Paylaş
Bir gece öncesinde bizim Ateşli Sosyologlar benim evde toplanmış, tüm bir yıl aldıkları notların ve okudukları tüm makalelerin özetini bana anlatmış. Ben “ tamağaam anladım, ben uyuyorum” diye erkenden yanlarından ayrılmışım, onlar sabaha kadar çalışmaya devam etmiş. Bu hikayenin bence en komik kısmı, benim hepsinden daha iyi not almış olmam. Ama bu sadece beni güldürüyor. Yine aşırı çene düşüklüğünden asıl konuya geçemediğimiz dakikalardaydık sayın seyirciler. Neyse, tam son sınavıma girmek üzere sınıftan içeri girmişim. Az sonra bu sınıftan en ateşlisinden bir sosyolog olarak çıkacağım. Üzerimde erken yatmış ve sınava az çalışmış olmanın bir gram stresi ve vicdan azabı olmamasına rağmen, hayatımın gafını yapmak üzereyim. Telefonum çaldı, arayan diziler için şarkı aldığımız şirketlerden birisi olan Pelikan Müzik’ten Vedat bey. Yani benim kankulilerimden birisi. Ucunda telif sorununu aşıp, şarkıları ucuza kapatıp, patroşkadan zam olmasa bile alkışı kapmak varsa kankuli olamayacağım kimse yok beybisiler. Sonuç olarak Vedat beyin önemini umarım iyi anlatabilmişimdir. Kendisinden Seksenler dizimiz için Life is Life şarkısının iznini almaya çalışıyorum. Yabancı eser olduğu için daha pahalı, yani bu kankulilik ve sevimlilik seviyesini daha da arttırmam gerektiğini gösteriyor. Bu yüzden sınava giriyorum diye açamamazlık yapamadım. Sahip olduğum tüm şirinliğimi ve muhtaç olduğum tüm kudretimi yanıma alıp telefonumu açtım. Çok fazla zamanım olmadığı için, alel acele iki kelime kibarcık cümle kurup uygun bir dille müsait olmadığımı, en kısa zamanda arayacağımı söylemekti amacım. AMA BAŞARAMADIM. Telefonu açtım, “ Pelikan bey, şuan bir sınava giriyorum çıkar çıkmaz sizi arayacağım” dedim. Ses gelmedi. Yetmedi “ Alo, Pelikan bey orda mısınız?” diye bir daha söyledim. Yine ses gelmedi. Bu işte bir yanlışlık var derken, etrafımda gülmekten sıradan düşen insanlar topluluğunu görünce fark ettim. Adama Pelikan bey demiştim. Beynim benden bağımsız bir şekilde, Pelikan Müzikte çalışan Vedat beyi, Pelikan bey şeklinde birleştirmişti. İşte bunlar hep uykusuzluk desem, mallaak gibi uyumuştum alakası yoktu. Zaten benim ömrüm böyle hatalar yaparak geçiyordu… Ama en rezili henüz yaşanmamıştı…
Yine bir sabah işe gitmem gereken bir saatte yataktayım, okula gitmem gereken bir günde de işe gitmem lazım. Yani aslında ben yoğuum! Patroşkamın her zamanki gibi en bombastik mesajıyla gözlerimi löpücük diye açtım. “Neredesin?” Bu “Neredesin?” mesajı adeta bir Nuri Bilge Ceylan filmiydi de haberi yoktu. “Ben ofise geldim, sen neredesin?” mi demek istiyordu? Yoksa “ hangi ofistesin, sette misin, ona göre bir şey isteyeceğim” mi demek istiyordu. Özetle şuanda en önemli bilgi, gelip de göremedi mi, yoksa hiç gelmedi merakından mı soruyordu. Ben de her zamanki cevabımı verdim. “ yoldayım 5 dakikaya ofiste olacağım.” Allahım bir insan aynı hatayı daha kaç kez yapabilirdi? Yine 5 dakikada hazırlanıp, evden çıkma, saatte 100 kilometre hızla ofise varma rekoru Denizz Aşırı’ya aitti. Aşırı bir hızda hazırlanmam gerekiyordu. Şapşiklik silsilesi, makyaj temizleme suyu yerine asetonla göz makyajı çıkarmaya çalışmamla başladı. Nemlendirici kremimi diş macunu yapmaya çalışmamla da devam etti. Allah sonumuzu hayır etsindi.
Ofise vardığımda Patroşka her zamanki koltuğunda beni bekliyordu, zaten başka koltuğu da yoktu. Daha günaydın demeden “ yeni reklam filminde oynayan kadın oyuncuyu ara, seste problem var dublaja gelmeniz gerekiyor de” dedi. Zaten bana hiçbir zaman günaydın demezdi. Ben ona “ günaydın” derdim, o bana “ sensin günaydın” derdi. Neyse duygusallaşmanın vakti değildi. Zaten gelip de görememişti, şimdi üstüne gitmeyelimdi. O sırada ofise tamamı erkeklerden oluşan yazar ekibi girdi, girmeleriyle ağır bir futbol muhabbetinin başlaması bir oldu, içerisi birden aşırı dozda testosteron yüklenmişti.
Neyse ben işime bakayımdı. Kadını aradım. Bu sefer de, oyuncuları boş bir gününde şirkete çağırma sesimi devreye soktum. Herhangi bir oyuncuyu, setinin olmadığı gün yani en tatil ötesi gününde şirkete çağırmak bunu gerektirirdi. Bir böyle zamanlarda, bir de şehir dışında bir söyleşi olacaksa aynı ses tonumu devreye sokuyordum. Neyse kadın telefonunu açtı her şey çok yolunda gidiyordu, sesimdeki cazibeyle onu tam etkim altına alıyoruum derkeen, ana konuya geçişte minnak bir hata yaptım. “ Ses problemimiz var şirkete gelebilir misiniz?” diyeceğime, “ Seks problemimiz var, şirkete gelebilir misiniz?” dedim. O sırada Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin en ateşli pozisyonunu tartışan, aman osfayt mıydı değil miydi, buz gibi de ofsayttı diye haladahüdede konuşan tiplerin hepsi susup bana baktı. Siz demin futbol konuşmuyor muydunuz yıaaa, ne ara duydunuz beni hadi devam edin! Dememe kalmadan tüm testosteron ekibi gülmekten yıkılmaya başladı. Patroşka bana “ defol” der gibi bakıyordu. Kadın ise telefonu “ beni böyle sorunlar için aramayın” diyip, kapadı.
Söz gümüşse, sükut: altıın, gümüüş, pırlantaa dediğim dakikalardaydık. Ben neden bu kadar şapşikim diye düşünmeden edemiyordum. Hayatım dil sürçmeleriyle geçiyordu. Freud amcaya göre dil sürçmeleri bilinç altımızın yansımasıydı. O zaman ben bilinç altında epey şapşik biriydim. Dil sürçmesi olmadığı zamanlarda da birçok kelimeyi yanlış kullandığımı fark ettim. Sizler yabancı değilsiniz diye düşündüm ve yanlış kullandığım kelimeri sizlerle paylaşmak istedim. Daha fazla rezillik için beni @denizzgok instagram hesabımdan takip edebilirsiniz.
Yakın arkadaşlarımdan biri saç rengini değiştirmek istiyordu. Ben de bu açık tenli arkadaşa böyle koyu diplerden, açık uçlara doğru uzanan sarı renk bir saç modeli düşündüm. Ve bildiğim kadarıyla bu saç modelinin adı Umreydi. Arkadaşıma modelin fotoğrafını atmak için google amcaya girdim. Arama kısmına “Umre saç modelleri” yazdım. Allah allah, Kabe fotoğrafı çıkıyor, türban saç modelleri filan, dini motifler… Bu işte bir yanlışlık var. Aradığım şey bu değil diye düşünüyorum. Sonradan öğreniyorum ki, meğer saç modelinin adı Umre değil, Ombreymiş!
Neden mutaassıp olduğumu söylemek için yersiz bir çabaya girmişim hiçbir fikrim yok, o ayrı konu. Ama mutaassıp bir kızım demek yerine, müstechen bir kızım demek nedir arkadaş! Her iki türlü de yanmışım ben. Müstechen desen değilim, mutaassıp desen hiç değilim. Eski erkek arkadaşımın annesine kendimi övücem, ne kadar hanım hanım olduğumun altını çizerek vurgulayacağım diye, yine anlamını yanlış bildiğim “Mutaassıp” kelimesini kullanacağım yerde daha beterini yapıp “ben çok Müstechen bir kızımdır” demiştim. Sonuç: oğluyla ayrıldık.
En kabul edemediğim kelimelerden biri. Sırf bu kelime için Denizz Aşırı Lügatit Türk’ü kuralabilir, lebi deryayı, debi derya diye değiştirebilirim. Biraz söyleyin bak size de daha tatlı gelecek. Debiii derya mı? Lebii derya mı? Henüz ölmeyen Türkçe öğretmenime mezarında bir ters iki düz yaptırmak istemem ama ben bu kelimenin doğrusunu Üsküdar’lı bir emlakçı abimizden öğrenmiştim. “ Been debii deryaa bir ev istiyorum yıaa” diye çirkefleşince, adam bir tokat gibi çarpmıştı yüzüme. Sen git önce Türkçe öğren gel, debi değil o lebi derya daha ismini söyleyemiyorsun. Senin neyine lebi derya ev! Tabii ki bu son iki cümleyi kuracak kadar yürek yememişti, ama kibarca bana debi değil, lebi derya olduğunu öğretmişti. Hiç unutmam kendisini, buradan saygılar.
Yaaa böyle işte. Düzgün konuşamadığım için yazmaya başladım ben de. Napayım =) Umarım konuştuğum kadar şapşik yazmıyorumdur. Bu hafta ağzınızdan bal dökülsün, kulaklarınız muhteşem şeyler duysun inşallah! Sizin de varsa böyle şapşiklikleriniz yazın bana iki lafın belini kıralım, öperim. Sizi seviyorum, örtmen geldi byee!
Paylaş