30 Temmuz 2005
Geçenlerde müzisyen bir yáren, Bodrum’dan mesaj atmış. Henüz öğle vakti, kafası olmuş bir dünya. İyi olduğumu umduğunu, kendi adına maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğini, şerefime içtiğini, zira içmezse delireceğini yazıyor. SMS’le geçiştirilecek durum değil yani. Endişelendim, telefon açtım:
‘Hayrola baba? Mesele nedir?’
‘Hepsi de... Hepsi de...’ dedi, dili ağzına sığmıyormuş gibi peltek peltek.
‘Hepsi ne abi?’
‘Hepsi... Hepsi...’
‘Oraya kadarını anladım da şu hepsiyi biraz açsan be güzelim? Detaya girsen, tane tane anlatsan? Hepsi ne? Hayat mı? İş mi? Aşk mı? Allah korusun, sağlık sorunu mu?’
‘Hepsi de... Hepsi de tepside...’ diyor, başka bir şey demiyor.
Sonra çıktı kokusu. Bu arkadaş, öyle böyle değil, eni konu iyi bir müzisyen... Bir haftadır biraz ziyaret, biraz ticaret hesabına, gazetelerin magazin sayfalarından takip ettiğimiz o iskeleli kulüplerden birinde takılıyor. Oradan ‘bildiriyor.’
Ortam ve muhabbet tahammül ötesi raddede kopartıcıymış. Ama o bu durumu, onlarla değilse de onlara güleriz hesabına izleyip, hiç değilse kendi kendine eğlenmeyi becerebiliyormuş. Fakat bir konu varmış ki, içmeden katiyetle çekilmiyormuş:
Bütün gün boyunca döne döne bir Fatih Erkoç’un Hepsi De’si, bir de Petek Dinçöz’ün Hasta Ettin’i çalıyormuş. Petek Dinçöz’ü bir yere kadar anlarmış çünkü o konuda zaten akıl yürütmeye yeltenmezmiş. (Bana hiç bakmayın, ben o topa hiç girmem. Hanımefendiyle mahkemelik filanız. Hem tazminat, hem ceza davası!) Ama abi, Fatih Erkoç’un şarkısına ne demeliymiş?..
Sonunda kendini tekila shot’lara vurmuş. Bir yandan da DJ’e tekila ısmarlayıp, ‘Bari arada bir şunlara mola ver abi’ şeklinde yalvar yakar ağlak yapıyormuş.
Fatih Erkoç’un ‘Fıkır fıkır bir yaz albümü yaptık’ dediği kadar varmış yani. Hepsi De, pareolu ve parmak arası terlikli erkekler ile plaja ‘haute couture’ şıklığında giden kadınların takıldığı kulüplerin en sevilen şarkısı olmuş çıkmış yani...
Sizi bilmem, benim, álemlerin en yetenekli, en donanımlı, en düzgün ve en saygıdeğer müzik adamlarından Fatih Erkoç’un altı yılın ardından gelen, Beklenen isimli albümüne dair hissiyatım naif bir sorudan ibaret: ‘Ne yaptınız Fatih Bey?’
Beklenen, hasretle beklenen bir albümdü; doğru... Karşılığında dilimdeki nakarat; ‘Bekledim de gelmedin’ gibi bir şey...
Albümün ilk klibi Hepsi De’ye çekildi malûm: ‘Bunalmışım dertlerden / Tatile ihtiyaç var / Haber gelmiş güneyden / Gidip de dönmemek var / O denizler, o sahiller / Hepsi de beni bekler / O denizler, o kumsallar / Diskolar, barlar / Haydi kızlarrr / Hepsi de, hepsi de beni bekler / Teknede içkiler / Hepsi de beni bekler / Cebimde üç beş kuruş / Yeter de artar bana / Elimde bir gitar var / Kızlar etrafımda / Sarışınlar, esmerler / Hepsi de beni bekler / Sarışınlar, kumrallar / Sabredin kızlarrr...’
Klip, ‘very lay lom’ bir yaz klibi... Güftenin içinden geçen malûm sarışınlar, kumrallar, esmerler ve ortalarında elinde şemsiyeli kokteyl bardağıyla Fatih Erkoç.
Bir de Fatih Erkoç’un ağır makyajlı, pis bakışlı, çıplağımsı kadınlardan oluşan bir gitar ekibinin önünde siyah takım elbiseyle şarkısını söylediği bir bölüm var ki müteveffa Robert Palmer’ın 80’lerde ekol olan klibinden birebir apartma.
Simply Irresistable’ın klibi... Hani vaktiyle Pepsi’nin reklam kampanyasında da kullanılmıştı; tevellüdü tutanlar hatırlayacaktır...
Bakın Pepsi dedim ya, der demez yine beynimde yankılanmaya başladı: Hepsi de, Pepsi de, tepside... Gülşen’in Of Of’undan beri böyle bir darbe almamıştı bünye...
Neyse işte... Bizim eleman ‘Kadından ve müzikten soğumaktan korkuyorum’ diye Bodrum faslını kısa kesip İstanbul’a döndü. Balataları sıyırmadan bu vak’ayı atlattığı için çok mutlu olduğunu söylüyor.
Bu satırların naçiz muharriresi ise, bir başka baharı bekler gibi bir sonraki Fatih Erkoç albümünü bekliyor. Hepsi bu: Tepside bir deli ümit çiçeği... Yeşermeyi bekliyor.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2005
Yahu, insan Orhan Gencebay’ın önünde biat etmez de ne yapar?<br><br>Kaçıranlar olduysa diye: Álemlerin en Ordinaryus Prof. Editörü Emel’in (Armutçu) yayına hazırladığı ‘Türkiye Cinselliğini Konuşuyor’ dizisinin dün yayınlanan bölümünde Orhan Gencebay’ın röportajı yer alıyordu.
Okumuş olanlara ikinci baskı olacak ama kusura bakmayın, bir bölümü alıntılamadan, anmadan edemeyeceğim.
n Siz o çok sevilen şarkılarınızda hep kaderle cebelleştiniz. Araştırma da ‘cinsel mutsuzluğunu kadere bağlayan’ çok insan olduğunu gösteriyor.
Benim orada anlatmak istediğim kader, Big Bang teorisine göre, yani o patlamadan sonra etrafa yayılan yoğun kitlenin içindeki değerlerin evrene yayılması, her birinin bir yere gitmesi ve genetik olarak her parçaya intikal etmesidir. Tüm bunlar olması gereken şekilde olurlar. Kader ihtimalleri diyorum ben buna.
n Yani sizce de cinsel mutsuzluk kaderin bir oyunu mu?
Büyük üstad Einstein’a sorarlar, kader nedir, diye. ‘Hak edilendir’ diye cevap verir. Buradan yanlış yerlere de gitmemek lázım, illá ki kötü bir şey yapıp da kötü bir şey görür demek değil bu. Bir insanın doğumunda meselá 52. geninde bir şey varsa ve bu nedenle yıllar sonra bir hastalıkla karşılaşırsa ne yapsın! Bu onun kaderidir. Olması gereken ihtimallerden biridir. Neticede var olan şeyleri yaşamaya çalışıyoruz, güneşin altında yeni bir şey yok. İnsanın aramayı bilmesi lázım, arıyoruz, kendimizi aşırı da yoruyoruz. Bestemdeki gibi, ‘Bana kaderimin bir oyunu mu bu, aldı sevdiğimi verdi zulûmu, dünyaya doymadan göçüp gideceğim, yoksa yaşamanın kanunu mu bu?’ Evet, bence yaşamanın kanunu bu!
n Bu kanun değişmez mi?
Günümüze hitap etmeyen değerlerin değişmesi gerekiyor. Aydınlanmamız gerekiyor.
Aaah Orhan Bey ahhh...
Doritos’un ‘Asrın Geyiği’ sloganıyla başlattığı ‘Aşk mı para mı?’ anketinden haberdar mısınız bilmem?
Ankete katılanlar arasında parayı seçenler, açık ara önde gidiyorlar efen’im...
İnternet ve SMS yoluyla katılımda bulunan 100 bin kişinin yüzde 86’sı ‘para’ demiş.
Gerekçeler de şu şekilde:
n Parasız adama kim bakar, önce para, sonra aşk.
n Aşk zayıflıktır, para güç.
n Mutluluğa giden her yol paradan geçer.
n Kafede hesabı ‘Biz aşığız’ deyip mi ödeyeceğiz?..
Aaah Orhan Bey ahhh...
Günümüze hitap eden değerlerden mi bahsetmiştiniz?
Aydınlanmaydı, aşkla sevişmekti... Buraya kadarmış, krizlerden bitap düşmüş yoksul bir ırkın ahvadının aydınlanıp aydınlanacağı...
Einstein’ı geçiniz; ‘Para, para, para!’ Napolyon’un dediği gibi...
Rica etsem, İstanbul’dan Ebru Çapa için ‘Batsın Bu Dünya’yı söyler misiniz?
Hak edilendir, müstehaktır yani...
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2005
Kendimden o kadar sıkıldım ki, kendimden sıkılmayı tükettim.<br> O kadar ki ‘Kendimden sıkıldım’ cümlesini kurmaktan, ayrıca sıkıldım.
Hani arzulayan olursa -ki bu yol ‘herkesin yolu kendine’ istikámetinde bir güzergáh izlediği için benimkinin bir başkasının işine yarayacağını sanmam ama- kendinden sıkılmanın haritasını gözüm kapalı çizebilirim.
Neyse işte... Uzatmayalım, bu böyle üç-beş takımyıldız boyu uzar gider...
Hayatı kovalamaya takati olan insanlara nasıl gıpta ediyorum.
Atla deve şeylerden de bahsetmiyorum yani; basit şeyler...
Bir çığa kartopuyken müdahale etmeyi akıl eden insanlara gıpta ediyorum.
Ajandalarına tabi yaşamayı öğrenmiş insanlara...
Faturalarını düzenli ödeyen, düzenleri tıkırında işleyen insanlara meselá...
Taksite giren, taksit taksit yaşamayı beceren insanlara...
Dışarıdan baktığımda aklım eriyor. Eriyor ermesine de konu bensem eğer, basiret, gemici düğümüyle bağlanıyor.
Bu valla üşengeçlikle, keyfine düşkün olmakla açıklanacak bir şey değil. Mercimek kadar beyni olan hiç kimse, bunu sayısız seferler tecrübe etmiş olduğu hálde, sonucun nerelere vardığını bile bile, bir kez daha yaşamayı göze almaz zira.
Bir sorunu yok saymak, onu yok kılmıyor zira...
Hep de peş peşe gelir.
Doğalgaz kesilir.
Onu açtırırsın, bu kez elektrik...
Onu açtırırsın, ardından su...
Hadi bakalım, fatura yatırmak için bankaya gitmeyen sen, ıvır kıvır dairelerinde kilometrelerce kuyruğa girer misin, girmez misin...
Biliyorum, tüm bunlar, basit bir otomatik ödeme talimatı vermek suretiyle başa gelmeyebilir...
Yapar mıyım, yapmam... Niye? Çünkü embesilim.
Bir süre önce, iki hain kanka (Bizde onlardan çok var!) oturmuş, sanki ben orda değilmişim gibi benim çocuk sahibi olup olmamam gerektiğini tartışıyorlar.
Muhabbet şu minvalde:
- Bence bulaşmasın. Bu çocuğu doğurmayı unutur. Sabi bunun rahminde üniversite çağına falan gelir.
- Yok yok, bünye atar nasılsa...
Sonunda benim sanal çocuğu doğurttular. Doğum senaryosu da şöyle:
Ben hamile olduğumu unutuyormuşum. Yine bir akşam Kaktüs’te demlenirken sancılanıp çocuğu bünyeden atıyormuşum. Ertuğrul, ‘Hah, burda bir bunu yapmamıştı, şükür bunu da gördük’ deyip, her zamanki serinkanlı tavrıyla; hiç istifini bozmadan (Buradan mümkünse astral kankam Ertuğrul’a sırıtkan bir el sallamak istiyorum!) göbek bağını kesiyor, sonra da bebeği şöyle bir sudan geçiriyormuş. Sonra ben toparlanıp, çocuğu da orda unutup eve gidiyormuşum. Benim çocuk Kaktüs’te, álemin en haydut kedisi Adnan’la birlikte mutlu mesut büyüyormuş. Bir tür şehir Tarkan’ı oluyormuş...
Tam orda itiraz ettim: ‘Ne Tarkan’ı be! Benim çocuk kız olacak bir kere...’
Böyle de hayatına sahip çıkan, gerekli durumlarda müdahale edip, gerekirse çocuğunun cinsiyetini bile belirleyebilen biriyim yani!
Bu arada; ‘Bana ne senin salaklığından’ diyen okur merak ederse; ben bunu niye mi anlattım?
Dedim ya, kendimden sıkıldım. Dertleşiyoruz işte...
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2005
Görünen o ki önümüzdeki bin filan yıl daha Bülent Ecevit’siz, Süleyman Demirel’siz, Kenan Evren’siz bir günümüz geçmeyecek. Yine bir Ecevit bir kuyuya taş attı, bin ayrı kişi -hepsinin akıllı olduğunu iddia edemeyeceğiz- o taşı çıkartma derdinde...
Vahdettin hain miydi, kader kurbanı bir vatansever miydi?
Çünkü bunun hükmünü vermek, Fethullah hayranı ‘tarih uzmanı’ Bülent Ecevit’in vazifesiydi.
Yine durduk yerde gündemin göbek deliğine karı-koca bağdaş kurdular ya, Fikret Bila, Milliyet’te, Ecevit’lerle PKK ve terörle mücadele konusunda görüşmüş. Mevzu af meselesine gelince; ‘Aman’ demiş muhteremler; ‘Af sözü bizi geriyor.’
Ne münasebet efendim, sizin affınızın derdi, sokağa saldığınız it-uğursuzun marifetleri, esas bizleri geriyor.
Ecevit’siz, Demirel’siz, Evren’siz bir gün yüzü görebilecek miyiz bu hayatta, hakikaten merak ediyorum.
Dünyaya gözümü açtığım günden beri aynı adamlar, böyle tepelerden konuşur dururlar.
Sanki o çık çık’layarak, parmaklar sallayarak güya çözüm önerileri getirdikleri, hiiiç tasvip etmedikleri, lánetle kınadıkları beláları memleketin başına saran uzaylı kaka adamlarmış gibi...
33 yaşındayım ve 33 yıldır aynı hede aynı hödö...
Bu ülkede değişim dediğiniz şey, tosbağa adımlarıyla ilerliyor.
Pamukova’da 39 kişinin öldüğü hızlı tren kazasının üzerinden tam bir yıl geçti.
Durum ne peki?: Kazadan iki ay sonra görevden alınan TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, birkaç hafta önce görevinin başına döndü.
‘Trafik kazalarının yıldönümü de haber oluyor mu?’ Sorduğu soru da bu...
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, tam da kazanın yıldönümüne denk gelen tarihlerde, Uşak Egem TV’nin düzenlediği ‘Yılın En’leri anketinin sonucu sağolsun, ‘Yılın Bakanı’ ödülüne láyık görülüyordu.
39 hayatın faturası, iki makinist Recep Sönmez ve Fikret Karabulut’a çıktı.
Binali Yıldırım’ın istifa etmesini beklemiyorduk zaten. Ecevitler’in Demireller’in hayatımıza nasıl bir Japon zamkıyla yapıştığını düşününce Yıldırım, sütten çıkmış ak yumurta. Gidecek háli yok elbet.
Tüm bunlar olur biterken aklımda koyunlardan oluşan intihar mangaları...
Hatırlarsanız, birkaç hafta önce Van’da 400 küsur koyun uçuruma atlamış ve telef olmuştu. Ardından Bitlis’te 150 koyun, dereye atlayıp boğulmuştu.
Acaba diyorum, salsam kendimi kırsala, birkaç koyunun peşinde telef mi olsam? Her Allah’ın günü, aynı can sıkıntısına uyanmaktansa...
Van, hakikaten iyi bir seçenek olabilir. Varoluşçu sorunları olan koyun sürüsü bulamazsam, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen’in ‘Canavar Timi’ne katılırım.
Action Man Kürşat Tüzmen’in şanlı timinin bir mensubu olarak Van Canavarı’yla boğuşurken Hak’kın rahmetine kavuşurum.
Bir nev’i şehit mertebesi yani... Biliyorsunuz, Vahdettin ve Ecevit’ten hemen önce gündemimizin gülü Van Canavarı idi.
Ki her hálükárda, Ecevit’e yeğleyeceğim bir kahramanımız kendisi. Hem pek şaibeli varlığını dakka başı kafamıza kakmayacak derecede efendi, hem de neresinden baksanız, en azından karizma sahibi...
Van Canavarı’nı gördüğünü iddia eden balıkçı Muğdat Avcı’nın anlatımını izlemek bile neşeli bir şey: ‘Suyun içinden kocaman bir yaratık çıktı. Ben korkudan şok geçirip şuurumu kaybetmişim. 10 metre uzunluğundaydı. Ağzı bir insanı yutacak kadar büyüktü. Her bi’ dişi, her bi’ gözü na’ bu kadar! Burun deliklerinden adam geçer.’
Gevaş Belediye Başkanı Nazmi Sezer de canavarı küçükken görmüş. Nitekim yetkili bir merciye gelir gelmez ‘Canavar Arama ve Görüntüleme Timi’ kurmuş.
İşte şimdi de ‘Van’da turistik amaçlı canavar yaratacaklarını’ açıklamış olan Kürşat Tüzmen, bir grup dalgıçla birlikte Van Gölü’nde ‘Van Canavarı avı’na hazırlanıyor.
İlk işim, tez elden bir skuba brövesi almak olacak. En azından suyun altında iki dakka Ecevit’siz, Demirel’siz ve sairesiz üç-beş huzurlu günümüz geçer...
Diyeceksiniz ki; ‘Canavar bir yana, orada da devlet erkánı var.’
O da doğru, bilemedim. E, ne peki? Koyunlara mı takılalım? Bu mudur tavsiyeniz?
Peki ama ya cenazeme lûtfedip Ecevit de gelirse? İmam sorduğunda şöyle derse?: ‘Rahmetliyi iyi bilirdik. Biraz koyun tabiatlıydı ama vatansever bir kardeşimizdi. Bir Vahdettin, bir Ebru Çapa, o kadar yani...’
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2005
Annemin sık kullandığı bir laftır: ‘Suyla sabunun çıkarmayacağı tek şey ar (alın) lekesi...’ Valideleri Redd’in üyelerini vakitlice uyarmamış olacak ki Bahçelere Daldık’ın şahane sözlerinde bu konuya geç uyandıkları için hayıflanıyorlar:
‘Dünyayı yağlamak lázım / Paslandı, düzgün dönmüyor / Aya gidip bakmak lázım / Burdan bir şey görünmüyor / Dersler aldık, yine saldık / Bile bile akılsız kaldık / Sabunla bu kirler çıkar sandık / Sığ denizlere balıklama daldık...’
Redd’in 50/50 adlı albümünden klip çekilen üçüncü şarkı Bahçelere Daldık.
İlki bildiğiniz üzere, manitasını yatakta başka bir erkekle basan, aldatılmış bir adamın hikáyesinin anlatıldığı Mutlu Olmak İçin’e çekilmişti.
Biri ikiz olmak üzere, iki çift kardeşten oluşan dört kişilik Redd’in elemanları okumuş etmiş (mimarlık, bilgisayar mühendisliği, konservatuar...), iyi aile çocukları oldukları için, klibin esas oğlanı tipik Türk erkeği tavrı sergileyip yatağa kurşun saydırmak yerine gayet medeni bir şekilde ceketi alıp evden çıkmayı tercih ediyordu.
İkinci klip, Öperler’e, Boston’da çekilmişti ki izlemek, bendenize nasip olmadı.
Zira bir otelde çekilen yatak sahnelerinde esas oğlan biraz kalabalık bir kadroyla birlikte ‘rol aldığı’ için klip müstehcen bulunup, ‘orji olayı bize gelmez’ diyen müzik kanalları tarafından reddedilmiş. (Reddedilen Redd... Annabel Lee şiiri gibi, aliterasyon yaratıyor mübarek...) Bunun haberi çıktıktan sonra birkaç kez döndürülmüş ama dediğim gibi, ben rast gelmedim.
Üçüncü klip de diğer ikisi gibi yine Mete Özgencil tarafından, bu kez New York’ta çekilmiş.
Ki bana sorarsanız, teşbihte hata olmaz, bu klip, klip áleminin Dolmabahçe Sarayı’dır. Hani Dolmabahçe Sarayı’nda her şey simetriktir ya... Bir köşede bir vazo mu var, illa karşısındaki köşede de aynısından olacak.
İşte klip de biraz öyle... Simetride kopulmuş. Elemanların ikisi (Doğan ve Güneş Duru) ikiz de olduğu için hepten acayip bir durum.
Otomobil yolundaki şeritlere yattıkları bir sahne var meselá. Kamera üyeleri teker teker izliyor. Tam olarak bu sırayla değilse de Berke Hatipoğlu’nu geçiyor, Güneş Duru’ya geliyor, onu geçiyor, İlker Hatipoğlu’na geliyor, onu geçiyor, Doğan Duru’ya geliyor, siz yine Güneş Duru’yu görmüş gibi oluyorsunuz.
Merdivenler, sütunlar, bahçeler boyu, simetrik simetrik, yürüyorlar, duruyorlar, bakıyorlar...
Neyse işte, iyice saçmalamadan keselim, gayet temiz ve şık bir iş...
Mete Özgencil, bu üç klibi birbiriyle bağlantılı kurgulamış.
İlk klip bir pencere görüntüsüyle kapanıyor. İkinci klip o pencereden otel odasına açılıyor. İki ablayla yatak sahneleri malûm. Üçüncü klibin, yani Bahçelere Daldık’ın başında bir yatak, çöpe atılıyor, sonunda da bir arabaya biniyorlar.
Herhálde dördüncü bir klip söz konusu olursa, onun açılış sahnesinde de o arabadan inecekler.
Gerçi bu son, otomobile yürüme sahnesi, şarkı sona erdikten sonra sessiz çekilen ve hakikaten uzuun bir sahne olduğu için pek çok kanal, klibin sonunu keserek yayınlıyor, görmemiş olabilirsiniz. Biz yazalım ki, yazının çorbasında haber değeri taşıyan tuz da bulunsun(!)...
50/50, ilk albüm milk albüm ama evladiyelik yani. 10 yıl sonra koy, yine aynı zevkle dinlersin...
Kartonetteki İsmail Acar imzalı illüstrasyonlar, CD’nin içindeki kırmızı kalem; şık işler...
Zarf da şık, mazruf da yani...
Hani Bahçelere Daldık’ta diyorlar ya:
‘İnsan gerçeği ararken, biz rüyalarda sevişirken / Herkes kendine sararken, biz bahçelere daldık / İnsan güzeli incitirken, biz eski zamanda yaşarken / Herkes maskesini boyarken, biz çimlere uzandık.’
‘İyi yapmışsınız’ demek isteriz kendilerine... Dalınız bahçelere, uzanınız çimlere; bırakınız üstünüz başınız kirlensin. Kirlenmek güzeldir. Hadi hep beraber: Neydi?: Suyla sabunun çıkaramadığı tek şey ar lekesi...
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2005
Annemin sık kullandığı bir laftır: ‘Suyla sabunun çıkarmayacağı tek şey ar (alın) lekesi...’Valideleri Redd’in üyelerini vakitlice uyarmamış olacak ki Bahçelere Daldık’ın şahane sözlerinde bu konuya geç uyandıkları için hayıflanıyorlar:‘Dünyayı yağlamak lázım / Paslandı, düzgün dönmüyor / Aya gidip bakmak lázım / Burdan bir şey görünmüyor / Dersler aldık, yine saldık / Bile bile akılsız kaldık / Sabunla bu kirler çıkar sandık / Sığ denizlere balıklama daldık...’Redd’in 50/50 adlı albümünden klip çekilen üçüncü şarkı Bahçelere Daldık.İlki bildiğiniz üzere, manitasını yatakta başka bir erkekle basan, aldatılmış bir adamın hikáyesinin anlatıldığı Mutlu Olmak İçin’e çekilmişti.Biri ikiz olmak üzere, iki çift kardeşten oluşan dört kişilik Redd’in elemanları okumuş etmiş (mimarlık, bilgisayar mühendisliği, konservatuar...), iyi aile çocukları oldukları için, klibin esas oğlanı tipik Türk erkeği tavrı sergileyip yatağa kurşun saydırmak yerine gayet medeni bir şekilde ceketi alıp evden çıkmayı tercih ediyordu.İkinci klip, Öperler’e, Boston’da çekilmişti ki izlemek, bendenize nasip olmadı.Zira bir otelde çekilen yatak sahnelerinde esas oğlan biraz kalabalık bir kadroyla birlikte ‘rol aldığı’ için klip müstehcen bulunup, ‘orji olayı bize gelmez’ diyen müzik kanalları tarafından reddedilmiş. (Reddedilen Redd... Annabel Lee şiiri gibi, aliterasyon yaratıyor mübarek...) Bunun haberi çıktıktan sonra birkaç kez döndürülmüş ama dediğim gibi, ben rast gelmedim.Üçüncü klip de diğer ikisi gibi yine Mete Özgencil tarafından, bu kez New York’ta çekilmiş.Ki bana sorarsanız, teşbihte hata olmaz, bu klip, klip áleminin Dolmabahçe Sarayı’dır. Hani Dolmabahçe Sarayı’nda her şey simetriktir ya... Bir köşede bir vazo mu var, illa karşısındaki köşede de aynısından olacak.İşte klip de biraz öyle... Simetride kopulmuş. Elemanların ikisi (Doğan ve Güneş Duru) ikiz de olduğu için hepten acayip bir durum.Otomobil yolundaki şeritlere yattıkları bir sahne var meselá. Kamera üyeleri teker teker izliyor. Tam olarak bu sırayla değilse de Berke Hatipoğlu’nu geçiyor, Güneş Duru’ya geliyor, onu geçiyor, İlker Hatipoğlu’na geliyor, onu geçiyor, Doğan Duru’ya geliyor, siz yine Güneş Duru’yu görmüş gibi oluyorsunuz.Merdivenler, sütunlar, bahçeler boyu, simetrik simetrik, yürüyorlar, duruyorlar, bakıyorlar...Neyse işte, iyice saçmalamadan keselim, gayet temiz ve şık bir iş...Mete Özgencil, bu üç klibi birbiriyle bağlantılı kurgulamış.İlk klip bir pencere görüntüsüyle kapanıyor. İkinci klip o pencereden otel odasına açılıyor. İki ablayla yatak sahneleri malûm. Üçüncü klibin, yani Bahçelere Daldık’ın başında bir yatak, çöpe atılıyor, sonunda da bir arabaya biniyorlar.Herhálde dördüncü bir klip söz konusu olursa, onun açılış sahnesinde de o arabadan inecekler.Gerçi bu son, otomobile yürüme sahnesi, şarkı sona erdikten sonra sessiz çekilen ve hakikaten uzuun bir sahne olduğu için pek çok kanal, klibin sonunu keserek yayınlıyor, görmemiş olabilirsiniz. Biz yazalım ki, yazının çorbasında haber değeri taşıyan tuz da bulunsun(!)...50/50, ilk albüm milk albüm ama evladiyelik yani. 10 yıl sonra koy, yine aynı zevkle dinlersin...Kartonetteki İsmail Acar imzalı illüstrasyonlar, CD’nin içindeki kırmızı kalem; şık işler...Zarf da şık, mazruf da yani...Hani Bahçelere Daldık’ta diyorlar ya:‘İnsan gerçeği ararken, biz rüyalarda sevişirken / Herkes kendine sararken, biz bahçelere daldık / İnsan güzeli incitirken, biz eski zamanda yaşarken / Herkes maskesini boyarken, biz çimlere uzandık.’‘İyi yapmışsınız’ demek isteriz kendilerine... Dalınız bahçelere, uzanınız çimlere; bırakınız üstünüz başınız kirlensin. Kirlenmek güzeldir. Hadi hep beraber: Neydi?: Suyla sabunun çıkaramadığı tek şey ar lekesi...
button
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2005
Mazohist olsam gerek, bizimkiler yetmiyormuş gibi, bir de sık sık yabancı televizyon kanallarında yayınlanan acayip yarışmalara takılıyorum. Başımıza geleceklere dair bir tür ön yoklama denilebilir.
MTV’de ‘Dismissed’ diye bir program var meselá; yakaladım mı asla gözlerimi alamıyorum.
Türkçe’ye ‘Çekilebilirsin (sefil yaratık)’ şeklinde devşirebileceğimiz programın iki ayrı bölümü var. İlkinde bir genç kız, iki genç erkek; ikincisinde bir genç erkek, iki genç arasından kendine manita beğeniyor.
İki aday, gün boyunca, seçici elemana, rakibi boklamayı da ihmal etmeyerek kendilerini beğendirmeye çalışıyorlar. Adayların esas kız-oğlanla 20 dakikalığına yalnız kalmalarına olanak tanıyan tek bir joker hakları var. Yalnız kalındığında, seçici olan oğlansa meselá, kıza, ‘Beni etkileyebilecek derecede iyi öpüşüyor musun bakalım?’ filan diyor.
Aaa, öpüşmez mi hiç? Gün batımına doğru dilli-bademcikli bir öpüşme izliyoruz.
Yanlış anlaşılmasın, iki saat önce tanıştığın biriyle pekálá öpüşürsün, niye öpüşmeyesin? Kimyadır, çeker...
Ama bu yani; bir yandan da romantik soslu bir kamera seyirliği ya; üstelik dönen muhabbet öylesine, öylesine Amerikalılar’a mahsus bir şekilde ahmakça ve kakofonik ki... Orada olmak için dayanılmaz bir istek duyuyor insan. Orada olmak ve o tatlı su yılışıklarının ağzına elinin tersiyle tokat saydırmak...
BBG muhabbetinden tek farkı şu ki, bütün hikáye bir tek güne sığıyor. Dolayısıyla daha daha sade suya tirit, daha salakça...
Neyse işte... Geçen gün, sanırım VH1’da yeni başlayacak bir programın anonsunu gördüğümde önce derin bir panik duygusu yaşadım.
Şöyle ki, Digiturk’ün Dizimax kanalında ve Bambaşka Biri adıyla pazar günleri atv’de gösterilen Extreme Makeover dizisi var ya... Hani fiziksel görünümünden memnun olmayan bir Amerikan insanı programa başvuruyor. Durumunun yeterince ‘vahim’ olduğu, otoritelerce çirkinliği tescillenen insanlar, programa kabul ediliyor.
Ve inek sokup sosis çıkarılan makineler gibi işleyen, sekiz haftalık bir süreç başlıyor. Dişçisinden estetik cerrahına, göz doktorundan egzersiz hocasına, diyetisyenden stiliste, kuaförden bilmem nesine bir uzmanlar takımı, o kişiyi alıp, bambaşka iki insana dönüştürüyor.
Geçenlerde evlenmek üzere olan bir çift kabul edildi meselá. Bu tezgáhtan geçtiler ve birbirlerinin ‘yeni’ suretini ilk kez rahibin karşısında gördüler.
Düşünün ki iki insan, karşısındaki kişinin ruh ikizi olduğunu söylüyor. Ve o ‘nihai yemini’ ederken, karşısında bambaşka birini buluyor. Ve saadetleri kulaklarına varan ağızlarındaki porselen dişlerinden ve lensli gözlerinden okunuyor.
Bu yeni bir program değil. Bir süredir, bize de ha geldi ha gelecek diye bekliyorum.
Beni paniğe sürükleyen, bunun bir ‘üst modeli...’ Modifiye Bambaşka Biri...
O da şöyle... Alelade biri gidip, fanı olduğu bir yıldıza benzemek için ameliyat masasına yatıyor: ‘Jennifer Lopez’e benzemek istiyorum’ diyor meselá. Yani ‘özgün’ háli gayet eli-yüzü düzgün olduğu hálde estetikçilere giden sosyetiklerimizin sipariş ettiği burunlar, göğüsler filan oluyor ya hani... O şekil...
Fakat burada, olası en yakın şekliyle karbon kopyalar üretiliyor.
Ben bunu duyduğum noktada kopmuşum. Düşünsenize, yüzlerce Petek Dinçöz, yüzlerce Çağla Şikel; sokaklarda...
Neden sonra salak mıyım neyim diye kendime kızdım. Zaten sokaklarda onları birebir kopya eden tipten geçilmiyor ki malûmunuz, söz konusu isimler de zaten tıpıtıpına birbirine benziyor.
Ezcümlesi, manzarada bir fark yaratmaz.
Mevcut durumu ‘makûl’ olarak değerlendirirsek, asayiş berkemál...
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2005
Allah korumuş <B>netekim</B>...<br><br>Geçtiğimiz hafta <B>89. yaşgününü</B> dostlarıyla birlikte <B>Metin Şentürk’</B>ü dinleyip şarkılarına eşlik ederek, program sonrasında da sanatçıyla ‘a la Metin Şentürk’ tarzda esprimsiler paslaşarak kutlayan <B>Kenan Evren</B>, yine geçtiğimiz hafta bir başka vesileyle -ki hiç adeti değildir bildiğiniz üzre- bir ‘pişmanlığını’ dile getirdi. 12 Eylül darbesinin ardından hemen cumhurbaşkanlığı mevkiine oturması, aktif siyasete atılıp şöyle ağız tadıyla politika yapamaması:
‘Konsey üyesi arkadaşlara ‘Hata yaptık.’ dedim. Benim bir parti kurup başına geçmem gerekirdi! Böylece aktif politika yapacaktık.’
12 Eylül döneminin ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı olan Evren, pişmanlığının nedeni olarak da Cumhurbaşkanı olarak elinde yeterince yetki bulunmamasını gösterdi.
Muhabbet şu şekil:
Soru: ‘Parti kursaydınız rakip olacağınız Özal’ı ve ANAP’ı geçebilir miydiniz?’
El cevap: ‘O zaman Özal’a o partiyi kurdurmazdım ki...’
Kenan Evren, kendisini pek güldüren bu lafı, doğum gününde Metin Şentürk’e etseydi, bir yandan birbirlerini okkalayıp bir yandan da kahkahalardan yerlere yatsaydılar.
Hadi yine, o beyanatı kötü bir şaka olarak addedip bünyeyi zorlaya zorlaya, belki şöööyle bir güleceğiz...
‘Ne de olsa Netekim Paşa’nın doğum günü, herhálde kafası iyi’ diye düşünüp, bu pervasızlığını içtiği birkaç kadeh içkiye vereceğiz.
Yok ama, doğum günündeki geyik faslında başka bir mevzu dönüyor. Esasta görüyor mu yoksa hakikaten kör mü, sittin senedir tartışıla tartışıla tüketilemeyen Metin Şentürk ‘muamması’nın, jet-ski kullanması üzerine kahkohkih’leniyor...
(Kaldı ki neyse ne be!?.. Diyelim ki Metin Şentürk görüyor. Ne yapacaksınız? Aldatılmışlığınızı protesto etmek için bugüne dek ‘lay gülüm loy gülüm’ dinlediğiniz albümlerini mi yakacaksınız?
‘Ben seni kör olduğun için, ‘mazlum’ olduğun için seviyordum’ diye galeyana gelip, o dandik esprilerine, üstelik ‘erdemli’ bularak gülmüş olmanın hıncıyla adamın gören gözünü mü oyacaksınız?)
Bu Tercüman gazetesinde İrem Barutçu’ya yaptığı bir açıklama...
Ciddi yani...
Doyamamış netekim.
Bu zat-ı muhteşemlerin doyduğu görülmüş değildir zaten ama?
İnsan düşünmeden de edemiyor:
Neye doyamadı acaba?
Aktif siyasete atılsaydı ne yapacaktı Paşa?
Bülent Ersoy’a sahne yasağı getirmişti meselá. Kenan Evren politikaya atılsaydı ve Allah muhafaza bir de üstüne iktidar olsaydı, misál, VIP kapısının güllerinden Fatih Ürek’i de mi yasaklayacaktı?
Marmaris’i başkent ilan edip, Bodrum’da tatil yapmayı tercih eden Hülya Avşar’ın zorla ayağına getirilip nü tablolarına poz vermesinin sağlanması için kanun tasarısı mı hazırlatacaktı?
Neye doyamamış olabilir?
Kimbilir belki başka meseleleri dert edinmiştir.
Hálá bu konuda hayıflandığına göre, belki de asılacak daha çoook adam vardı?
Netekim, netekim, netekim, yazık, kıyamazlar; içinde kaldı...
2005’i ortaladık...
Bu dediğiniz, darbeden bugüne 25 yıl...
Ve bu da huzurumuza gelen ‘pişmaniye’ tatlısı...
Üstelik de çiğne tükür, bitmeler bilmiyor...
Mönü hep aynı mönü: Keçiboynuzu, temcit pilavı, kabak tadı...
Onlarda doymalar bilmez, obur ötesi bir iştah; bizde mide fesadı...
Yazının Devamını Oku