12 Ağustos 2005
Haber sitesi Objektifhaber’de, ‘Bak postacı gelmiyor!’ başlıklı bir haber, Türkiye’de gönderilen mektup sayısının yıllar geçtikçe düştüğünü duyuruyor. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın, CHP Antalya Milletvekili Feridun Fikret Baloğlu’nun soru önergesine verdiği yanıtta yer alan verilere göre, PTT Genel Müdürlüğü 2000 yılında 966 bin 604 mektubu alıcısına ulaştırırken, bu sayı, 2005 Mayıs sonu itibarıyle 403 bin 042’de kalmış.
Eh, şaşırmadık háliyle...
Benim hayatım boyunca aldığım ve hatıra arşivi konusunda obsesif addedilebilecek biri olarak noksansız istiflediğim mektuplarım, küçük sayılabilir bir deri çantaya sığıyor.
Bunun yanında gelen e-postaların mazrufunun zarf içinde geldiğini varsaysak ve o e-postaları biriktirmeye niyetlenecek olsak, aldığım e-postalar için beher güne, onun gibi en az dört-beş çanta lázım.
Televizyonda yayınlanan şahane bir reklam var; Türk Telekom’un ADSL servisinin.
Altı-yedi yaşlarındaki bir çocuk, internet başında oturmuş, artık ikibuçuk mudur, üç müdür yaşlarında bir başka oğlana; ‘O’lum, sizin kuşak çok şanslı’ makámında, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatan gazi tonunda, kendi zamanlarında internetin nasıl da yavaş olduğunu anlatıyor.
Ufaklık, ‘Sizin işiniz de zormuş’ diye yanıtlıyor; o boncuk suratında bir hayret, bir hayret...
Bundan iki yıl önce filan, MTV’de yayınlanan, olağanüstü zenginlerin, olağanüstü evlerinin içinin gezdirildiği Cribs adlı programda, bir F1 pilotunun evini gösteriyorlardı.
Koskocaman bir odaya yerleştirilmiş devasa bir yuvarlak masada, ben diyeyim 20 küsur adet bilgisayar, yanyana dizilmiş.
Adamımız F1 pilotu; yavaşlığa had safhada tahammülsüz ya, masanın etrafında girmek istediği internet sitelerinin adreslerini yazarak ve sitenin huzura gelmesini bekleyene kadar hemen yandaki bilgisayara geçip yeni bir adres girerek dolanıyordu! Süratin boyutu bu!..
Geçenlerde aynı muhabbet aramızda döndü. Gazetede sistem zayıflamış. İnternet biraz ağırdan alıyor.
Üç dakkaya kalmadı, katın her yanından isyan dolu homurtular yükselmeye başladı.
Malûm soru, bir klişe şeklinde huzura geldi: Baba, biz internet yokken n’apıyorduk yahu?
Ben klavye kullanmaya lise birde, daktiloyla başladım. İletişim Fakültesi’nin ikinci senesinde, okuldan yana da fena hálde hayalkırıklığına uğramışım, şu gazetecilik işlerine neresinden, nasıl bulaşırım hesabına, ona buna atlıyordum.
Bir halkla ilişkiler şirketine girdim, stajyer olarak...
Yazılmış üç-beş satırlık metinleri daktiloda tape ediyordum. Fakat coşmuştum, zira önümde elektrikli bir daktilo vardı ve yazdığım cümleyi önümdeki daracık, birkaç satırlık ekrandan görebiliyor, ekran üzerinde, dijital ortamda düzeltme yapabiliyor, metni káğıda hatasız dökebiliyordum.
Tipekssiz hayat, oh ne rahat!
93 Şubat’ında Sabah gazetesinin Medya Plaza binasında çalışmaya başladım.
Büyülendim, tabiri caizse...
İşimiz PC’lerle... İnternete girilebilen kısıtlı sayıda bilgisayarla haşır neşir olmamızsa herhalde ‘95’i filan bulmuştur.
Hepi topu 10 sene...
Demem o ki son beş yılda gönderilen mektup sayısında 500 binlik bir azalma, yine makûl sayılır. Bundan 10 yıl sonra filan iki çocuğun şöyle konuştuğuna şahit olmamız mümkündür:
- Baban ne iş yapıyor?
- Postacı.
- O ne?
- Bilmiyorum. Anlattı ama anlamadım. Bütün gün bir yerden bir yere yürüyüp bir takım zarflar taşıyor. Evde hep yakında işsiz kalacağına dair söylenip duruyor ve benim bilgisayarın yanından her geçişinde aleti yumrukluyor.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2005
Bu haftanın Tempo’sunda, <B>Antoine Saint Exupery’nin Küçük Prens’inin </B>MEB’in ilköğretim tavsiye listesinden çıkarılmasıyla ilgili, <B>‘Sakıncalı Prens’</B> başlıklı, Güçlü Özgan ve Yasemin Yurtman imzalı bir haber var. Gerekçe, kitabın bir bölümünde, Türkiye’de kıyafet devrimi yapan bir diktatörden söz edilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın da bu diktatörün Atatürk olduğuna dair polemiklerden çekinmesi...
Konuyla ilgili çeşitli yazar ve yayıncılardan görüş alınmış.
Hepsi de Küçük Prens’in bu yaşlarında bile hálá okudukları, çok değerli bir eser ve sakıncalı ilán edilmesinin bir hata olduğu yönünde birleşiyor.
Reha Çamuroğlu’nun yorumu ziyadesiyle ilginç: ‘H.C. Armstrong’un Atatürk’le ilgili bir kitabı vardır. Atatürk’ü baştan ayağa diktatör olarak tanımlar. Ve bu kitabın basılmasını Atatürk istemiştir. Atatürk’ün tanıdığı tolerans ve özgürlüğü M.E.B. neden göstermez?’
Küçük Prens, önemli olan niyetse, kaleme alınmış en iyiniyetli eserlerden biridir. Ama işte, meseleye nereden baktığınıza bağlı. Tek bir kelime, tüm bir kitabı sakıncalı kılmaya yetebilir.Zira ‘büyükler’, Küçük Prens’in tam da o ‘sakıncalı’ bölümünde tarif edildiği gibidir:
‘Bu asteroid yalnızca bir kez, bir Türk gökbilimci tarafından 1909 yılında görüldü. Gökbilimci keşfini Uluslararası Astronomi Kongresi’nde açıkladı. Ama giysileri yüzünden kimse ona inanmadı. Büyükler böyledir işte.
Neyse ki, bir Türk diktatörü halkını ölüm cezası tehdidiyle Avrupa tarzı kıyafetler giymeye zorladı. Gökbilimci bu keşfini 1920 yılında, şık bir kıyafet içinde yeniden açıkladı. Bu kez keşfini herkes kabul etti.
Asteroid B-612 hakkında bunları anlatıyorsam ve size rakamları veriyorsam, bu büyükler yüzünden. Büyükler rakamlardan hoşlanır. Onlara yeni bir arkadaştan söz ettiğinizde, asla en önemli soruları sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını sormazlar. ‘Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor?’ gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya başladıklarını düşünürler.’
Reha Çamuroğlu’nun verdiği örnekten de yola çıkıp ‘Atatürk yaşasaydı, muhtemelen; ‘Bırakın bu lüzûmsuz teferruatlarla uğraşmayı, beni anlamak, böyle basit kelimelere indirgemekle mümkün değildir. Bu, hayata yürek gözüyle bakmak gerektiğini anlatan güzel bir kitap, okunmasında sonsuz faydalar vardır’ derdi’ diyeceğim ama aklıma Kanat’ın o kopartıcı lafı geliyor, dilim varmıyor: ‘Atatürk yaşasaydı, en önce ‘Atatürk yaşasaydı’yla başlayan cümleleri yasaklardı.’
Keşke kendi aklımıza, Atatürk’ün bizim aklımıza inandığı kadar inansak...Niçin her şeyden bu kadar korkuyorsak?
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Arada sırada mesleki deformasyondan dolayı şaşırma yetimizi yitirdiğimizi düşünüyoruz ama tam o sırada huzura öyle bir şey geliyor ki anlıyoruz: Dumurun sonu yok. Bildiğiniz üzre Petek Dinçöz-Can Tanrıyar ikilisi el ele verip magazinel geyikte yeni bir ilke imza attılar; kendilerini tebrik ederiz.
Haberi okumuşsunuzdur. Ünlülerin hayatının dandik canlandırmalar eşliğinde, Can Tanrıyar tarafından yapılan röportajlarla anlatıldığı Can’lı Hayat’ta olanları yani...
Program salı günü yayınlanacak gerçi, biz çekim sırasında olanları gazetelerden okuduk. Ortaya güzel bir şov koymuşlar, tüyosunu aldık. Reytingde tavan da yaparlar artık. Yine, peşinen tebrik ederiz...
Efendim, Can Tanrıyar, altı yıldır birlikte olduğu Petek Dinçöz’ü, yalvar yakar diller dökerek (!) programına katılması için ikna etmiş.
Programa giden Dinçöz’e; ‘Can Tanrıyar’ın parmağını nasıl kırdığını anlatır mısın?’ diye sormuş. (Kendine yabancılaşmanın şahikasına ulaşmak budur; yine, yine, tebrik ederiz...) Bunun üzerine Dinçöz, ‘Sen esas bana attığın dayakların hesabını ver’ şeklinde hüngür şakır dile gelmiş.
Yeter mi? Yetmez. Yetmemiş...
Tanrıyar, Dinçöz’e ‘Hiç aldatıldın mı?’ diye sormuş. Dinçöz de iyice galeyana gelip; ‘Sende hiç utanma yok mu? Seni barda nasıl bastığımı unuttun mu?’ diye Tanrıyar’ın üzerine bir bardak suyu boca etmiş. Mikrofonlar filan ıslanınca çekim bitmiş.
Bir taraftan tahminimiz o ki tüm bu barda pijamayla manita basma, parmak kırma acayiplikleri, zaten canlandırma bölümü için çoktan çekilmiştir...
Garabetin bonusu olarak, Can’lı Hayat’ın çekiminde yaşananları çekerler bir de artık herhálde; program öyle biter...
Önce çekimde olanları izleriz, sonra da Petek Dinçöz’ün hayatının vardığı son noktanın canlandırmasını izleriz; çift dikiş, hoş olur...
Dış ses de anlatır durur: ‘Acıların kadını, hanımefendi sanatçı Petek, son olarak büyük aşk yaşadığı sevgilisinin programında beklemediği (!) bir pişkinlikle karşılaşıp ŞOKE oldu. Tülin-Caner ikilisinin Caner’inin kendi kafasına bardak ekleştirmesinden aldığı ilhamı, Can’lı hayatına uyguladı. Ben kırdım mı bardak kırmam, parmak kırarım deyip, bardak kırma atraksiyonunu gerekirse önümüzdeki haftaların Pazar Keyfi programlarından birinde kullanmak üzere bir başka bahara sakladı.’
Kendimizi tekrar edeceğiz ama sindirmek için konuyu iyice çiğnemek gerekiyor:
Bir televizyon şöhreti, o programdan çıkıp birlikte eve gideceği ve aynı yatağı paylaşacağı bir başka şöhreti rica minnet programına çağırıyor.
Dış kapının dış mandalından bahsedercesine, kendi parmağının nasıl kırıldığını, o parmağı kıran kadına, o kadını nasıl aldattığını, aldatılan o kadına anlattırıyor. Habercilik adına hiçbir fedakárlıktan kaçınılmıyor.
Düşünün ki bir mağaza sahibisiniz ve üzerinizde bir fiyat etiketiyle vitrinde dikiliyorsunuz. Ya da pazar yerinde tezgáhın üzerine bağdaş kurup oturmuşsunuz...
Ne de olsa şu kameralı akvaryum evlerde yarışan ‘anonim şöhret’lerden (Biliyorum, saçma bir tabir ama ne diyeyim bilemedim?) farklı olarak, bunu ‘profesyonel’ şekilde yapıyorsunuz.
İyi satıcı diye ben buna derim. Tezgáha kendini koymak kolay iş midir? Başka, bambaşka bir mertebeye ulaşmış olmayı, aşmış olmayı gerektirir. Bunun üzerine el artırmak için daha ne yapılabilir?
Yok, doruk budur, bunun üzerine çıkılabilemez demeyiniz. Ben eminim, Can Tanrıyar, çok yakında kendisini aşmasına vesile olacak yeni bir güzellik düşünecektir.
Tebrik, tebrik, tebrik üzeri tebrik ederiz.
Armış, hayaymış, geçiniz... Ona bakarsanız vaktiyle mamutlar da vardı... Türk televizyonculuğunda 2005 yaz sezonuna hoşgeldiniz.
Azıcık IQ’m ağrısız başım
Gözümüz aydın, geçtiğimiz hafta yapılan yıllık rutin sağlık kontrolüne göre, George W. Bush, camız gibi çıktı.
Sağlıklıdan öte, olağanüstü sağlıklı...
ABD tarihinin en sağlıklı başkanı...
Haftanın altı günü aletli jimnastik, koşu bandında tempolu yürüyüş, bisiklet...
Ben bu bisiklet egzersizini okuyunca, sevinir gibi oldum. Hani adam tekerlekli bir şeyin üzerine çıktığı her sefer kapaklanıp düşüyor ya; belki öyle bir güzellik olur diye.
Arkadaşlar hevesimi kursağımda bıraktılar. Salaklaşmayayımmış, o da sabit bisikletmiş...
Bush’un tek problemi, kronik sırt ağrılarıymış. Bir de kahve içtiğinde ve naneli gıdalar aldığında midesi yanıyormuş.
Kimilerine göre, bu TEK problemi değil tabii, düşük ötesi bir IQ ve yürekten yoksun bir kalp de ciddi bir sorun sayılabilir.
Sayılmasına sayılır... Da... Bizim için...
Bizim midemiz burda strese bağlı ülserden yanar, onunki nane şekerinden.
Bizim kronik baş ağrımız vardır; uyku bize haramdır... O kafayı vurduğu gibi horul horul uyur. Karısı bile şikáyetçi; ‘Bizim bey tavuk gibi güneş batar batmaz devrilip uyuyor. Seks hayatımız yerlerde sürünüyor’ diye.
Adam rahat. Azıcık IQ’m ve vicdanım, ağrısız başım modeli... Gözümüz aydın; Bush camız gibi... Nasipse hepimizi gömecek.
Bak yine midem ekşidi...
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Arada sırada mesleki deformasyondan dolayı şaşırma yetimizi yitirdiğimizi düşünüyoruz ama tam o sırada huzura öyle bir şey geliyor ki anlıyoruz: Dumurun sonu yok.Bildiğiniz üzre Petek Dinçöz-Can Tanrıyar ikilisi el ele verip magazinel geyikte yeni bir ilke imza attılar; kendilerini tebrik ederiz.Haberi okumuşsunuzdur. Ünlülerin hayatının dandik canlandırmalar eşliğinde, Can Tanrıyar tarafından yapılan röportajlarla anlatıldığı Can’lı Hayat’ta olanları yani...Program salı günü yayınlanacak gerçi, biz çekim sırasında olanları gazetelerden okuduk. Ortaya güzel bir şov koymuşlar, tüyosunu aldık. Reytingde tavan da yaparlar artık. Yine, peşinen tebrik ederiz...Efendim, Can Tanrıyar, altı yıldır birlikte olduğu Petek Dinçöz’ü, yalvar yakar diller dökerek (!) programına katılması için ikna etmiş.Programa giden Dinçöz’e; ‘Can Tanrıyar’ın parmağını nasıl kırdığını anlatır mısın?’ diye sormuş. (Kendine yabancılaşmanın şahikasına ulaşmak budur; yine, yine, tebrik ederiz...) Bunun üzerine Dinçöz, ‘Sen esas bana attığın dayakların hesabını ver’ şeklinde hüngür şakır dile gelmiş.Yeter mi? Yetmez. Yetmemiş...Tanrıyar, Dinçöz’e ‘Hiç aldatıldın mı?’ diye sormuş. Dinçöz de iyice galeyana gelip; ‘Sende hiç utanma yok mu? Seni barda nasıl bastığımı unuttun mu?’ diye Tanrıyar’ın üzerine bir bardak suyu boca etmiş. Mikrofonlar filan ıslanınca çekim bitmiş.Bir taraftan tahminimiz o ki tüm bu barda pijamayla manita basma, parmak kırma acayiplikleri, zaten canlandırma bölümü için çoktan çekilmiştir...Garabetin bonusu olarak, Can’lı Hayat’ın çekiminde yaşananları çekerler bir de artık herhálde; program öyle biter...Önce çekimde olanları izleriz, sonra da Petek Dinçöz’ün hayatının vardığı son noktanın canlandırmasını izleriz; çift dikiş, hoş olur...Dış ses de anlatır durur: ‘Acıların kadını, hanımefendi sanatçı Petek, son olarak büyük aşk yaşadığı sevgilisinin programında beklemediği (!) bir pişkinlikle karşılaşıp ŞOKE oldu. Tülin-Caner ikilisinin Caner’inin kendi kafasına bardak ekleştirmesinden aldığı ilhamı, Can’lı hayatına uyguladı. Ben kırdım mı bardak kırmam, parmak kırarım deyip, bardak kırma atraksiyonunu gerekirse önümüzdeki haftaların Pazar Keyfi programlarından birinde kullanmak üzere bir başka bahara sakladı.’Kendimizi tekrar edeceğiz ama sindirmek için konuyu iyice çiğnemek gerekiyor:Bir televizyon şöhreti, o programdan çıkıp birlikte eve gideceği ve aynı yatağı paylaşacağı bir başka şöhreti rica minnet programına çağırıyor.Dış kapının dış mandalından bahsedercesine, kendi parmağının nasıl kırıldığını, o parmağı kıran kadına, o kadını nasıl aldattığını, aldatılan o kadına anlattırıyor. Habercilik adına hiçbir fedakárlıktan kaçınılmıyor.Düşünün ki bir mağaza sahibisiniz ve üzerinizde bir fiyat etiketiyle vitrinde dikiliyorsunuz. Ya da pazar yerinde tezgáhın üzerine bağdaş kurup oturmuşsunuz...Ne de olsa şu kameralı akvaryum evlerde yarışan ‘anonim şöhret’lerden (Biliyorum, saçma bir tabir ama ne diyeyim bilemedim?) farklı olarak, bunu ‘profesyonel’ şekilde yapıyorsunuz.İyi satıcı diye ben buna derim. Tezgáha kendini koymak kolay iş midir? Başka, bambaşka bir mertebeye ulaşmış olmayı, aşmış olmayı gerektirir. Bunun üzerine el artırmak için daha ne yapılabilir?Yok, doruk budur, bunun üzerine çıkılabilemez demeyiniz. Ben eminim, Can Tanrıyar, çok yakında kendisini aşmasına vesile olacak yeni bir güzellik düşünecektir.Tebrik, tebrik, tebrik üzeri tebrik ederiz.Armış, hayaymış, geçiniz... Ona bakarsanız vaktiyle mamutlar da vardı... Türk televizyonculuğunda 2005 yaz sezonuna hoşgeldiniz.Azıcık IQ’m ağrısız başımGözümüz aydın, geçtiğimiz hafta yapılan yıllık rutin sağlık kontrolüne göre, George W. Bush, camız gibi çıktı.Sağlıklıdan öte, olağanüstü sağlıklı...ABD tarihinin en sağlıklı başkanı...Haftanın altı günü aletli jimnastik, koşu bandında tempolu yürüyüş, bisiklet...Ben bu bisiklet egzersizini okuyunca, sevinir gibi oldum. Hani adam tekerlekli bir şeyin üzerine çıktığı her sefer kapaklanıp düşüyor ya; belki öyle bir güzellik olur diye.Arkadaşlar hevesimi kursağımda bıraktılar. Salaklaşmayayımmış, o da sabit bisikletmiş...Bush’un tek problemi, kronik sırt ağrılarıymış. Bir de kahve içtiğinde ve naneli gıdalar aldığında midesi yanıyormuş.Kimilerine göre, bu TEK problemi değil tabii, düşük ötesi bir IQ ve yürekten yoksun bir kalp de ciddi bir sorun sayılabilir.Sayılmasına sayılır... Da... Bizim için...Bizim midemiz burda strese bağlı ülserden yanar, onunki nane şekerinden.Bizim kronik baş ağrımız vardır; uyku bize haramdır... O kafayı vurduğu gibi horul horul uyur. Karısı bile şikáyetçi; ‘Bizim bey tavuk gibi güneş batar batmaz devrilip uyuyor. Seks hayatımız yerlerde sürünüyor’ diye.Adam rahat. Azıcık IQ’m ve vicdanım, ağrısız başım modeli... Gözümüz aydın; Bush camız gibi... Nasipse hepimizi gömecek.Bak yine midem ekşidi...
button
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2005
Kliptoman’ın bir nev’i ‘isteyin çalalım’ köşesi olduğunu daha önce de söylemiştim. Bizim buralarda meraklısı niye bu denli bol bilmiyorum. Müziğin büyüsü olsa gerek... Konu müzik olunca insan sevdiği şeyi çok seviyor ve illá ki dillendirilsin mi istiyor; sevmedi mi meselá politikacı sevmemek gibi değil de sanki yedi ceddine küfredilmiş gibi bir öfkeyle sevmiyor ve geçirilsin mi istiyor.
Öyle yani, sipariş üzerine üretim yapan bir fason atölyesi bu köşe. İstek parça alıyoruz, hatta bu konuda yaptırımlı maptırımlı emir alıyoruz.
Canımın içisi iki kardeşim Sibel (Arna) ve Ezgi (Başaran), geçen hafta beni karşılarına oturtup ‘Niçin Deniz Seki yazılmıyor?’ diye sordular. Ama yani öyle bir sormak ki ‘Sen şöyle bir gel bakayım’ sıkıştırmasında, ayaküstü sorgu tadında.
Kopyada yakalanmış öğrenci hálet-i ruhiyesiyle, tırstım desem yeridir. Özür dilercesine sordum: ‘Özel bir sebebi yok. Niye?’
‘Yazılsın’ dediler; ‘hastasıyız.’
Netlik bu netlik yani; silahlı kuvvetler hakisi tonunda...
‘Peki ablalar, emir telaki ederim’ demişim.
Tırstım diyorum size; dolayısıyla ‘Klibi ve şarkıyı hakikaten çok beğendim de söz konusu Deniz Seki olunca elim mi gitmiyor ne?..’ diyemedim.
‘Türkiye’nin en güzel kadını benim’ şeklindeki, insana ‘Eyvah, II. Hülya Avşar vak’ası geliyor’ paniği yaşatan beyanatları mıdır, Pop Star dönemindeki başöğretmen tavırları mıdır; aralarda bir yerlerde fena hálde Deniz Seki antipatizanı olmuş çıkmışım.
Fakat Sezar’ın hakkı Sezar’a bir yandan. Deniz Seki’nin içinde yer alan 14 şarkının 13’ünün söz ve müziğine imza attığı beşinci albümü Aşk Denizi, hakikaten; güzel albüm.
Bu albümün klip çekilen ilk parçası Masal da, şarkının klibi de gayet başarılı ayrıca.
KISA METRAJLI FİLM HAVASINDA
Memlekette birçok klip yönetmeninin suya, buu dediği, klip mevzuunun sektördeki etkisi açısından yeni yeni palazlandığı dönemden beri huzura gelen en şık kliplerin bazılarını çekmiş bulunan, şimdiye dek tek boşuna rastlamadığımız Umur Turagay’ın yönettiği klibin kısa metrajlı bir film havasında olmasına özen gösterilmiş.
Bir meyhanede masalara çıkmış, şarkının pek fıkırdak müziğinin eşliğinde kalça sallayan Brezilyalı dansçılardan gözünü alamıyor insan.
Seksi klip ile ‘erotik olmaya çalışıyorduk, ölçüyü tutturamadık paçoz olduk, yalan olduk klibi’ arasındaki fark sorulacak olsa, rahatlıkla parmakla gösterilebilir yani.
Bak şu, şu, şu, şu, şu, paçoz; nah a Masal, seksi diye...
Bu arada, Seki’nin başına da gelen gelene biliyorsunuz. Önce İstanbul Eczacılar Odası, Passiflora adlı şarkıyı, reçeteyle satılan sakinleştirici bir ilaç olması ve her türlü ilacın reklamı yasak olması gerekçesiyle Hukuk Kurulu’na şikáyette bulunma kararı aldı. (Bu arada, babaanne müsekkini tadında bir tatlı su antidepresanı olan Passiflora, aynı zamanda ‘şurup’un hammaddesi olan dünyalar güzeli bir çiçeğin de ismi; n’olacak şimdi?)
Yetmedi, Masal klibi, fazla seksi olduğu gerekçesiyle Kral TV tarafından yayından kaldırıldı.
Gülşen’in, Britney Spears’in klibinden apartılan, şarkıcının hani neredeyse çırılçıplak ‘gibi’ göründüğü Sarışınım şarkısına çekilen klip yüzünden RTÜK’ten uyarı alan Kral TV, yoğurdu üfleyerek yemeye karar verince, Tuğba Özerk’in ‘Lololo’ adlı şarkısının klibiyle Masal’ın klibi de karambolde gümbürtüye gitti.
OYUMU NEDEN DENİZ SEKİ’YE VERİRDİM
Tuğba Özerk, klibi yeniden montajlamayı düşündüklerini söylüyordu; Deniz Seki ise bunun düpedüz saçmalık olduğunu, parayı basıp klibini yayınlattığı bir kanalda böyle bir şey yapılamayacağını, işin peşini bırakmayacağını...
Kimin tepkisinin ve tutumunun makûl olduğuna dair araştırma yapılsa; -ki hangi işgüzar böyle bir işle uğraşır, uğraşan adamda akıl var mıdır, ayrıca tartışılabilir- ben oyumu Deniz Seki’ye verirdim.
Neyse işte...
Yok hangi klip seksidir diye sorulsaydı, yok hangi tutum makûl diye araştırma yapılsaydı; İstatistik Enstitüsü bültenine döndü mübarek...
Başta sunucu olmayı arzuladığı için TRT İstanbul televizyonundaki sunuculuk sınavlarına katılan, daha sonra Melih Kibar’la tanışarak tesadüfen müzik camiasına giren ve reklam jingle’ları seslendiren, Kenan Doğulu, Emel Müftüoğlu, Ege, Ferda Anıl Yarkın, Zuhal Olcay ve Yaşar’a vokalistlik yapan Seki, 1995 yılında Pop-Show şarkı yarışmasında, sözünü yine kendisinin yazdığı şarkıyla birinciliği elde etmiş, nihayet ‘97’de de ilk albümü Hiç Kimse Değilim’i çıkarmaya muvaffak olmuştu.
Şimdi bildiğiniz üzre, ‘biri...’ Hiçkimse değil değil yani bir kimse...
Üstelik sadece yorumculuğu değil, şarkı yazarlığı da geliştikçe gelişiyor.
Böyle... Deniz Seki Hanımefendi’yi tebrik, kendi adıma da bizim afacan ablaların şerrinden sıyırdığımı temenni ederim.
Bir an önce yazıyı postalar, mevzudan ikilerim.
Zira bünyenin rimelleri, Deniz Seki’nin klipteki görünümü gibi, palyaço kıvamında akmakta bugün. Ve dün... Ve işte, neyse ne... Yarına Allah kerim...
Sıcak mıcak, yine de altına kıvrılabileceğim bir depresyon battaniyesinin altına kıvrılmak ile yine klipteki meyhane modelinde rakıyı içmekten öte omuzlara akıtmacasına dağıtmak arasında muallaktayım.
Pek iyi değilim. Masal’daki gibiyim:
‘Çok zor, bunu inan anlatamam çok zor / Gerçeğiyle yüzleşince yoksun / Aynalara baka baka / Kendini kendine şikayet ediyorsun / Delirir gibi / Biliyorum kolay değil / Hayat buysa gerçek nedir / Ağlamaya alıştırdın / Ölüm bize masal gelir.’
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2005
Dünden devam notu: Bu satırların arkadaş kurbanı yazarı, canı cankuşu Ayça’nın (Şen) dolduruşuna gelip Bodrum yollarına dökülür. Bin saatlik rötarlı bir yolculuğun ardından sabaha karşı Bodrum’a vasıl olur.
Ayça’yı zarif bir üslupla uyardım: ‘Yanılıp da beni öğlenden önce uyandırma, akıllı ol, Memo’yu anasız koma. Derini yüzer, etini de çipuralara yem yaparım valla.’
Öğlen gibi havuzun kenarına çöktük. Otel, nece olduğuna vakıf olamadığımız bir dilde konuşan sarışın turist kaynıyor.
Danimarkalılarmış... Diamond of Bodrum en çok Danimarkalı turist ağırlıyormuş.
Benden kurtulmak isteyen okurun gözü aydın zira Danimarka’ya iltica etmeye karar verdim. Bunların memleketinde hoş bir uygulama varmış. Devletin adetiymiş, her Danimarkalı’ya, senede iki kere tatil yapması için ödeme yaparmış! İsterseniz bir daha okuyunuz, iyice sindiriniz: Devlet, vatandaşına yılda iki kez yurtdışında tatil yapması için para ÖDÜYOR!
Bunlar da o bütçeyle dört kez tatile çıkabilmek için, özellikle bizim gibi nispeten ucuz ülkeleri tercih ediyorlarmış. Karı koca çalışan, hesabını bilen bir Danimarkalı çift olduğunuzu düşünün! Yılda devlet parasıyla sekiz kez yurtdışına tatile gidiyorsunuz. Aştı mı tahayyülünüzü? Eh, iki ettik demektir.
Neyse... Otelde Danimarkalı ve yerli turist haricinde kimi şöhretlerimiz de mevcuttu. Hazırsanız -ki ben değildim, gafil yakalandım- açıklıyorum: Yeliz Yeşilmen ve Tolga Han!
Ben Yeliz Yeşilmen Hanımefendi’yi görünce hafif tertip dumura uğradım: ‘Abi hani bunlar karavanla yolda çalışa çalışa Antalya’ya gidiyorlardı Tuğba Özay’la? Kadın beş yıldızlı otelde ense yapıyor?’
Dört gün mola almışlarmış... O kadar olurmuş... Yazıkmış...
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2005
Gençlikte bizim çetenin başını beláya soktuğu her sefer aynı terane huzura gelirdi. Kuzguna yavrusu şahin göründüğü için her annenin sütten çıkmış ak kaşık evladı, esasında ‘dost kurbanı’dır ya...
Tipik bir Türk anası olarak benim valide de sık sık aynı cümleye başvururdu: ‘Arkadaşların kendini köprüden atsa, sen de peşlerinden atlayacak mısın?’
Her seferinde ayrı bir argüman geliştirerek, durumun hiç de öyle olmadığını iddia ederek, vııır vııır vııır konuşur dururdum.
Oysa annem bugün yine aynı soruyu sorsa...
Şimdiki aklımla vereceğim yanıt gayet net: ‘Evet.’
O zamanlar bana aptal ve sıkıcı bir yetişkin klişesi gibi gelen bu lafın hikmetine geçtiğimiz hafta gerçekten varmış bulunuyorum.
Bendeniz, arkadaşları köprüden atlasa, telef olacağını bile bile peşleri sıra koştur koştur gidecek bir koyunum.
Yoksa yazın lay-lom sezonunun göbek deliğine tekabül eden bir tarihte, üstelik de haftasonu, Bodrum’da ne işim var?
Cevap veriyorum: Serde dost hatırı var. Adama yemediğini yedirir yani...
Geçen hafta Ayça (Şen) aradı. Böyle böyle böyle, her zamanki gibi diline motor takmış bir şekilde anlattı: Bir arkadaşının vazife icabı alákası bulunan, iki ay önce açılmış olan Diamond of Bodrum adlı otele gidecekmiş.
Şimdilerde beş yaşından gün almakta olan Mehmet Kaptan’ı da götürecekmiş. Hadi be abi, hadi be abi, ben de gideyimmiş... Bak ne biçim eğlenirizmiş...
Uzunca bir süredir Ayça’yla vuslata eremeyen maşuklar gibiyiz. Takvimlerimiz değil de saatlerimiz uymuyor.
O bu durumu lisanı caizse Ayçaca’da şöyle özetliyor: ‘Aramızda saat farkı var!’
Zira o kargalar henüz kahvaltı etmemişken N101’de mikrofonun başına çöküyor. Bunun için de sabah saat beş küsurda kalkıyor. Üstelik artık sadece profesyonel bir radyocu değil, aynı zamanda profesyonel bir anne. Kaptan Memo’nun peşinden koşturmak da zor zenaat. Hál böyleyken akşam dokuz gibi süngüsü düşüyor.
Ben onun uyandığı saatlerde, o da şansım yaver giderse, beeelllki uyuyabiliyorum. E, uyanma kıvamı da malûm. Onun öğleden sonrasına filan denk düşen saatlerde kalbim anca anca atmaya başlıyor.
Neyse işte...
Kadının nur cemalini İstanbul’da görmek mümkün olmuyor diye, kalktık Bodrum yollarına düştük ki ben neredeyse 10 senedir filan gitmiyorum Bodrum’a.
Durumu mültifonksiyonel bir fırsat olarak değerlendirdim. Hem Ayça’yı göreceğim hem de fena hálde haset ettiğim, Kerime Nadir tefrikalarına rahmet okutan Reha Muhtar-Mehmet Barlas Bodrum geyiklerine vakıf olacak ‘donanım’ edineceğim hesapta...
Ne gezer...
Uçak, hesapta 23:45 seferiydi. Beş saat kadar filan rötar yaptı; hoş oldu. Kimileri uçaktan korkar, bendenizde havaalanı fobisi var.
Saatler boyu, ha şimdi vazgeçtim, ha şimdi eve döndüm tonunda, kıllanan adam pozisyonunda homurdandım durdum.
Uçağa bindiğimizde sinirlerimiz tel tel olmuş. Bir de Onur Air’le uçuyoruz ki benim o şirketle hadisesiz uçuşum vaki değildir.
Eksik olmasınlar, bu sefer de yanıltmadılar...
Bin saat sefil olmuşuz. Memo’nun (Beş yaşında olduğunu söylemiştim değil mi?) minik karnı acıkacak oldu. Ayça da yanılıp hostese ‘Kemirecek bir şey var mı?’ diye sordu. Çok kıymetli topkeklerinden n’ayır efendim, bir tane daha veremeyeceklerini söylediler.
Nihai sahne şöyle bir şeydi. Ayça cep telefonunu çıkarmış, elinde pimi çekilmiş el bombası gibi tutuyor ve hakikaten durduğu yerde tepinerek ‘Hemmmennn bir kek getirmezseniz telefonu açarım!’ diye tehdit savuruyor!
Kıçıkırık bir keki böyle bir hava korsanı performansıyla elde edebildik.
Otele vasıl olduğumuzda saat altıya filan geliyordu. (Öf be, neymiş, Bodrum seyahati anlatacağız... ‘Hafif’ uzun bir girizgáh oldu.)
Haricinde olanlar, daha doğrusu olmayanlar; insanın Bodrum’da olup Bodrum’la hiç işinin olmaması nasıl bir şeydir; azzz sonra...
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2005
Vaktiyle, özellikle o aralar ‘aşk gurusu’ diye takıldığımız gazeteci bir arkadaşla aramızda paslaştığımız bir espriydi. Birilerinin aşk hayatıyla ilgili dedikodu mu kaynatıyoruz, áşık elemanı ‘garson’ diye anardık.
Bizim yáren, kafayı semiyolojiyle kırmış bir adam olduğundan, yanlış hatırlamıyorsam Roland Barthes’dan aldığı ilhamla (‘Bir áşığın esas işi beklemektir’ minvalinde bir şey buyurmuştu Barthes.) durup durup; ‘Aşıklar bekler’ diyordu zira.
Ben de Sam Amca’nın misyoner okullarından mezun bir geveze olarak, mevzuu dublaj bulamacına döndürüyordum. İngilizce’de bekleyen biri waiter kelimesiyle anıldığı ve waiter kelimesi aynı zamanda garson anlamına geldiği için; ‘Bu durumda her áşık bir garson mudur yani?’ diye geveliyordum.
Kaldı o öyle: ‘Her áşık bir garsondur...’ Saçmasapan bir geyikti ama tutturmuştuk işte; ne bileyim, bizi eğlendiriyordu.
Kalabalık bir ortamda birileri mi yakınlaştı; birbirimize kaş-göz işareti yapıp ‘Bak’ diyorduk ‘potansiyel bir garson.’
Sormayın, yine dublaj Türkçesi ile ifade edecek olursak, ‘kahrolası dahi’leriz biz!!!
O GÜN SAÇLARIMI YIKAMAM LAZIM
İnsan, 11 yaşından 18 yaşına kadar, ‘İngilizce düşünmenin’ öğretildiği, İngilizce düşünmek gerektiğinin belletildiği bir okulda dirsek çürütünce, böyle saçmalayabiliyor bazı bazı.
Oysa o okula gidene kadar şu dublaj/çeviri meselesiyle hálleşmekte epey zorlanmışımdır.
Çocukken Amerikalılar’ı anlamakta zorluk çekiyordum. (Hálá da birçok hállerini anlayabilmiş değilim, anlayabildiğim pek çok hállerinden de hazzetmem, ayrı...)
Bir gün, pek de bayılmadığım bir akraba ziyaretine gitmemiz söz konusuydu. Anneme gidip; ‘Ben gelemem, o gün saçlarımı yıkamam lázım’ demiştim.
Kadın hecelemeye başladığım günden beri saçmalamama alışkın olduğu hálde bu kez gerçekten kafası karışmıştı. Yüzünün aldığı hál şu an bile gözümün önünde. ‘Bizim ikinci çocuk zihinsel defolu çıktı galiba’ gibilerinden bir endişeyle yüzüme bakmıştı:
‘Her sabah zaten yıkanıyorsun ya bebeğim?’ diye sormuştu; ‘İki parmak saçın var zaten, bütün gün nesini yıkayacaksın?’
Ablamdan yürütüp okuduğum romans kitaplarında, fotoromanlarda gayet geçerli bir bahaneydi bu oysa. Kadının biri adamın birini mi ekecek; ‘Gelmem mümkün değil’ derdi; ‘O gün saçlarımı yıkayacağım.’
Amerikalı kadınların saçlarını yıkamasının neden böyle meşakkatli bir iş olduğunu merak ettim durdum yıllarca. Ciddi ciddi... Ne bileyim, annemin ikinci çocuğu hakikaten defolu çıkmış sanırım.
GİRİN, KAPI AÇIK MEKANLARI
Çocukken, kapı çaldığında; ‘Girin kapı açık’ diyebileceğim bir mekánda olacağım günler gelecek mi gibilerinden bir merakım da vardı.
‘Girin kapı açık’ da ne, kapı çaldığında, delikten bakmam, ‘Kim o?’ diye sormam ve tanımadığım insanlara kesinlikle kapıyı açmamam tembihlenmişti.
‘Amerikalıların evlerinde niye kilit yok?’ diye sorduğumu hatırlıyorum yine anneme; ‘Onlarda kötü adam yok mudur?’ (Nah yoktur!)
Amerikan polisiyeleri sağolsun, polisle başı derde giren Amerikalılar’ın haklarını ezbere bilmeme rağmen; (Konuşmama hakkına sahiptirler, avukat tutacak paraları yoksa devlet ona bir avukat tutacaktır, vs...) bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak haklarımın ne olduğuna dair en ufak bir fikrim olmadığına uyanmam neredeyse ergenlik yıllarıma filan rastlar.
Bir keresinde tekme-yumruk bir tutuklanma hadisem olmuştu. Suratıma yumruğu çakan sivil polisin; ‘Konuşmama hakkına sahipsin’ dediğini hatırlamıyorum. Zaten yumruğu yememin esas sebebi de ağzıma gelen ne varsa galiz bir üslûpla, car car car saydırıyor olmamdı; o da ayrı...
BU DUBLAJ GEYİĞİNİ NİYE ÇEVİRDİM
Ben bu dublaj-mublaj geyiğini niye çevirdim? Irak Savaşı, ABD’de dizi oluyormuş efen’im...
Az önce yine 25 kişinin ölüp 35 kişinin yaralandığı Musul’daki patlamanın haberini ajanstan okuduktan hemen sonra, medyatava sitesinde okuduğum bir haberden öğrendim.
Medyatava sitesi haberi, ilk bölümü geçtiğimiz hafta yayınlanan Over There (Orada) adlı diziyle ilgili Leon Stebe imzalı bir makáleyle duyuruyor.
Tabii ki bu diziden, Vietnam savaşının, II. Dünya Savaşı’nın korkunçluğunu anlatan esaslı filmler gibi bir şeyler beklemiyoruz. Bu bir nev’i ‘kahramanlık’ destanı...
Dizinin başında ‘Bu program yetişkinlere yöneliktir’ şeklinde bir uyarı yayınlanıyormuş.
Yaşları 18-22 arasında değişen iki kız, dört erkek kahraman ve işte, bildiğiniz ‘aksiyon’: Bombalar, silahlar, ölüm ve kan...
Öldürülen Iraklı direnişçiler... Iraklı direnişçileri ‘haklı bir dava uğruna’ öldürdükleri için sevinen, ‘Orduyu seviyorum’ filan diyen ABD’li askerler...
Yapımcılar; ‘Savaşı sansürsüz gösteriyoruz. Önemli olan kahramanların hikáyeleri, savaşın mantığı değil’ buyurmuşlar.
‘Kendine iyi bak’ gibi soğuk, uzak, sevimsiz bir ‘selámın’ mucidi bir ülkenin televizyonu bu tabii; o kadar olacak...
Şimdi bana söyler misiniz? Böyle bir diziyi, hangi lisana, nasıl çevirirsiniz? İnsanca?..
İsterseniz 40 ayrı dil konuşun. Mantığa çevirmek için kelimeler kifayetsiz.
‘F.ck you motherf.cker!’ cümlesini Türkçe’de birçok ayrı versiyonla kurabilirim ama. Güzelim Türkçe’nin gözünü seveyim.
Tuğba Özay sussun üstüne para vereceğim
Tuğba Özay’ın işvereni olmak için yollara dökülmeyi düşünüyorum.
Özay, bildiğiniz gibi Yeliz Yeşilmen ile birlikte, Amerika’daki Simple Life yarışmasının, Kanal D’de yayınlanan Türkiş versiyonunda yarışıyor bu aralar.
İkili, kredi kartları, paraları, cep telefonları olmadan İstanbul’dan Antalya’ya ulaşmaya çalışıyorlar.
Yolda ‘Ne iş olsa yaparım’ şeklinde çalışıp, tanımadıkları insanlardan aldıkları yevmiyelerle karınlarını doyuruyorlar.
Aqua Fantasy Clup’da animasyona çıkmalar, benzin satmalar, tavlada erkekleri yenmeler, kendi fotoğraflarını satmalar, kadınlara spor yaptırıp bunu izleyen erkeklerden para almalar, çay, gazete filan satmalar...
Böyle işler...
Ben bunları bir yerde sıkıştırıp, diğer işveren adaylarını da bertaraf ettikten sonra, Antalya’ya kadar her günlük mesailerini ‘kiralamak’ istiyorum.
Ne iş mi yaptıracağım? Yeliz Yeşilmen’e bir şeyler düşünürüz. Özay’ın eline kalın kalın harita-metod defterleri tutuşturacağım ve altta okuyacağınız beher cümleyi en az biner kez alt alta yazdıracağım.
3 Ahmet Kaya şarkılarından oluşan bir albüm yapmayacağım.
3 Ortamlarda en Kemalist CHP’li benim diye dolanmayacağım.
3 Onbin yıldır görüşmediğim Kürşat Yılmaz geçiyorken uğradı, polis sansasyon yaratmak için onu benim evde yakaladı mavrasına sarmayacağım.
3 Ne hikmetse gün aşırı ‘tesadüfen’ düşen askılarımı toplar ve memelerimi kapatmaya çalışırken gazetecilere ‘Ay çekmeyin ayol! Sizin niyetiniz kötü’ geyiği çevirmeyeceğim.
3 Kimse sormadığı hálde dakka başı süper entelektüel bir babanın kızı olduğumu söyleyip durmayacağım.
3 İnsanları salak yerine koymayacağım.
3 Ben Türk halkı için varım, Türk örf ve adetleri doğrultusunda yaşayan bir kızım, herkes beni evinin kızı gibi görüyor şeklinde hayali küçük ali rüyaları kurmayacağım.
3 Biraz susacağım, susacağım, susacağım, susacağım, susacağım, susacağım...
Fatih Ürek ve Arto bile isyandaysa durum vahim demektir
Gülden, geçenlerde Nişantaşı’nda bir kafede oturup gazete okurken, yanındaki masada dönen bir muhabbete kulak kabartmış.
İşe bir geldi ki surat sinirden mora kesmiş, bütün ezber dağılmış.
Masada 18-19 yaşlarında bir grup genç, aralarından birinin büyük başarısını kutluyorlarmış.
Büyük başarı şu: Çocuk ‘98 model bir Ferrari’yi 85 bin dolara ‘düşürmüş.’
Kafede alkollü içki yok, çocuklar limonata içiyorlar. Aralarından biri; ‘Akşama senin arabayı alıp bunu bir yerde ıslatalım’ demiş.
Bizimki yanaşmamış. Zira efendim, o binek değil, garaj arabasıymış: ‘Bizim evin garajına gelir, orda görürsünüz.’ Cevap bu...
Benim de bir seferinde, hakikaten mecburiyetten yolum Nişantaşı Brasserie’ye düşmüştü. Yarım saat durdum, yemin ederim asap bozukluğundan saçımı başımı yoluyordum.
45-50 yaş makyaj ve kıyafeti içinde, rüştünü ispat ettiği bile şüpheli bir sürü küçük kadın; kollarında Louis Vitton’lar, ellerinde Tiffany torbaları.
Tiffany’den bahsediyorum; dünyaca ünlü ‘mücevherat’çıdan... Bir tur yapmışlar, dükkana dönüp akıllarının kaldığı birkaç şeyi daha almaktan bahsediyorlardı. Üstelik aralarında konuşurken Tiffany’yi Tifo diye anıyorlardı! Bizim Tifo, şekerim; bilirsiniz...
Fatih Ürek ve Arto bile isyana gelip ebeveynleri sorumluluk sahibi olmaya davet etti ya, durum hakikaten vahim demektir.
Kelebek’teki haberde yana yakıla, çıktıkları kulüplere gelen 14 yaşlarındaki çocuklardan bahsediyorlar. Çocuklar deli gibi alkol-sigara içiyormuş da, 5-6 milyarlık hesapları peşin ödüyorlarmış da...
Bir baba, 18 yaşındaki bir çocuğa, garajında dursun diye 85 bin doları bastırıp niye Ferrari alır?
Ya da ne bileyim, bir anne kızına, ‘Benim konken arkadaşlarım bile senden genç duruyor. Şimdi bunu takıyorsan ilerde ne yapacaksın? Bülent Ersoy’un mücevher koleksiyonunu mu satın alacağız?’ diye sormaz?
Bu çocuklar hakikaten ileride ne yapacaklar? Neyle tatmin olup neden mutlanacaklar?
Bir çocuğun hayatını piç etmek için ideal formül: Ona paranın satın alabileceği her şeyi verin. Sonra da onu paranın kiralayabileceği en sosyetik psikiyatriste, pedagoga gönderin.
Yazının Devamını Oku