıldı ya, sahil kasabası eğlenceleri yayınlanıyor.
Eğlence dediğiniz malûm. Bikini, mayokini, minikinileriyle eğilip bükülen, oturup kalkan, bir ön cepheden bir arka cepheden yatan matan kadın görüntüleri.
Görüntüler ekrandayken Dış Ses Bey yine ne buyursa beğenirsiniz:
‘İşte Çeşme bu Çeşme BEYLER!’
Tam o sırada içeriden ‘N’oldu abla?’ diye panik hálinde bizim Şeref geldi.
Farkında değilim, höykürmüşüm.
Sanki söz konusu Dış Ses Bey, Şeref’miş gibi, ona çemkirmeye başladım: ‘Kardeşim, nasıl bir izan kadın izleyici diye bir şey de olduğunu hesaba katmaz? Baldır-bacak göstermek suretiyle sadece BEYLER’e hitap ediyorlarsa, kadın milleti programı izlemesin o zaman! Bu mudur?! Biz oturup yemek ve boncuktan çanta yapma programlarını, bir de şuyum buyum olur musun programlarını izleyelim. Haberdi magazindi, bize gelmez yani. Bu mudur?!.’
‘Tamam abla, kızma’ dedi Şeref, ‘Valla ben yapmadım’ hállerinde.
‘Pöh!’ demişim. ‘Hadi be... Al işte: Erkek her yerde erkek...’
Helin’e co-star buldum
Gözümüz aydın, sit-com áleminin lamba cini Birol Güven yeni bir ‘proce’yi hayata geçiriyormuş.
Bilin bakalım Friends dizisinin yerli versiyonu olarak düşünülen Erkekler Neden Evlenmez’in başrol oyuncularından biri kim olacak?
‘Bu kıza bir kapıdan kariyer yapmadan, aaa valla, kimsecikleri şurdan şuraya bırakmayız’ seferberliğinin de başrol oyuncusu, daha doğrusu tabiri caizse edilgen kahramanı olan Helin Avşar...
İnternet yayıncısı olsun... Olmadı, yönetmen asistanı olsun.... Olmadı, hadi modacı olsun... O da olmadı, dizi oyunucusu olsun...
Nasipse yakın bir gelecekte ilk demosunun haberini de okuyacağız inşallah.
Müge Anlı, röportajda Güven’e şöyle soruyor:
n İsimsiz oyuncuları tercih etmenize karşın bu oyunculara verdiğiniz yüksek ücretlerin piyasayı zorlamasından da şikáyet ediliyor?
El cevap: Ben kastta yaratıcılıktan yanayım. Bazen bir kast vardır, insanı hiç heyecanlandırmaz, çıtası vardır, reytingi bellidir. Meselá Cihan Ünal, Tamer Karadağlı ve Levent Ülgen’e başka kanallar karşı çıktılar ama çok iyi oynadılar. Ben bu yaratıcılığın peşindeyim işte.
Şimdi bu noktada benim hafif tertip aklım karıştı. İsimsiz oyunculara dair bir soruya verilen cevapta Cihan Ünal, Tamer Karadağlı, Levent Ülgen gibi aktörler olunca, takdir edersiniz ki karışması da normal.
Yine de Birol Güven’in tam anlamıyla kendisiyle çeliştiği iddia edilemez, o da ayrı...
Zira mevzu yaratıcılık kovalamaksa, Güven, Helin Avşar’a başrol teklif etmekle, yaratıcılıkta kendini aşmış.
Öyle ki bu yaratıcılığa naçizane bir katkıda bulunmak adına bünyeye ilham geldi: Kadroya Hakan Tankut diye biri var, ‘sosyete playboyu’ şeklinde anılan abilerden, onu alsınlar.
Hani Hıncal Uluç’un sweetheart’ı Ece Gürsel’in ‘Bu adam beni reklam için kullandı’ diyerek taze nişan attığı zat-ı muhterem.
Nasıl fikir? Gerçi beyefendinin tipi öyle ahım şahım bir şey değil ama magazin kameraları karşısında şahane rol yapabiliyor. Yani yetenek deseniz var, piyasa deseniz gani...
Sosyete camiası, reytingleri patır patır patlatır valla. Hiper heyecan verici bir durum değil mi?
Yazının Devamını Oku