17 Temmuz 2005
Bir Caz Festivali daha rüya gibi geldi, rüzgár gibi geçti işte. Báki kalan bu kubbede bir hoş sada... Başka?.. Beyin, yürek ferahlığı, kenara kaydedip unutulmayacak birkaç 2005 yazı hatırası... Bir de: Şu yanda gördüğünüz ‘belge.’
Geçen gün Kanat (Atkaya) ve Latif (Demirci), bizim kahvede oturmuş laflıyorlar. Kanat, tanıtım broşürlerinin bulunduğu bölümden bu senenin Caz Festivali broşürünü alıyor ve broşürün ‘suratsız’ elemanına bir yüz çiziyor.
Malûm, gazetelerdeki fotoğraflara kaş, bıyık, gözlük, vs. eklemek insani bir ‘güdü...’ Hele ki surat niyetine boş bir alan bulmuşsun, o surata bir şekil vermemek mümkün mü?
Latif, Kanat’ın müláyim ifadeli Caz Adam’ını Tenten’e benzetiyor. (Bana sorarsanız Antoine de Saint-Exupery’nin kendi elleriyle çizdiği Küçük Prens’e daha çok benziyor ama Latif öyle diyorsa öyledir. Álemin duayen üstádına bilmişlik taslayacak değiliz. Tenten’se Tenten’dir yani..)
Sonra o da bir broşür alıyor ve elemana Muhlis Bey’in suratını ekleştiriyor.
Tam o sırada kahveden içeri Soner Günday giriyor. Ve tabii ki o da anında hadiseye dahloluyor.
Bu sayede eline saksofon almış, hatta saksofona binmiş bir İbrahim Tatlıses neye benzerdi, eh, aşağı yukarı gözümüzde canlandırabiliyoruz artık.
Ben bunları Kanat’ın elinde görünce atlamış bulundum: ‘Abi ben bunun, böyle farklı versiyonlarla tişörtünü istiyorum. Film festivalinde de caz festivalinde de, üzerinde bu ‘suratsız’ elemanın yer aldığı tişörtler satılsın, isteyen üzerine istediği sureti çizdirsin. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na cillop gibi ek gelir olur. Fena mı olur?..’
Şimdi bütün bunları yazdık yazmasına da... Esas söylemek istediğim şey başka...
Kanat’ı gazetenin barında elinde bunlarla görüp broşürleri yazıda kullanmak istediğimi söylediğimde Kanat ne dese beğenirsiniz?: ‘Ya, Lato’ya bir soralım. Belki itirazı olur.’
Allah Allah? Niye ki?..
Öylesine bir ince düşünce işte; tipik Kanat háli. ‘Ne olur ne olmaz, bir soralım’ diyor.
E iyi, peki... Latif’i arayıp, böyleyken böyle diye durumu anlattım. Latif ne buyurdu dersiniz? ‘Ya, illüstrasyonun esas sahibine ayıp olmasın?’
‘Oldu baba’ dedim, ‘ben bi’ Görgün’ü (Taner... İKSV Genel Müdürü) arayıp numarasını sorayım, illüstratörden icazet alayım...’
Zincirleme hassasiyet gösterdiler. Arkadaşlarımla gurur duyduğumu belirtmek isterim. Böyle de yakışıklı/yetenekli olduğu kadar ince düşünceli ve sanatçı duyarlılığına sahip beyefendiler.
Not: Soner’ciğim, bu arada seni de arayamadım ama benim duyargalar bizimkilerinki kadar hassas olmasa gerek... Valla bir son dakka vak’asıdır. Hıyarlığıma ver...
Hassasiyetinizi yesinler
Memlekete televizyon denen aletin geldiği o eski günlere dair anlatılan efsanevi hikáyelerle dalga geçeriz bir de. Eláleme ‘Türkler yoksuldur’ dedirtmemek için köy filmlerindeki buğday tarlası sahnelerinin makaslanması gibi hikáyelere meselá.
Evet efendim, yoksulluktan kırılan bir milletizdir ama aaa, hiç olur mu, vitrinin ele güne karşı ‘şık’ görünmesi gerekir.
Sormayın; hani vaktiyle mamutlar vardı?.. Hah, işte tee o zamanlar, TRT yasakçı zihniyetiyle nam salmış, biricik devlet kanalımızdı.
Ekidi-ekidi-ekidi... İlahi, pek komik değil mi? Ama bunlar eskidendi... Şimdilerde zaman değişti...
Zannededuralım... Ebleh ebleh...
Fazla gülmesek iyi olacak. Zira durum komik falan değil, düpedüz gülünç. Ve yıl 2005 ama manzara maalesef aynı manzara. E, kafa aynı kafa olunca?..
Var ya, bu ülkenin çalımından, kurumundan yanına yaklaşılmayan kimi kurumlarının riyasından, aymazlığından, bıkkınlıktan öte tiksinti geldi artık...
TRT’nin taze vukuatlarından biri Aylin Aslım’ın, göz göre göre, bando-mızıka gelen bir töre cinayetine kurban giden Güldünya’nın dramını anlattığı, ağıt mahiyetindeki şarkısı Güldünya’yı yasaklamak oldu biliyorsunuz.
Aylin, şarkısının yasaklı olduğunu, TRT’nin bir radyo programına katıldığında tesadüfen öğrenmiş. Şarkı çalınacak; pardon, çalınamıyor.
Niye? Çünkü denetimden geçememiş. Niye? Çünkü şarkının içinden ‘Daha çocuk yaşta üstüme çıkan herife’ diye bir söz geçiyor.
Tebrik ederiz, yine insaflı davranmışlar. Zira ‘Canım abim vurma beni / Bu dünyadan alma beni / Dökülür mü kardeş kanı / Bir karında yatmadık mı / Bir anadan doğmadık mı / Bir memeden doymadık mı’ şeklinde ilerleyen sözlerde gördüğünüz üzre, meme kelimesi felan (!) da geçiyor. Sonra erkek kardeşle ana karnında da olsa yatmak matmak?.. Tö’be tö’be!..
Bakınız ufku geniş TRT’miz bunlara hiç laf etmiş mi? Etmemiş...
Muhtemelen gerek görmemiş. Ortada o vahim ‘Daha çocuk yaşta üstüme çıkan herife’ satırı dururken, oralara kadar gitmeye ne gerek?
Tuuu! Kaka şarkı, tukaka şarkı Güldünya. Bizim kolalı, rafine, püriten dünyalarımızdan uzak, cehenneme direk...
‘Yav pek hörmetli devletlüm, sorması ayıp, sen bizle dalga mı geçiyorsun?’ diye sorarlar o kuruma. Hatta bunu, denetimden haşa geçemeyecek başka bir lisanla sormak lázım ya... İşte...
Garabetin vahametinin boyutu bununla da kalmadı. Hesapta Aylin Aslım, dün Erkin Koray ile birlikte, canlı olarak yayınlanan Sayısal Gece’ye katılacaktı. Ne hikmetse program iptal edildi.
Böyle bir saçmalık, içgörü yoksunluğu da söz konusu yani. Madem bu mentalitedesin, akmaz kokmaz tavşan boku işler yapan bir dolu eller havaya ‘sanatçısı’ var, onları çağır bari, değil mi?
Erkin Koray ve Aylin Aslım gibi iki kişiyi canlı yayına çıkarmaya kalkacaksın, neden sonra ‘Ulan bunlar protest mırotest takılan tipler, bize uymaz’ makamından tırsacaksın.
Vaziyet bu denli asap bozucu olmasa, güleceğiz ama heyhat...
Devletimiz, ekran denetimi söz konusu olduğunda sergilediği hormonlu vazifeşinaslığını, töre cinayetlerini ‘denetlemekte’ gösterse de böyle şarkılar yazılmasına hiç gerek kalmasa keşke.
Akrabası tarafından tecavüze uğradığı için hamile kalan ve bu yüzden aile meclisi tarafından katlinin vacip olduğuna dair karar alınan 22 yaşındaki Güldünya, erkek kardeşlerinin peşinde olduğu bilindiği hálde devlet tarafından korunmadığı için Bakırköy DEVLET Hastanesi’nde öldü.
İkinci denemede... Vurulmuş, delik deşik bedeninin kaldırıldığı acil serviste, kafasına takır takır kurşun sıkılması suretiyle...
Bunlar olağan işler değil mi?.. Yaşanabilir ve fakat dillendirilemez...
Memlekette ensest almış başını yürümüş ama haberini yapmak TCK’ya göre yasak.
Bizde tecavüze uğrayan kız çocukları mütecavizle evlendirilmek suretiyle kurtarılır; böyle şeyler ‘olağan’dır. ‘Böyle hastalıklı bir şey olabilir mi?’ diye soracak olsanız neyle itham edileceğiniz bellidir: ‘Arkadaş memleket gerçeklerine uzak!’
Bunlar olağan, önüne geçilemez vak’alardır. Tüm bunlar olurken devlet, öööyle ‘gezer gezer uzaktan bakar...’
Her tür vahamet yaşanır da yaşanır. Fakat bunları dile getirmek, ‘yakışık almaz.’ Böyle çamur rengi muhabbetler devletimizin kıravatına, pardon, ekranına uymaz... Denetlemek gerekir.
Muhterem denetiminiz şimdi mi geldi?
Bırakınız dağınık kalsın. Denetimden anladığınız buysa, denetlemeyiveriniz.
Sizden gelecek ‘mantıklı’ denetim, Allah’tan gelsin.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2005
İş icabı Türkçe popla haddinden fazla haşır neşir olan naçiz muharrirenizin gözünün, daha doğrusu bilincinin her sabah bir şarkıyla açılması yetmiyormuş gibi bu sabah vaziyet katmerlendi. Şöyle ki, dün gece bütün gece rüyamda Yaşar’la boğuştum. Yemin ederim.
Biz Emel’le bir yerde oturmuş araba bekliyormuşuz. O röportaja gidecekmiş, ben gazeteye dönecekmişim. Sonra masaya Yaşar geliyor. O da bilmem nereye gidecekmiş ama daha vakti varmış. ‘Biraz oturabilir miyim?’ diye bizim masaya ilişiyor. Sonra kimse gideceği yere gidemiyor filan... Gerilim-aksiyon kırması, her zamanki gibi acayip ötesi bir rüya. Anlatmayayım şimdi... Fakat şu kadarını söyleyeyim, gerçekte kaç saliselik bir şeydir bilemiyorum ama bana üç buçuk saatlik bir uzun metraj izlemişim gibi geldi.
Gözümü açtığımda baktım zihnimde de Hatırla çalıyor; pes ettim. Bilinçaltı emretti mi ikiletmeyeceksiniz... Bünyeye iyi gelmiyor, bunu bilir bunu söylerim...
Neyse işte...
MEKTUPSUZ OLMUYOR
Yaşar’ın (Günaçgün) -remiks albümlerini saymazsanız- beşinci albümü Hatırla’ya adını veren şarkı, tipik bir Yaşar şarkısı bildiğiniz gibi.
Yaşar’ın şarkıları ‘tipik bir’ diye anılabilecek şarkılardır bildiğiniz gibi... (Bunun sözleri Ömer Bayramoğlu-Yaşar Günaçgün, müziği Ömer Bayramoğlu’na ait gerçi. Yani esasta daha çok Ömer Bayramoğlu imzası taşıyan bir şarkı. Yine de dedik ya: Tipik bir Yaşar şarkısı...)
Tipik Yaşar şarkısı tarifi?:
Malûm; Akdeniz tınıları taşıyan, sözleri geçiştirilmemiş -şiirle derdi olan, bir şiir kitabı bulunan, hatta hatta kendini şair addeden birinin mevzuu laylomla geçiştirmesi zaten biraz ayıp olurdu- sözler içeren, insana, aşk hayatının formatını belirleyen eski, esaslı aşklarını, daha ziyade yazın yaşanmış aşklarını anımsatan, kışın dinlendiğinde bir yandan insanın içine pe-re-ja ferahlığı salarken bir yandan da içini burkan şarkılar...
Hatırla da nitekim, bu konuda bir istisna teşkil etmiyor: ‘Açtım, senden başka bir şey yok / Ne kitapta ne defterde’ diye bir bölümü var ki hele şarkının; bünyenin kronik uyuzunu; ‘Aaah kardeşim, bilmez miyiz...’ hissiyatı eşliğinde kaşıyor: ‘Hatırla o eski günlerimizi / Kafanı vur duvarlara taşlara / Aklın gelse de başına / Dönemem asla sana.’
E, tebrik ederiz. Dönülmesin zaten; aşk hayatı dediniz mi envanterden kime ne hayır geldiği görülmüş di mi?
Klip de keza ‘tipik’ bir Yaşar klibi...
Peki tipik Yaşar klibi nasıl bir şeydir?
Konunun içinden tekneler, ateş başında, tekne güvertesinde, vs. çalınan akustik gitarlar ve illa ki, illa ki mektuplar geçiyor demektir.
Yaşar Bey, kalem-káğıtla yazılmış mektupların kadrini bilen bir kardeşimizdir.
Hatırla’nın klibinde de kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde sürdüğü arabasını durdurup, okuduğu mektup yüzünden sinir krizi geçiren bir klip ablası söz konusu nitekim.
Aynı abla, klibin sonunda, Yaşar ve rasta model bir abinin (Albümde şarkının İspanyolca bölümlerinde, kendisine ‘şanslı tüy’ lakaplı William Ricardo Cardoso Gonzales eşlik etmiş. Klipteki o mudur, değil midir bilemem.) şarkıyı ‘canlı’ olarak icra ettikleri yerde eteklerini savurarak dans ediyor.
TİPİK VAR TİPİTİPİK VAR
Bu arada ‘tipik’ meselesi biraz gıllıgışlı bir iştir ya... Bir süre sonra ‘kendini tekrar etmekle’ itham edilebilir insan. Nitekim Tolga Akyıldız da bu konuda bir eleştiri getirmişti Yaşar’ın albümüne.
Benim fikriyatım fakat, bunun üzerine ‘kendini tekrar etmenin, kendine has bir tarza sahip olmak anlamına da gelebileceğini’ söyleyen İclal Aydın’a daha yakın düşüyor naçizane...
Şahsen Yaşar’ın ömrünün ve sanat hayatının geri kalanını ‘tipik’ temposunda idame ettirmesinden yana hiçbir şikáyetim yok yani.
Tipik var, tipitipik var... Ömrü billah aynı boktan nakaratı terennüm etmek var, kendine ait bir tarz geliştirmek var...
Bana sorarsanız, kimileri hakikaten insanın yüreğine dokunan ve kişisel ‘damar şarkılar’ listesinde müstesna bir yeri olan şarkılar yapıyor Yaşar.
Kendi içinde gayet tutarlı ve tabiri caizse ahláklı bir çizgide gidiyor. (Ay galiba kendimi tutamayacağım. Kurmak üzere olduğum sakil cümle için şimdiden özür dilerim: Yaşar, ne yaşar, ne yaşamaz denilmesin; Yaşar, hep yaşasın.) (Biliyorum, ben de kendimden tiksiniyorum, hakikaten iğrencim.)
Tamam mı sevgili bilinçaltı böcüğüm? Yaşar’ı yazdık, rahatladık mı? Meselá bu gece rüyamda Jay Kay’i görüp, sabah da meselá Jamiroquai’ın This Corner of the World’üyle uyanabilir miyim? Müsaade var mıdır? Bir kereciğe mahsus, bilinçaltı FM’den istekte bulunabilir miyim?
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2005
Haberler, Bağdat’ın güneydoğusunda Amerikan askerlerine yönelik bir intihar saldırısında 24 çocuk ile bir Amerikan askerinin öldüğünü bildiriyor. Kindi Hastanesi morgunun yetkilisi, ölen 24 çocuğun 10 ila 13 yaşında olduğunu, aynı saldırıda 18 çocuğun da yaralandığını açıklamış.
Amerikan ordusu ise, bir Amerikan askerinin öldüğünü, ikisinin de yaralandığını...
Görgü tanıklarına göre, saldırgan, El Cedide’deki çocuklara şeker dağıtan askerlerin bulunduğu Amerikan Humvee askeri aracına yanaşıp kullandığı aracı havaya uçurmuş.
İşgál ettikleri şehirdeki çocuklara şeker dağıtırken, kurşun ve bomba ve şeker ve ‘demokrasi’ saçtığı ülkenin 24 çocuğuyla birlikte havaya uçan ABD askerinin o anda bir şey düşünmeye fırsatı olmuş mudur acaba?
Düşünebilseydi ne düşünürdü acaba?
Ya da yaralanan o asker ne düşünüyordur?
24’ü ölü, 18’i yaralı, 42 çocuk, bir asker, bir avuç şeker, bir intihar komandosu ve bir bomba...
Uluslararası Etütler İhsisas Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre, 2003 Mart ayından bu yana Irak’ta hayatını kaybeden sivillerin sayısı 100 bini geçiyor. Bunların yarısı ‘ABD’nin doğrudan ateş açması ve meydana gelen çatışmalar sonucu’ hayatını kaybeden çocuk ve kadınlar...
Bunun yanında ABD ve müttefikler ülkelerin askerlerinin kaybı da yaklaşık 2000.
Neymiş? Büyük birader, Irak halkını ‘şiddet’ten koruyor!.. Onlara demokrasi bahşediyor.
Hesap ortada: Iraklılar’ın şiddet yüzünden ölme riski, savaş öncesine göre 58 kat daha fazla...
Öte yanda, Londra’da patlayan, Türkiye dahil birçok farklı ülkenin vatandaşının canına kıyan bombalar ve -artık perde arkasından kim veriyorsa gazını?!- terörün ne mene bir tehdit olduğuna, en kahraman ABD’nin insanlığın selámeti adına nasıl tarihi ve şanlı bir görevi ifa ettiğine dair belágat fukarası ifadeleriyle hede hödö açıklamalar yapıp duran IQ fukarası bir süper güç başkanımız var; dünyanın üç küsur yıl daha katlanmak zorunda olduğu...
Bir diğer tarafta, uydu yoluyla elinizdeki sigaranın korunu filan tespit edebilen teknolojiye hükmeden bir ülkenin, ara-tara ne hikmetse bir türlü bulamadığı Usame Bin Ladin, kökünü kurutamadığı El Kaide...
Diyeceksiniz ki; eee?..
‘Eee?’ valla, haklısınız... Her Allah’ın günü bu meseleyi dilimize dolasak, kime ne fayda?..
Bin ayrı uluslararası araştırma grubu, sırayla, gün sektirmeden gözümüze bu tip bir tablo soksa?.. Ne fayda...
Eee?.. Budur yani gelip geleceğimiz nokta...
Akşam yemeği saatlerine denk gelen ana haber bültenlerini kanıksamış bir hálde izleyeceğiz işte...
Az önce istatistiklere 44 kişi daha eklendi. 25’i ölü, 19’u yaralı... Bilançoya eklenmiş birkaç rakam daha sadece.
Değişen bir şey yok. Değişeceği de yok...
Yeni bir şey yok.
Ne Garp cephesinde, ne Şark cephesinde...
Çok haklısınız: Eee?
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2005
...Bir nefes müzik gibi:<br><br><I>Ortam cıvıl, keyifler gıcır. Yaz dediniz mi, İstanbul’a her gün bayram. Geldi konser, gitti parti... Her şeyin başında İstanbul Caz Festivali var. Geçtiğimiz akşam, Liberation Music Orchestra ve modern cazın yetkin piyanistlerinden Carla Bley ile birlikte Charlie Haden’ı izlemeye gayret ettik meselá. Üzerimize geçirdiğimiz, kapı önünde satılan ve çadırı andıran yağmurlukumsudan sızan damlalar ayakkabılarımızın içine dolduğu ve sağanak altında sigara içmek çok zor olduğu hálde...
Yukardaki italiğe alınmış cümleleri, geçtiğimiz yıl tam bu tarihlerde kurmuşum.
Geçtiğimiz pazartesi akşamı, yine Charlie Haden’ı, bu kez Kübalı piyanist Gonzalo Rubalcaba ile birlikte izledik.
O yağmurlu günü anmadan edemedi Haden: ‘Konser iptal olur diye beklerken, Görgün ‘Bir yere kıpırdama, göreceksin, izleyici konseri terk etmeyecek’ dedi.’
Etmemiştik nitekim... Piyanonun notaları uçuşur, gök gürül gürül gürler, şimşekler çakarken, sıçana döndüğü hálde kimse yerinden kıpırdamamıştı...
Haden bunları söylerken benim kafam başka bir konuya takıldı: ‘Hakikaten koskoca bir yıl geçmiş olabilir mi?!’
Gözümün değdiği her şey zembereğinden boşalmış, kudurmuş bir tempoyla akan zamana dikkat çekiyor.
Konserin başında Görgün’le (Taner) n’aberleşiyoruz meselá. Üzgün... Festival tarihinde tek bir konseri kaçırmamış olan ve o gün cenazesi kalkan Kenan Onuk’dan bahsediyor: ‘Daha geçen yıl...’
Hakikaten yaşlandım mı ne...
Bir zamanlar yazları bambaşka bir ruh háliyle selámlardım. Sevinçle, neşeyle...
Oysa son yıllarda yaz mevsimi, niyeyse feláket haberi ‘promosyonlu’ bir paket şeklinde huzura geliyor.
Bu hayatta müzik de olmasa ne halt ederdik bilmem.
Akşam gidilecek konseri düşünmek, bazen sabah yataktan çıkmak için yegáne sebep olabiliyor.
Elvis Castello ne şahaneydi.
Kör değneği bellemiş gibi her şarkı arasında bağırarak ‘I Want You’yu isteyen izleyiciyi; ‘Önce biraz samimiyeti ilerleseydik? Yani daha yeni tanıştık?’ şeklinde bir şirinlikle idare etti.
Tori Amos ise, büyüleyiciydi. Ayıptır söylemesi, konser sonrasında ‘efsunlanmış bir kısım medya’ şeklinde kulisteydik.
Tori Amos, herkesle tek tek tanışıp ayaküstü sohbet etti.
Kadın bir acayip. Sanki bu dünyadan değil; etrafında ışıktan bir hare var sanki... Gözünü gözünüze diktiğinde yüzüne ışık tutulmuş balık misáli kalakalıyorsunuz.
Az önce sahnede gürül gürül çağladığına şahit olduğunuz hálde, yüksek sesle konuşmanız hálinde ‘incinebilirmiş’ gibi garip bir hisse kapılıyor, konuşurken fısıldama gereği duyuyorsunuz.
İşimiz gereği yüzlerce şöhretle müşerref, hatta bir kısmıyla arkadaş olmuşuzdur. Bunların onlarcası da uluslararası şöhrete sahip isimlerdir. Yani rica ederim durumumuz ‘yıldız gördük, apıştık’ şeklinde algılanmasın. Nasıl anlatılır bilemiyorum. Tanımsız bir aurası... (Diyeceksiniz ki zaten aura tanıma gelmez, ayrı...) Hakikaten bir acayip.
Sahnedeyken, orgdan elektrik çarpmıştı Tori Amos’u. Suratıma garip garip bakıp, ‘Seni rüyamda göreceğimden eminim’ deyip sarıldığında , sanki o elektrik bana geçmiş gibi ürperdim. Dediyse, görür de yani. Hani öyle ‘mistik’ hir háli var ki rüyasında karşılaştığımızda edecek iki çift lafımız olsun diye kendimce enteresan konu başlıkları bile belirledim, öyle söyleyeyim...
Allah festivalde emeği geçen herkesten razı olsun. Önümüzdeki günlerde izleyeceğimiz konserleri düşününce; eh, hayatımızın en az bir haftası daha kurtarılmış demektir.
Kanat seneler önce, bir festival bitişinde, ‘Şimdiden festivali özledim’ demişti.
Meseleyi, şahane özetlemişti.
Festival daha bitmedi. Ama ben şimdiden festivali özledim. Yine de zaman bu kadar hızlı akmasa diyorum. İnsafa gelse, biraz ağırdan alsa? Hasretin o kadarını tolore edebilirim.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2005
Kimileri sevmez ama şahsen yazları sinemaya gitmekten çok daha fazla haz duyuyorum. Birincisi dışarıda alev eserken, içeride klima üflüyor. İkincisi, yıl boyunca kaçırmış olduğunuz ve beğeni süzgecinden geçip ‘en iyiler’ olarak belirlenmiş filmler, gün be gün değişerek, üstelik de bilet fiyatları daha ucuz olduğu hálde vizyona giriyor.
İnsan başka ne ister?..
Geçtiğimiz hafta bu sayede John Dullaghan’ın çektiği harikuláde dökümanter ‘Bukowski: Born into This’i izleme fırsatını yakaladık.
Sinemada Ece’yle (Temelkuran) karşılaştık. Antraktta laflarken, ikimiz de mevzuya aynı yerden daldık: ‘Meselá Can Yücel’e de böyle bir şey yakışmaz mıydı?’
Çok yazık, tren kaçtı şeklinde düşünmüştük başta ama niye kaçmış olsun ki bir yandan da?..
John Dullaghan, bırakın şahsını, Bukowski’nin edebiyatıyla bile yazar öldükten sonra, 1994’te tanışmış. O sıralar Apple bilgisayarları için metin yazdığı bir reklam şirketinde çalışıyormuş: ‘Ürün ‘sezgisi güçlü, kolay ve tüketici dostu’ydu ama reklam şirketi ve müşteri için aynı şeyi söyleyemem. Haftada 60 saat çalıştığım beş uzun yıl sağolsun, bir gün göğsümdeki yoğun sancılardan dolayı acile yollandım. Bukowski’nin Amerikan Posta Servisi’nde çalıştığı 14 yılı anlattığı Post Office’i o dönemde okudum. Orada çektiği çileleri anlatırken, benim ofisimi, benim hayatımı da anlatıyordu. Kapıldım gittim.’
Bunun üzerine Dullaghan, Bukowski’nin kitaplarını toplamaya başlamış. Ardından Bukowski’yi tanıyan insanlarla tanışmış. Esasında aklında bir biyografi yazmak varmış ama son eşi Linda Bukowski ona neden bir dokümanter hazırlamadığını sorunca beyninde bir ampul yanmış.
Ve sıfır bilgi ve tecrübeyle yola çıkıp, beş yılda müthiş bir yol almış. Üniversite kütüphanelerinde dirsek çürütmüş, Linda’yla birlikte arşivleri talan etmiş, Bukowski’yi tanıyan insanları bulması için bir özel dedektif tutmuş ve beş yılda Barfly’ın yönetmeni Barbet Schroeder’den eski sevgililerine, Bono’dan arkadaşı Sean Penn’e, 150 ayrı kişiyle röportaj yapmış.
Sonuçta da ortaya o festival senin bu festival benim dolanan şahane bir iş çıkmış.
Haset etmez misiniz? Türkiye’de bunca parlak profil varken, Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Soner Yalçın gibi birkaç ismi hariç tutacak olursak, bu ülkede belgesele neden yüz verilmez? Niçin Can Yücel, Lale Müldür ve daha niceleri, bu şekilde tarihe düşülmez diye düşünmez misiniz?..
Allah’tan Salinger telefon kullanmıyor
Geçtiğimiz hafta Fizyotek’te bacağı uzatmış afiyetle elektrik yerken bir yandan da kitap okumaya çalışıyorum. Bu kadar mı denk gelir?
Dünya güzeli iki kız kardeş daldı içeri... Ufağı ikibuçuk yaşında, tavşankulakları altın sarısı bir bıcırık...
Büyüğünün kumral saçları beline uzanıyor; bu sene üçüncü sınıfa geçmiş; olağanüstü bir dinginlikle ve belli bir mesafeyi koruyarak kardeşini izliyor.
Ufaklığın oyuncak köpekten bir çantası var. Mekánda bulunan bir beyefendi, küçük hanımefendinin çantasına iltifat edecek:
‘Ne şirin bir köpekmiş o. Adı var mı?’
Sarışın bıcırık, düğme burnunun üzerine konmuş bir kelebeği andıran gözlüklerinin altından ters ters bakmasın mı!: ‘O bir kere köpek değil, maymun!’
Yapacak bir şey yok. Köpeğin maymun olduğu konusunda anlaşılıyor. Fakat neden sonra ortalıkta ‘maymun’unu havlatarak dolaşmaya başlıyor.
Abla, bunun üzerine yine olağanüstü sakin bir tavırla; ‘Maymunlar havlamaz. Senin maymun niye havlıyor?’ diye soruyor.
Bıcırıktan yine aynı hakir gören, ters bakış: ‘Ne maymunu ya? Köpek o, köpek!’
TAM SALINGER’LIK MANZARA
Bu kadar mı denk gelir. Aklımdan ‘Tam Salinger’lık manzara’ diye geçiyor.
Şaka gibi; önümde bu sahne, elimde Dream Catcher... J.D. Salinger’ın kızı Margaret A. Salinger’ın yazdığı bir hatıra kitabı...
Esasta bir otobiyografi ama Margaret, ya da aile içindeki ismiyle Peggy’nin kitabı, daha çok babası J.D. Salinger’ı konu aldığı için biyografi de sayılır bir yandan...
Salinger gibi bir münzevinin hayatını bu kadar içeriden bir kalemden okumak büyük lüks. Vaktiyle Franny ve Zooey’i hediye ettiğim bir dostumun, Avustralya’dan getirip ‘ağaca çıktığımız günlerin anısına’ hediye ettiği bir güzellik.
Sanırım Fatih Özgüven’in bir yazısında okumuştum. ‘Çok sevdiğiniz bir kitabın yazarıyla tanışmayı istemek, kaz ciğerini çok seven birinin çiğnediği ciğerin sahibi kazla tanışmayı istemesi gibi bir şeydir.’
Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın muhteşem kahramanı Holden Caulfield, iyi bir yazarı tanımlarken, kitabı bitirdikten sonra ona bir telefon açıp muhabbet koyacak derecede sıkı dostun olması isteğini uyandırmasını kıstas olarak alır.
İKİ AYAKLI RUH ÖĞÜTÜCÜSÜ
Gelin görün ki Salinger’ın kendisi, pek öyle sıkı dostunuz olmasını isteyeceğiniz türden bir adam değil. Zira adamımız iki ayaklı bir ruh öğütücüsü...
Hayata bir anlam yüklemeye çalışırken, farklı dönemlerde farklı tarikatların peşine fanatikçe takılan ve birlikte olduğu kadınları da faşizan bir şekilde peşinden sürükleyen, egoistten öte, egomanyak bir adam...
Birlikte olduğu tüm kadınların kişiliğini sıfırladığı için büyük depresyonlar yaşamalarına neden olan bir adam...
Çocuklarına da destekten ziyade gani gani eleştiri bahşeden bir adam...
Bundan yıllar önce, epey gençken Salinger’ın sevgilisi olmuş ve boyunun ölçüsünü fena hálde almış olan yazar Maynard da böyle bir portre çiziyordu.
Salinger’ın yegáne romanı, ‘Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın açılış cümlesinden aldığı ilhamla ‘If You Really Wanna Know About It’ adını verdiği kitapta, Salinger’ın üzerinde yarattığı psikolojik terörün onu neredeyse ölümün eşiğine getirdiğini anlatıyordu.
O sırada Yeni Yüzyıl’daki köşede üç gün üst üste kitabı tefrika etmiştim. Okuduğunu anlamaktan aciz bir ahmak da oturup Salinger’ın hayatının mahremiyetine saygı duymak gerektiğine dair yarım sayfalık hede hödö bir yazı döşenmişti.
Abartmıyorum: İnternette okuduğu abuk bir cümleyi savını savunmak için kullanmıştı.
Okurun biri; ‘Salinger’ın özel hayatına o kadar saygım var ki bir kitap daha yazacak olursa okumayacağım’ şeklinde bir şeyler yazmış. Bu da oturmuş; ‘Bak, böyle kadir kıymet bilen okurlar da var’ şeklinde geveliyor. Neyse işte...
Dream Catcher’da da aynı adamla karşılaşıyoruz. Bugün 86 yaşında olan Salinger’ın, 20 küsur yaşındaki sevgilisinden çocuk sahibi olmaya çalıştığını öğreniyoruz meselá... Gerçi Peggy ve kardeşi Matthew’un anneleri, Salinger’ın ilk eşi Claire’le evli olduğu dönemde, Paramahansa Yogananda adlı gurunun peşine takılmış oldukları için evlilikleri boyunca hani neredeyse sadece o iki çocuğa sahip olmak için sevişmişler, cinsellik fena hálde tukakaymış; ayrı...
Zen Budizmi’nden Vedanta Hinduizmi’ne, Kriya yogadan Hıristiyan Bilimi’ne, şimdilerde Scientology olarak bilinen Dianetics’e, makrobiyotiğe kadar bulaşmadık mezhep, tarikat, vs. bırakmamış Salinger.
Dream Catcher, Salinger’ın hayatına ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda okurun ağzına, yazarın bugün yayınlanmasına izin vermediği eski hikáyelerinden de parmak parmak bal çalıyor.
Meraklısı olan okura -maalesef İngilizce de zaruri- hararetle tavsiye edilir.
İşin kötüsü şu ki insan kitabı okuduktan sonra, her şeye rağmen Salinger’a bir telefon açmak istiyor. Lezzet bu lezzet olunca insan, ciğeri sökülmüş bir kazla bile arkadaşlık edebilirmiş gibi geliyor. Allah’tan herif telefon kullanmıyor.
7 Dream Catcher: A Memoir / Margaret A. Salinger / Scribner UK
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2005
Kimileri sevmez ama şahsen yazları sinemaya gitmekten çok daha fazla haz duyuyorum. Birincisi dışarıda alev eserken, içeride klima üflüyor.İkincisi, yıl boyunca kaçırmış olduğunuz ve beğeni süzgecinden geçip ‘en iyiler’ olarak belirlenmiş filmler, gün be gün değişerek, üstelik de bilet fiyatları daha ucuz olduğu hálde vizyona giriyor. İnsan başka ne ister?..Geçtiğimiz hafta bu sayede John Dullaghan’ın çektiği harikuláde dökümanter ‘Bukowski: Born into This’i izleme fırsatını yakaladık.Sinemada Ece’yle (Temelkuran) karşılaştık. Antraktta laflarken, ikimiz de mevzuya aynı yerden daldık: ‘Meselá Can Yücel’e de böyle bir şey yakışmaz mıydı?’Çok yazık, tren kaçtı şeklinde düşünmüştük başta ama niye kaçmış olsun ki bir yandan da?..John Dullaghan, bırakın şahsını, Bukowski’nin edebiyatıyla bile yazar öldükten sonra, 1994’te tanışmış. O sıralar Apple bilgisayarları için metin yazdığı bir reklam şirketinde çalışıyormuş: ‘Ürün ‘sezgisi güçlü, kolay ve tüketici dostu’ydu ama reklam şirketi ve müşteri için aynı şeyi söyleyemem. Haftada 60 saat çalıştığım beş uzun yıl sağolsun, bir gün göğsümdeki yoğun sancılardan dolayı acile yollandım. Bukowski’nin Amerikan Posta Servisi’nde çalıştığı 14 yılı anlattığı Post Office’i o dönemde okudum. Orada çektiği çileleri anlatırken, benim ofisimi, benim hayatımı da anlatıyordu. Kapıldım gittim.’Bunun üzerine Dullaghan, Bukowski’nin kitaplarını toplamaya başlamış. Ardından Bukowski’yi tanıyan insanlarla tanışmış. Esasında aklında bir biyografi yazmak varmış ama son eşi Linda Bukowski ona neden bir dokümanter hazırlamadığını sorunca beyninde bir ampul yanmış. Ve sıfır bilgi ve tecrübeyle yola çıkıp, beş yılda müthiş bir yol almış. Üniversite kütüphanelerinde dirsek çürütmüş, Linda’yla birlikte arşivleri talan etmiş, Bukowski’yi tanıyan insanları bulması için bir özel dedektif tutmuş ve beş yılda Barfly’ın yönetmeni Barbet Schroeder’den eski sevgililerine, Bono’dan arkadaşı Sean Penn’e, 150 ayrı kişiyle röportaj yapmış.Sonuçta da ortaya o festival senin bu festival benim dolanan şahane bir iş çıkmış.Haset etmez misiniz? Türkiye’de bunca parlak profil varken, Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Soner Yalçın gibi birkaç ismi hariç tutacak olursak, bu ülkede belgesele neden yüz verilmez? Niçin Can Yücel, Lale Müldür ve daha niceleri, bu şekilde tarihe düşülmez diye düşünmez misiniz?..Allah’tan Salinger telefon kullanmıyorGeçtiğimiz hafta Fizyotek’te bacağı uzatmış afiyetle elektrik yerken bir yandan da kitap okumaya çalışıyorum. Bu kadar mı denk gelir?Dünya güzeli iki kız kardeş daldı içeri... Ufağı ikibuçuk yaşında, tavşankulakları altın sarısı bir bıcırık...Büyüğünün kumral saçları beline uzanıyor; bu sene üçüncü sınıfa geçmiş; olağanüstü bir dinginlikle ve belli bir mesafeyi koruyarak kardeşini izliyor.Ufaklığın oyuncak köpekten bir çantası var. Mekánda bulunan bir beyefendi, küçük hanımefendinin çantasına iltifat edecek:‘Ne şirin bir köpekmiş o. Adı var mı?’Sarışın bıcırık, düğme burnunun üzerine konmuş bir kelebeği andıran gözlüklerinin altından ters ters bakmasın mı!: ‘O bir kere köpek değil, maymun!’Yapacak bir şey yok. Köpeğin maymun olduğu konusunda anlaşılıyor. Fakat neden sonra ortalıkta ‘maymun’unu havlatarak dolaşmaya başlıyor.Abla, bunun üzerine yine olağanüstü sakin bir tavırla; ‘Maymunlar havlamaz. Senin maymun niye havlıyor?’ diye soruyor.Bıcırıktan yine aynı hakir gören, ters bakış: ‘Ne maymunu ya? Köpek o, köpek!’TAM SALINGER’LIK MANZARABu kadar mı denk gelir. Aklımdan ‘Tam Salinger’lık manzara’ diye geçiyor.Şaka gibi; önümde bu sahne, elimde Dream Catcher... J.D. Salinger’ın kızı Margaret A. Salinger’ın yazdığı bir hatıra kitabı...Esasta bir otobiyografi ama Margaret, ya da aile içindeki ismiyle Peggy’nin kitabı, daha çok babası J.D. Salinger’ı konu aldığı için biyografi de sayılır bir yandan...Salinger gibi bir münzevinin hayatını bu kadar içeriden bir kalemden okumak büyük lüks. Vaktiyle Franny ve Zooey’i hediye ettiğim bir dostumun, Avustralya’dan getirip ‘ağaca çıktığımız günlerin anısına’ hediye ettiği bir güzellik. Sanırım Fatih Özgüven’in bir yazısında okumuştum. ‘Çok sevdiğiniz bir kitabın yazarıyla tanışmayı istemek, kaz ciğerini çok seven birinin çiğnediği ciğerin sahibi kazla tanışmayı istemesi gibi bir şeydir.’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın muhteşem kahramanı Holden Caulfield, iyi bir yazarı tanımlarken, kitabı bitirdikten sonra ona bir telefon açıp muhabbet koyacak derecede sıkı dostun olması isteğini uyandırmasını kıstas olarak alır.İKİ AYAKLI RUH ÖĞÜTÜCÜSÜGelin görün ki Salinger’ın kendisi, pek öyle sıkı dostunuz olmasını isteyeceğiniz türden bir adam değil. Zira adamımız iki ayaklı bir ruh öğütücüsü...Hayata bir anlam yüklemeye çalışırken, farklı dönemlerde farklı tarikatların peşine fanatikçe takılan ve birlikte olduğu kadınları da faşizan bir şekilde peşinden sürükleyen, egoistten öte, egomanyak bir adam...Birlikte olduğu tüm kadınların kişiliğini sıfırladığı için büyük depresyonlar yaşamalarına neden olan bir adam...Çocuklarına da destekten ziyade gani gani eleştiri bahşeden bir adam...Bundan yıllar önce, epey gençken Salinger’ın sevgilisi olmuş ve boyunun ölçüsünü fena hálde almış olan yazar Maynard da böyle bir portre çiziyordu. Salinger’ın yegáne romanı, ‘Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın açılış cümlesinden aldığı ilhamla ‘If You Really Wanna Know About It’ adını verdiği kitapta, Salinger’ın üzerinde yarattığı psikolojik terörün onu neredeyse ölümün eşiğine getirdiğini anlatıyordu.O sırada Yeni Yüzyıl’daki köşede üç gün üst üste kitabı tefrika etmiştim. Okuduğunu anlamaktan aciz bir ahmak da oturup Salinger’ın hayatının mahremiyetine saygı duymak gerektiğine dair yarım sayfalık hede hödö bir yazı döşenmişti.Abartmıyorum: İnternette okuduğu abuk bir cümleyi savını savunmak için kullanmıştı.Okurun biri; ‘Salinger’ın özel hayatına o kadar saygım var ki bir kitap daha yazacak olursa okumayacağım’ şeklinde bir şeyler yazmış. Bu da oturmuş; ‘Bak, böyle kadir kıymet bilen okurlar da var’ şeklinde geveliyor. Neyse işte...Dream Catcher’da da aynı adamla karşılaşıyoruz. Bugün 86 yaşında olan Salinger’ın, 20 küsur yaşındaki sevgilisinden çocuk sahibi olmaya çalıştığını öğreniyoruz meselá... Gerçi Peggy ve kardeşi Matthew’un anneleri, Salinger’ın ilk eşi Claire’le evli olduğu dönemde, Paramahansa Yogananda adlı gurunun peşine takılmış oldukları için evlilikleri boyunca hani neredeyse sadece o iki çocuğa sahip olmak için sevişmişler, cinsellik fena hálde tukakaymış; ayrı...Zen Budizmi’nden Vedanta Hinduizmi’ne, Kriya yogadan Hıristiyan Bilimi’ne, şimdilerde Scientology olarak bilinen Dianetics’e, makrobiyotiğe kadar bulaşmadık mezhep, tarikat, vs. bırakmamış Salinger.Dream Catcher, Salinger’ın hayatına ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda okurun ağzına, yazarın bugün yayınlanmasına izin vermediği eski hikáyelerinden de parmak parmak bal çalıyor.Meraklısı olan okura -maalesef İngilizce de zaruri- hararetle tavsiye edilir. İşin kötüsü şu ki insan kitabı okuduktan sonra, her şeye rağmen Salinger’a bir telefon açmak istiyor. Lezzet bu lezzet olunca insan, ciğeri sökülmüş bir kazla bile arkadaşlık edebilirmiş gibi geliyor. Allah’tan herif telefon kullanmıyor.7 Dream Catcher: A Memoir / Margaret A. Salinger / Scribner UK
button
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2005
Gazetedeki toplantı odasında her zamanki gibi ışığı kapatmış, bir yandan karanlıkta gazeteleri okuyup (Evet anne, hálá karanlıkta okuyorum. Hayır anne, hálá gözlerimi bozmayı başaramadım. Evet anne, senin kızın bir yarasa. Bilemiyorum yani, vaktiyle Batman’le halvet olduysan, bunun kabahati bende olmasa gerek?) bir yandan da klip etüdü yaparken Rafet el Roman’ın klibine denk gelmişim. Mutluyum yani...
Albümün çıktığından haberdardım ve dinlemiştim tabii de, klibi henüz görmemiştim. Geçenlerde düzenlediği basın toplantısında eski eşi Tuğba Altıntop’u tatile davet ettiğinde; ‘Eh’ demiştim hatta, ‘sezon açılmış. Rafet el Roman olayına girmek lázım.’
El Roman, bildiğiniz üzre altıncı albümü Kalbimin Sultanı ile huzurlarımızda. İlk klibi de Yüreğimle Seviyorum adlı şarkıya, Mısır ve Almanya’da çekmiş durumda.
Kendileri, sinematografik melekelerini takdir ettiğimiz, kadrajdan anlayan bir şahsiyet olduğu için her seferinde özel bir alákayla dikiyoruz nazarımızı üzerine.
Meselá yine eski eşi Tuğba Altıntop ile bir ihanet vak’ası yüzünden ayrıldığı dönemde çektiği bir aldatma hikáyesi klibi vardı. Orada da yatakta basılma fotoğrafları filan, beğeniyle izlediğimiz ‘kare’lerdi...
El Roman, bu kez tabiri caizse kısa metraj bir Duvara Karşı versiyonu çekmeye karar vermiş.
Yüreğimle Seviyorum’un başlarında bir manken hanımefendiyle büyük bir aşk yaşıyor. Sonra barın birinde sanırım manitaya laf uzatan birtakım adamlarla papaz oluyor ve elindeki içki şişesini, -hakikaten dehşetli komik bir hiddet rolü keserek- elemanlardan birinin kafasına ekleştiriyor.
Adamcağıza sağlam hasar vermiş olacak ki hapse düşüyor.
Biz hapiste geçen çileli süreci, aynen El Roman gibi, aynadaki görüntüsünden takip ediyoruz.
Zira Rafet Bey, içeri düştüğünde sinekkaydı tıraşlı, cillop gibi bir suratla aynaya bakarken bir bakıyoruz ki peee, zaman su gibi akıp geçmiş, bir sonraki sabah yüz yıkama seansında saç sakal birbirine karışmış.
Televizyonun karşısında başkalarının acısından zevk alan sadist modeli kıkırdarken, başıma kader ortağı bir arkadaş tebelleş oldu.
Bu aralar mühim konularımızın başında bu geliyor. E, hadi yani, aşık olmak lázım geyiği çeviriyoruz. Sonra da her seferinde mevzuu ya ‘İyi de memlekette adam yok’a ya da ‘Abi ben üşeniyorum galiba’ya bağlıyoruz.
‘Bünyeye gerek’ hesabına niyet var. Heves? Eeeh işte... Takat fakat, ı-ıh, takattan yana tık yok...
Neyse işte... Bu odaya daldı, her zamanki gibi ilk iş ışığı yaktı, ben her seferinde olduğu gibi bir ‘Oha!’ nidasıyla gözlerimi ovuşturdum, vs...
‘İstanbul için alkol vakti!’ dedi. Bu aramızdaki işler bitti, top patladı, bara inilebilir kodu...
‘Dur bi’ dedim; ‘şu bitsin öyle... Rafet el Roman sineması karşısında iki satır saygı göster.’
‘Bunu mu yazacaksın? Ama bu eski şarkı değil mi’ diye sordu; ‘Hani yakamoz hadidesi.’
Rafet el Roman’dan aldığım ilhamla ‘Nein’ dedim; ‘adamın tarzı olduğu için hep aynı şarkıyı söylüyor gibi bir intiba bırakabiliyor hafiften, ayrı...’
‘Bunun adı ne peki?’
‘Yüreğimle Seviyorum.’
‘Ya neresiyle sevecekti zaten’ diye sordu bu kez, iyi mi?
‘Niye öyle söylüyorsun bebeğim’ dedim. ‘Ayağıyla iş yapan insan olduğu gibi ayağıyla seven insan da olabilir yani değil mi? Sonra bunun beyni var, ayıptır söylemesi şeyi, eeem, libidosu var, hatta işkembesi var...’
‘Onu bunu bilmem’ dedi; ‘Ben şu anda yüreğimin izinden gitmekten ziyade midemin izinden gitmeye teşneyim.’
Şarkı bitti. E, bu cümle üzerine söylenecek söz de bitti. Televizyon kapatıldı, bara inildi. Yolda yine aynı muhabbet:
- Abi, aşık olmak lázım ama memlekette adam yok.
- Ya, sorma... Hem ben galiba zaten çok üşeniyorum ya. Şimdi adamı tanı, huyuna suyuna alış. Köpek çek, acı çek, kapris çek... Öf yani... Bi’ dolu zahmet...
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2005
Live 8 organizasyonu, tahmin edildiği üzre tarihe, son derece nafile bir girişim olarak düşüldü. Daha konserlerde kullanılan amfilerin fişi çekilmeden G8 üyesi ülkelerin liderleri birbirleriyle papaz oldular bile.
Ve tabii ki konunun içinden Afrika, yoksulluk, AIDS filan pek geçmiyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac; ‘İngiltere’nin dünya tarımına yegáne katkısı deli dana olmuştur’ şeklinde bir lafla ortalığı karıştırdı. İngiliz basını ona ‘Krep gibi konuşma’ şeklinde, İngilizce’de ‘pislik’ anlamına gelen ‘crap’e de gönderme yapan bir ‘espri’yle yanıt verdi.
Tony Blair, ‘hangi ülkenin mutfağı iyidir’ muhabbetine girmedi ama 2012 Olimpiyatları’nın Londra’da yapılmasına dair karar çıktığında, intikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu kanıtladı.
Bush, beklendiği şekilde, ‘Önemli olan ABD’nin çıkarlarıdır. Gerisi kemerimizden aşşşşa, bizim Tayyip’in mahallesinin adı neydi be, hah, Kasımpaşa’ buyurdu, vs.
The Observer’dan Steve Punt, Wembley Anıları başlıklı yazısında 20 yıl önceki Live Aid ile geçtiğimiz hafta vuku bulan Live 8’i kıyaslıyor ve yazıyı şöyle bağlıyor: ‘1985, Thatcher’izmin en debdebeli dönemiydi. Live Aid’in etkisi de dehşetliydi; gençler ipleri eline almıştı. Hükümet kötü duruma düşmüştü. Bugün Blair ile Brown’ın Afrika’ya göstermelik bir jest yapmaya niyetli olduğunu biliyoruz. Bunun yanında iki yıl önce Irak’ın işgáline ‘Hayır!’ demek için bir milyon kişinin Hyde Park’a yürüdüğünü ve Blair’in hiiiç iplemediğini de biliyoruz. Ve değil mi ki George Bush küresel ısınmayı yok sayabiliyor, Keane, Robbie Williams ve kahrolası Dido’yu hayda hayda yok sayar.’
Ben zaten, Live 8’den önce MTV’ye birlikte verdikleri bir röportajdan alınmış, Bob Geldof’un suratını Blair’in gıdısına gömdüğü o sevgi yumağı fotoğrafı gördüğüm andan beri hikáyeye küstümçiçeği pozlarıyla yaklaşıyorum.
Tony Blair ile aralarındaki külot-popo samimiyetini eleştirenleri nasıl yanıtlıyordu Sir Bob Geldof hatırlayınız: ‘Sorun benim bu adamla sıklıkla hemfikir olmam. Ama şimdi bir müzik kanalındayız. Yardakçısı gibi de görünmek istemiyorum.’
Oldu, gözlerim doldu...
Bütün bu konserlerin, organizasyonda yer alan sanatçıların albüm satışlarını yüzde 500 filan oranında artırması ve Blair’in ülkesinde iyiden iyiye mundar olan imajına hasbelkader cila çekmesi haricinde neye yaradığını da bir açıklasa, tam olacak...
Neymiş, zengin ülkelerin liderleri duyarlı olmaya çağrılacak...
Çağırınca gelir bunlar zaten biliyorsunuz. Bir Lassie, bir G8 liderleri; o kıvam...
Peki bütün bu olup bitenlerin hiç mi olumlu bir yanı yok? Var elbet...
Her şeyin başında müzik var. Fazla konser göz çıkarmaz. Hele ki böyle babaları bir arada dinleme fırsatı ancak 20 yılda bir huzura geliyor. Ne güzel; kaçar mı, kaçmaz...
Bunun yanında bin yıldan sonra Pink Floyd bir araya geldi meselá, az şey mi? Üstelik grup, Live 8’in etkisiyle best of albümleri Echoes’un satışlarının yüzde 1300 artışı karşısında artan albüm satışlarının gelirini yardım kuruluşlarına bağışlayacağını açıkladı. E, akmasa damlar yani...
Veee: Konserler bitti, eğlence bitmedi. Live 8 ile ilgili görüşlerini almak için Tayyip Erdoğan’la da röportaj yapan MTV, Başbakan’a dünya starı olsa kiminle sahne almak isteyeceğini sordu bildiğiniz gibi.
Yanıt: ‘Frank Sinatra ile beraber olabilirdi... Siyasetle örtüşen ‘My Way’ olabilir...’
Habertürk kanalı, yemeyip içmeyip bir klip (!) güzelliği düşünüverdi.
Kenarda Frankie, ellerini kavuşturmuş bir şekilde gülümseyerek ekranın ortasına bakıyor. Ekranın dibinde, şarkının Türkçe’ye çevrilmiş sözleri altyazı olarak geçiyor. Ortada da Erdoğan’ın farklı etkinliklerden alınmış görüntüleri...
Meselá şarkının ‘Kimi zaman yutamayacağım kadar büyük lokma çiğnedim’ filan diyen kısmında, Erdoğan’ın çorba kaşıklayan bir görüntüsü yayınlanıyor! Arkadaşlarla televizyonun karşısında yarıldık, Allah da onları güldürsün.
Bu arada Afrika’da her üç dakikada bir çocuk ölmeye devam ediyor.
İngilizler’in bifteğiydi, Fransızlar’ın krepiydi... Hayatın kanunu bu; kimi yer, kimi bakar...
Yazının Devamını Oku