Denizz Aşırı gezmeyi çok istediğimiz ama ekonomik sebeplerden dolayı popomuzun üstüne oturduğumuz, dolayısıyla da çok sıkıldığımız günlerden biriydi. İnstagramda gezenti insanların fotoğraflarına bakıyor, difrizde unutulan soda şişesi gibi çatlıyorduk dört bir tarafımızdan. Fotoğrafları beğenmekten başka çaremiz yok gibi gözüküyordu. Tam o sırada aklımıza süpersonik bir fikir gelmişti. Zaten en süpersonik fikirler, en çaresiz anlarda gelirdi…
Neredeyse her Allah’ın günü dışarıda yemek yemesek ölmezdik. Yeni kıyafetler, ayakkabılara da gerek yoktu. Evdekilerle pekala idare edebilirdik. Zaten yeni alınan eşyalara yer açmak için eskileri sürekli atmak zorunda kalıyorduk. Bizim evdeki devirdaim Zara, H&M hatta Boyner’de bile yoktu. Caner de biraz elindeki oyunlarla idare etsindi, en değerli varlığımız canımız XBox’ımıza yeni oyun almasındı. Biz böylece çok güzel gezerdik!
Sonuç olarak hayat biçimimizi değiştirdik. Daha doğrusu nasıl daha çok mutlu olacağımızı tespit ettik, sonra koşullarımızı ona göre ayarladık. Kimisi lüks ve konforla mutlu olur ve ona göre yaşar. Biz de böyle mutlu olacağımızı sanıyorduk ama biz lüksü ve konforu isteyerek elimizin tersiyle itip, yerine “dünyaları” kazanmayı istedik. Dünyanın her yerini görecek, dünyadaki tüm şehirleri, insanları, kültürleri, yemekleri tanıyacaktık.
Kazandığımız parayı hedonik adaptasyona kurban gidecek şeylere değil, ömür boyu hatırlayacağımız, sevdiğimiz insanlarla yıllarca paylaşabileceğimiz, ruhumuzu, algımızı besleyen deneyimlere harcayacaktık. Bilmeyenler için hedonik adaptasyonu şöyle kısaca açıklayayım. Çok severek aldığınız bir kazağın, ayakkabının, arabanın bir hedonik adaptasyon süresi var. Bu süre dolduğunda o heyecanla ve severek aldığınız her şey neyse, size sıradan gelmeye başlıyor, çünkü alışıyorsunuz. Deniz manzaralı evde oturan insanlar bir süre sonra evlerinin deniz manzaralı olduğunu unutuyormuş, çünkü alışıyormuş… Çoğumuz dolabı açtığımızda “ aa böyle bir elbisem de vardı” cümlesini kurmuşuzdur mesela. Oysa ne kadar da beğenerek almıştık…
10 yıl önceydi... O zaman en büyük derdim şimdi adı TEOG olan OKS’ydi. Yani Türkçesi, iyi bir liseye girebilmem için girmek zorunda olduğum, uğruna gece gündüz çalıştığım, bazı geceler çalışmaktan bazı geceler ise heyecan ve stresten uyuyamadığım, sosyal hayatımı bitiren ama sonuç olarak bana en büyük hayalim olan Galatasaray Lisesi’nin giriş anahtarını verecek olan sınavdı.
Galatasaray Lisesi’nde okumayı o kadar çok istiyordum ki, hiç unutmam bir gün en yakın arkadaşlarım ve annemle Taksim’e, Galatasaray Lisesi’ni gezmeye gitmiştik. O kadar emindik ki benim o okulda okuyacağımdan, sınıfları bir görelim, öğrencilerini gözlemleyelim, bahçesine falan bir bakalım istedik. Okulu gezerken bize, son sınıflardan bir öğrenci eşlik etti. O kadar nazik ve beyefendi bir çocuktu ki, okula olan aşkımız biraz daha depreşmişti. Çocuk bize okulun ritüellerinden bahsetti, ikinci sınıftan itibaren serbest kıyafetle gelecektik, bir üstteki sınıftaki öğrencilere abla abi demek, onlara saygılı olmak zorundaydık. Onlar ise bize, ne zaman ihtiyacımız olursa yardımcı olmak zorundaydı. Hala öyle mi bilmiyorum ama, Galatasaray Lisesi’ne özgü bu kültürde eğitilecek olmak çok hoşuma gitmişti. Okulun o güzel bahçesine çıktım, bahçeden bir tohum aldım. Totem yapmıştım, Galatasaray Lisesi’ni kazanırsam bu tohumu ekecektim. Her şeyden önemlisi bu okuldan bir parça almıştım kendime.
Şimdi burada hiç de minnoş şeyler yazamayacağım canlar, sınava çalışma döneminin nasıl geçtiğini tahmin edebiliyorsunuzdur. Okul, dershane, ev üçgeninde geçen hayatım, stresten her tarafını sivilce sarmış suratım, okuyamadığım romanlar, izleyemediğim filmler... Benim canım test kitaplarım!!! Ama güzel şeyler de olmuyor değildi. Otobüste, normalde beni otururken görürse kafama bastonuyla vuracak olan teyzeler, elimde test kitaplarımı görünce hiç tereddüt etmeden, herkesi kaldırıp beni oturtuyordu. “ otur kızım otur sen sınava çalışıyorsun.” “ oy kuzum, aynı benim torun! Otobüslerdeki “ hamile, gazi ve yaşlılara yer verin” yazılarının yanına bir yenisi eklenmesi gerekiyordu. “ hamile, gazi, yaşlı ve sınavı olanlara yer verin”. Evde sürekli sevdiğim yemekler pişiyordu ve salonda kendi cumhuriyetimi ilan etmiştim. Salona kimse giremiyordu, orası benim özerkliğimdi. Çoğunlukla ders çalışıyor vakit kalırsa dinleniyordum. Ne yaparsam yapayım her zaman en haklı bendim ki bu en güzeliydi! Bu durumdan en çok kardeşim şikayetçiydi ama üzgünüm, bu benim hiç umurumda değildi. Benim sınavım vardı!!
Sınav günü geldi çattı. En az benim kadar, bu sınav stresinin ceremesini çeken canım Annem de benimle sınavın yapılacağı okula geldi. Okulun önünde tüm veliler ellerinde “lütfen korna çalmayın sınav var” yazılı pankartları taşıyorlardı. O zaman bir kez daha anladım ki, bir tek annelerimiz olsun bize bir şey olmaz! Kimi anneler bu pankartlardan taşırken, kimi anneler de Kuran okuyor, dua ediyordu. Anneler bazı öğrencilerden daha heyecanlıydı. Ama önemli olan bizim ne hissettiğimizdi. Birazdan gireceğimiz sınav, bundan sonraki hayatımızı şekillendirmemizin ilk adımıydı.
Sıcaktı, çok sıcaktı. Bedenimi, önce yumurtaya sonra galeta ununa batırılan tavuk bagetleri gibi, kızgın kumlarda yuvarlayıp ondan sonra serin sulara atıyordum. Saçlarımın kırmızı boyası akmasın, en azından iki hafta daha kuaföre gitmeyeyim diye kafamı mümkün oldukça suya sokmuyor, sahip olduğum en değerli varlığım su geçirmez telefon kabında olan telefonuma şuh kahkahalar atıyor, pozdan poza giriyor tatile gidemeyen arkadaşlarımı tam orta yerinden çatlatıyordum. Güneşi tam da ellerimin ortasına alıp kalp mi yapmıyordum, ağzımdan su mu fışkırtmıyordum… Ben adeta bir Petek Dinçöz olmuştum da suyun içinde Foolish Casanova klibi çekiyordum. Tam o anda öyle bir şey oldu ki, dünya başıma yıkıldı! Daha önce hiç böyle bir şey yaşanmamış, böylesine acı bir olay başıma gelmemişti…
En son, Caner Venedik’e değil de Beşiktaş maçına gidelim dediğinde böyle hissetmiştim. Kendimi o an, malup takım tarafından sahaya hakemin kel kafasına atılan plastik su şişesi gibi, yok yok benzini bitmiş işe yaramaz sıradan bir çakmak gibi hissediyordum. Şu anda beni ne deniz mahsüllü risotto, ne cheddar peynirli dublex hamurlu bol malzemos pizza, ne de fettucini alfredo kurtarabilirdi. Şöyle söyliyim, dünyadaki en güzel suşileri Johnny Deep’i tabak yapıp üzerine koysalar, yiyemeyecek haldeydim!
Şarjım bitmişti! Şarjım bittiği için son bir saat yani altmış dakika yani üç bin altıyüz saniyedir çektiğim milyorlarca fotoğrafı paylaşamayacaktım! Like üstüne like alamayacak, takipçilerime takipçi katamayacaktım! Daha da kötüsü güneş neredeyse batmak üzereydi, güneşi ellerimin ortasına alıp kalp yapamayacaktım! Acilen bir çözüm bulmalıydım. Hemen tatil kankitoşumu çağırdım. Bir tatil kankitoşunun en kutsal vazifesi arkadaşının su içinde ve su dışında fotoğraflarını çekmesi, onu pozdan poza sokmasıydı. Aksi takdirde tatil kankitoşu olamaz, aynı uçağa bile binemezdi. Check-in kuyruğunda başlayan fotoğraf serüveni, pasaport-bilet kombini, uçakta, uçaktan inerken, otele varıldığında, kumlarda, denizde diye devam eder, galeride yer kalmaz dolayısıyla kırk yılda bir görüştüğün amca oğlunun doğum gününde çekilen fotoğraflar, tarihte ilk silinen fotoğraflar olarak hazin yerini alırdı. Malesefti, ne yapalımdı…
Neyse tatil kankitoşum geldi, güneş batmadan kafamızdaki tüm güneşli fotoğraf kombinlerini benden usta bir fotoğrafçı havasında aldı. Güneşi sağıma, soluma, ortama, kafama, elimin üstüne, dudağımın ucuna her yerime alarak fotoğraflarımı çekinmiştim. Yetmedi ellerimle denizden bir parça su alarak gökyüzüne fırlattım, damlacıklar aşağıya efil efil süzülürken tatil kankitoşum toplamda 678 kare almıştı bile. Neredeyse tamam gibiydi, bir de şöyle yüz üstü kumlara yatıp, dalgaları popoma popoma doğru alıp 2016-2017 bikini modası pozu vermese miydim?
Bu kararımı makarnoşlara whatsapp grubundan bildirdim ki bildirmez olaydım. Birden grup bu bombastik haberle çalkalandı. Gruptan ayrılanlar mı dersiniz, üzerime yürüyenler, tonlarca kızgın surat yollayanlar mı… Ne yaptım ben ya, sadece yılbaşı partisi için yeni kıyafet almayacağım evden bir şeyler giyeceğim dedim. Allahım demez olaydım! Bu makarnoşlar beni masrafa sokacaktı bu kesindi.
O gece çok güzel olmalıymışım, yeni bir kıyafet almalıymışım, eskilerle olmazmış. Yeni kıyafet almazsam, baş makarnoş Şule beni makarnoşluktan afaroz edecekmiş. Ağır tehdit altındaydım sayın seyirciler. Çaresiz yine alışveriş merkezinin yolunu tuttum. Ama bu sefer yalnız değildim. Makarnoşların en sarısı, en alışveriş sevmeyeni Zeynep de benimleydi. Hayretler içindeydim, Zeynep benimle alışverişe gelecek, ayaklarına kara sular inene, mağazalar kepenkleri indirene kadar benimle kıyafet bakacaktı. Bu işte bir bit yeniği vardı ama dur bakalımdı, çıkardı kokusu…
Hangi mağazaya girdiysek girelim ben hiçbir şey beğenmedim. Birçok kez “ ee yeter bee” deyip vazgeçmeye kalktım ama Zeynep beni her seferinde sert bir şekilde engelledi. Zeynep’i neden yolladıklarını o zaman anlamıştım. Kıyafet denemekten usanmıştım ama Zeynep, üzerime denemem için milyorlarca kıyafet atıyor, “ onu giy”, “ bunu da giy” “ bak bu sefer olacak” diye müthiş bir azimle bana seçenekler sunuyordu. Zeynep o günkü azmini iş hayatında göstermiş olsa Forbes dergisinde “ en zengin kadınlar” listesinde zirveyi göğüslerdi. Neyse konumuz bu değildi. En sonunda bana hayatımda gördüğüm en aşırı güzel parçayı getirdi. Bir denedim ki içinde kendimi Adriana Lima gibi hissetmiştim. Zaten en önemlisi de buydu, Zeynep başarmıştı.
Mutlu mesut şirkete döndüm, herkese aldığım kıyafetle havamı atacaktım. Özellikle baş makarnoş Şule’ye bu haberi verecektim ki Şule ortalıklarda yoktu. Allah allah normalde Şule böyle anlarda beni kapıda bekler, ne aldığımı görmek için koşuda 100 metre rekoru kırardı. Ama bunların hiçbiri olmadı. Daha çok şüphelenmeye başlamıştım. Bu sefer Pare’ciğim de ortalıklarda yoktu. Şirketteki diğer arkadaşlarım da…Neredeydi bu insanlar canım. Sonra hepsi aynı anda bir odadan çıktı. Töbe töbe, yine bir işler karıştırıyorlardı. Ama asla kimse bana bir şey demiyordu. Yine dış kapıdaki dış mandal olmuştum.
Yanlış okumadınız, evet aynen böyle. Tüm çevrem gibi, patroşkam da benim kilolarımla başımın ne kadar dertte olduğunu bilir, sürekli diyete girdiğimi ama her defasında da öyle böyle değil hakkını vererek diyeti bozduğuma şahitlik ederdi. Buna dur desem desem ben derim diye düşündü ve bana “ bu ay dört kilo vermezsen, maaşını vermem” dedi. Neredeyse doğduğundan beri diyetisyene giden ben, daha önce bu kadar ikna kabiliyeti yüksek bir diyetisyenle karşılaşmamıştım. Tabii ki hemen diyete başladım.
Gerçekten hayatımın en zor bir ayını yaşadım diyebilirim. Diyet yapmak bana göre değildi bu kesindi. Kendimi şarkısı Youtube’da tıklamayan şarkıcılar gibi, whatsappta mesajları mavi tik olan ama cevap alamayan Merve’ler gibi, beğendiği kıyafetin sadece x small’unu bulan Deniz’ler gibi, İnstagram’da like’larını iki basamaklı sayılara çıkaramayan yurdum insanları gibi, Passolig’i olmadığı için maçlara gidemeyen holiganlar gibi, patates kızartmasından otlanacak kimsesi olmayan yapayalnız insanlar gibi hissediyordum. Çaresizdim, mutsuzdum, sadece yediğim yemeklerin değil hayatımın da tadı tuzu kaçmıştı. Keşke Burger King’de king boy patates kızartması yiyor olsaydım da arkadaşlarım patates kızartmamdan otlansaydı, vallahi kızmayacaktım. Hatta Burger King’in patatesi mi güzel Mc Donalds’ın mı diye düşünecek halim bile yoktu, şuan hepsi yenileybıldı.
Zaten bünyem yaza birkaç ay kala diyet yapmaya alışkındı. Hep bizi yaza birkaç ay kala diyet yaptırmaya alıştıranların suçuydu. Aslında diyet furyasının kışın başlaması gerekiyordu. Yılların şişkosu olarak diyet konusunda ordinaryus professor seviyesindeydim ve kışın üşüdüğümüz için yeme ihtiyacımızın daha çok arttığını ve vücudun da kendi öz ısısını koruma altına almak için mevcut yağları tuttuğunu biliyordum. Dolayısıyla haydiii diyeet yapalııım, yaşasııın fit vücuut, az ye cook yaşaa gibi haberlerin kış aylarında çıkması daha iyiydi. Neyse canım bir bildikleri vardı. Biz kendi totomuzu kurtaralımdı.
Maaşı kurtarmak için önümden gelip geçen pizzalara, eski sevgilimin fotoğrafına facebooktan gizli gizli bakar gibi baktım. Asla arayamasınlar diye engellediğim 0850’li hatlar gibi engelledim makarnaları. Çikolatalı sufleden, kötü espri yapan erkeklerden kaçtığım hızda uzaklaştım. Sonuç, başarılı oldum ilk defa! Birkaç gün mutlu da oldum, olmadım dersem yalan olur. En sevdiğim kıyafetlerimin içine girdim, aynada kendimi daha çok beğendim falan filan… Ama sonra anladım ki bunlar geçici mutluluklar. Yaz aşkı gibi, Eylül gelmeden bitecekler. Anladım ki, bana iki üç aylık değil, ömür boyu sürecek bir mutluluk lazım.
Patroşkama verdiğim sözü tutmuştum, 4 kiloyu bir ayda vermiştim maaşımı kurtarmıştım. Ama bunun bir sürekliliği olması lazımdı ben ömür boyu böyle yaşayamazdım. Sağlıklı olduktan sonra mutluluğu nerede bulduğumuzla ilgiliydi aslında her şey. Zayıf, istediği kıyafetleri giyen ama istediği her şeyi yiyemeyen mutlu bir Deniz mi? Yoksa şişko, istediği her şeyi yiyen ama istediği kıyafetleri giyemeyen mutlu bir Deniz mi? Ben ikincisini seçtim Ama ikincisini seçerken de yine kendimce bir Denizz Aşırı beslenme modeli geliştirdim. İstediğim her şeyi yedim ama şeker ve unu azalttım. Ömür boyu bir listeye bağlı kalamazdım, ama az şekerli ve az unlu bir hayat sürdürebilirdim. Kilo veremiyorsanız kendinize bakış açınızı değiştirin, kendinizi olduğunuz haliyle sevin ve bıngıllarınızı çok seven bir sevgili bulun! Her şeyden en önemlisi sağlıklı bir mutlu olun. Gerisi kolay!
Zaten en büyük derdimiz artık aynada değil de fotoğraflarda zayıf çıkmak değil mi? Onun için de ordinaryus profesör şişko Deniz’in bir sürü taktiği var ona kulak verin. Mesela başınızı yastığa koyup “ iyii geceleeer ballı rüyalaar” temalı bir fotoğraf paylaşmak istiyorsunuz ama başınızı yastığa koyunca yanaklarınız çok şişko çıkıyor, yağlarınız yer çekimine karşı koyamıyor mu? O zaman yastığınızı duvara doksan derece paralel şekilde yasladıktan sonra başınızı da yine yastığa paralel hale getirin. Fotoğrafı çektikten sonra, düzenleme seçeneklerinden yan çevirdiğinizde adeta 36 bedenmiş gibi çıkmazsanız adımı değiştiririm! For egzampıııl:
Kadının kim olduğunu sordum, Büyükelçi dediler. Büyükelçiler ne iş yapar dedim, çocuk aklımla anlamayacağımı düşünüp “ülke ülke gezerler, ülkelerini temsil ederler” dediler. Ben de ne yapayım o günden sonra çocuk aklımla hep Büyükelçi olmak istedim. Büyükelçi olup “ülke ülke gezecektim” ülkemi temsil edecektim. Temsil işlerine neresinden girersem kardır diye düşünüp, önce sınıf başkanlığına, sonra da okul başkanlığına adaylığımı koyup seçildim. Önce sınıfımı sonra okulumu çeşitli yerlerde temsil ettim. Bu Büyükelçi olma meselesini önce çok yanlış anlayıp, işin zorluklarını daha sonradan öğrensem de, ben Büyükelçi olma hayalimi hiç unutmadım. Büyükelçi olamasam da ülke ülke Denizz Aşırı gezdim :)
Sonra büyüdüm sinema sektörüne adımı altın harflerle olmasa da bir şekilde yazdırdım. İşim vesilesiyle yeri geldi festival, yeri geldi dizi-film çekimleri için çeşitli ülkelerde bulunmuştum. Ama benim en büyük hayalim olan Hindistan’a hiç gitmemiştim!
Hindistan’a gitme hayallerimde ünlü Hint oyuncu Aamir Khan’ın da rolü oldukça büyüktü. Pare’ciğimle birlikte evdeki boş zamanlarımızın hemen hemen hepsinde Aamir Khan filmleri izler, film sektöründe çalışan insanlar olarak bir gün Aamir Khan’la tanışma hatta onunla film çekme, çalışma hayalleri kurardık.
2016 yılının Nisan-Mayıs aylarıydı, Hindistan’a gideceğim diye tutturduğum günlerden biriydi. Ama bu sefer daha nettim. “ Ben bu sonbaharda Hindistan’a gideceğim!” Pare’ciğim “ nasıl gideceksin, işimiz var gücümüz var.” dese de tabii ki onu dinlemedim. Ona kalsa, hayali bile şartlar olgunlaşınca kuracaktım. Olur muydu öyle şey, hayal dediğin çiş gibiydi, geldiğinde tutamazdın.
Sevgilinle en büyük tartışma konun “öpücük” olacak, sevgilin sana sokakta öpücük yasağı koyacak deselerdi asla inanmazdım. Ama olacağı buydu, sen kalk gel Roma’dan, git elin Caner’ini bul, Roma’lı imparator dedelerinin kemiklerini sızlat. Çok sinirliyim öyle böyle değil! Yok efendim neymiş ATM’nin önünde sevgili öpülmezmiş, yok efendim neymiş AVM’ye her girişimizde benim öpücük alarmım ötüyormuş, yok efendim neymiş marketin ortasında öpmek zorunda mıymışım. Öperim abi, sevgilim değil misin? Kıstırdığım her yerde öperim. E istediğim zaman öpemeyeceksem neden sevgilimsin ki? Dimi? Haksız mıyım. Çok haklıyım bence. Adamın beni kamusal alanda öptüğü tek yer, Beşiktaş Vodefone Arena stadı. Beşiktaş her gol attığında beni 40.000 kişinin önünde öpüyor diye, saatlerce durmadan gol duası yaptığımı bir ben bilirim. Az donmadım ben stad köşelerinde, hırçın bir dişi kartal olup az bağırmadım Dem Babaa Dem Babaa diye. Bir dönem öpücük grafiğimiz yerle bir oldu, o zaman takımda Hugo Almeida vardı. Bu kız manyak gibi transfer haberlerini takip etti! Allah’tan sonra Dem Baba transfer oldu öpücük grafiğimizi biraz olsun yükselttik, Mario Gomez’le de tavan yaptık. Bunu ilk kez burada açıklıyorum, Mario Gomez gol kralı olduysa benim dualarım sayesindedir. Bakın Almanya’ya gitti, daha bir tek siftahı bile yok.
İlişkimizin başlarında bu öpücük meselesini çok sorun ediyordum. Her öptüğümde yanağında kırmızı ruj izi var mı diye bakan, elinin tersiyle öptüğüm yeri silen bir Caner vardı, ki sinirlendiğimde ona Caner derdim bunu da bilirdiniz. Biliyorum çok onur kırıcı ama bunu her seferinde hak ediyordu… Neyse sonra baktım bu öpücük krizi aramızda aşılması çok zor olan büyük sorunların doğmasına sebep oluyor, ben markette sebze reyonun önünde sevgilimi öptüğüm için terk edilme aşamasına gelmişim, dedim ben bu sorunun ana kaynağına ineyim. O kadar indim ki, kendimi Caner’in çocukluğunda buldum.
İh bin şokiyırt! Övünmek gibi olmasın ama öpüşken bir insan olduğum kadar sosyolog bir insan da olduğumdan Caner’in bu öpücük sorununun nereden geldiğini buldum sayın seyirciler. Çok basit, Caner’ler Roma’dan göç etmemiş. Şaka şaka, bununla alakası yok tabi ama benim büyük büyük dedelerim öpücüğe ne kadar çok önem veriyorsa Caner’in ailesinde öpücüğün esamesi okunmuyor, hiçkimse birbirini bu kadar öpmüyormuş. Biraz daha araştırma yaptığımda Endonezya’da sokakta öpüşmenin yasak olduğunu öğrendim, demek ki Caner’in de büyük büyük dedesi Endonezya’lı diye düşündüm. Ben, Caner’le sevgili olana kadar, herkesin hayatında “ günaydın öpücüğü” “ hoşgeldin öpücüğü” “iyi geceler öpücüğü” “ sıhhatler olsun öpücüğü” gibi kavramların olduğunu sanırdım. Çünkü babam beni her banyodan sonra “ sıhhatler olsun kızım” diye, annem her yemekten sonra “ afiyet bal şeker olsun kızım” diye öperdi. Biz aileden böyle gördük, öpüşük öpüşük büyüdük.
Sonra hayatıma Caner girdi, hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmiştim. Hayat bana sillesini adeta çok sert bir şekilde vurmuştu. Çok zor durumdaydım, kimse beni bu kadar sık öpmüyordu. Yeşilçam’ca söylemek gerekirse biz “ayrı dünyaların insanıydık”. Sonuçta ben Romalı’ydım, o Endonezya’lı. Televizyonumuzda rating ölçer alet olsaydı ben AB grubuydum, o TOTAL. Ben ona “Islak Daha Islak Öp Beni Nolursun” şarkısını söylerken, o bana “Vallahi Öptürmem, Ölürsün Aşkımdan” şarkısıyla misliyle karşılık veriyordu.
Evet farkındayım ben de aşırı öpüşken olabilirim ama ben baştan söylemiştim bende her şey aşırı dozda diye. Ama bayramdan bayrama, düğünden düğüne öpüşen insanlar da yok değil aramızda. Ben istiyorum ki sevgimizi, aşkımızı içimizden her geldiğinde gösterelim, korkmayalım göstermekle bitmez bizim sevgimiz. Hatta öptükçe çoğalır aşkımız. Utanmayalım sevgimizi göstermekten, özel bir günü beklemeyelim “ seni seviyorum” demek veya löpücük diye öpmek için. Sebze reyonunun önünde öpesimiz geliyorsa öpelim, ATM kuyruğunda öldürüğümüz vaktimizi sevdiğimiz insanı öperek geçirelim. Asansör, trafik, yürüyen merdiven… Değerlendirmemiz gereken o kadar çok yer var ki… Boş boş durup hiçbir şey yapmadığımız, zamanımızdan çalan şeylerin listesini çıkarıp, o anları sevdiklerimizi öperek değerlendirebiliriz.
Birbirimizi öpmediğimiz her anı zaman kaybı olarak düşündüm. Ne yapıcaktım, pes mi edecektim. Caner’i aldım karşıma konuştum. Öpücük yüzünden ayrılacak değildik her halde. Bu ilişkiyi kurtaracak tek bir şey vardı o da kalıcı ruj. Henüz aradığım kalıcı ruju bulamadım ama araştırmalarım devam ediyor! Allah’ını seven üzerime kalıcı ruj atsın, mutluluğum buna bağlı! Ben öptüğümde, yanağında iz kalmazsa problem olmazmış, o zaman karizması bozulmazmış, bir de sebze reyonunun önünde öpmezsem tam olurmuş. Kaza yapmasına sebebiyet vermeyecek kadar öpebilirmişim trafikte, tamam yürüyen merdivende de öpebilecekmişim. Bir de hakkını yemiyim Beşiktaş her gol attığında da 40.000 kişinin önünde öpüyor beni ne de olsa. Ohhh dert edecek hiçbir şeyim kalmadı bugün de, ne demişler yuvayı dişi kuş yaparmış. Sonuçta kahvenin ortasını içen, şeridin ortasından gideen, sahanın ortasıındaa oynayaan, ortasıı akışkaan çikolatalı kek seven kaç kişi kaldık? Her şeyiin orta yolunu bulduğumuuz bir hafta olsun. Size Denizz Aşırı öpücüklerimi yolluyoruum, örtmen geldi, byee…
15 yıl önceydi ilk okuldaydım, hava ve zemin öğrencilerin salıncakta sallanması için oldukça müsaitti. Teneffüs zili çaldığında bütün arkadaşlarım gibi ben de parka gitmek için, çıkış düdüğünü duyan yarış atları gibi sınıfımızdan fırladım. O nasıl bir çıkış, gören de bizi 45 dakika boyunca zincirlemişler sanır. Neyse parkta kuyruklar oluştu, salıncağı ilk kapan kendini çok şanslı hissediyordu. Ben, kaptırdığım için üzülmedim, çünkü başka önemli bir iş için oradaydım.
Herkes salıncak sırası beklerken, ben salıncakta sallanan öğrencilerin ceplerinden düşen paraları toplardım. Banane canım paralarına sahip çıksınlardı. Oradan bakıldığında çok pislik gözükebilirim ama zengin olma hayalleriyle yanıp tutuşan bir çocuktum ne de olsa. Hala öyleyim gerçi ama en azından parklarda bozuk para toplamıyorum. Ekmeğini taştan çıkarıyor derler ya hani, bir keresinde de okul bahçesindeki topraklık alanı kazıp, siyah bir taş bulmuştum. Kömür madeni buldum diye eve nasıl koştuğumu bir ben bilirim.
Neyseki o günler çok geride kaldı… Yine de ben, ilk okul dönemlerimizdeki bazı motiflerin, şimdiki gündelik hayatımıza yansımalarını çok görüyorum. Mesela hepimiz öğretmen ders anlatırken, dedikodu yapmak için çöp kutusunun başına kalem açma bahanesiyle gitmişizdir. O kalem açılır, açılır artık minicik olur açılmaktan. Kalem biter ama dedikodu bitmez. Gerçi uçlu kalem çıktı mertlik bozuldu ama, çöp kutusu başındaki dedikoduları asıl bitiren whatsapp oldu!
Şimdinin whatsapp dedikodularını, 15 yıl öncesinin çöp kutusu başı dedikodularına çok benzetiyorum ben. Hiçbir teneffüs, tam anlamıyla dedikodu yapmak için yeterli değildir. Yarım kalmış bir dedikodu, hiç başlamamış bir dedikodudan daha kötüdür. İnsanın içi içini kemirir, başka hiçbir şeye konsantire olamazsın, dünyayla bağlantın kopar. Aklının bir köşesinde hep “ acaba sonra ne oldu?” sorusu yerleşip kalır. Çok acınasıdır durumun. O yüzden siz siz olun, bitiremeyeceğiniz dedikodulara başlamayın beybisiler, bize de yazık çünkü.
15 yıl öncesinin profesyonel çöp kutusu başı dedikoducusu, 15 yıl sonrasının da whatsapp dedikoduları şampiyonu olarak bir sabah gururla uyanmıştım. Gözümü açtığımda whatsapp ım ötme rekoru kırmıştı. Telefonumun ekranında yaklaşık on farklı gruptan mesaj vardı. Whatsapp adeta bir coşma yaşıyordu, güne yine bereketli başlamıştık. Siftahı sizden bereketi Allah’tan diyerek, ilk dedikoduyu okumak için üniversite whatsapp grubunu açtım.