Birkaç dokunulmazımız var. Yıldız Kenter’in oyunculuğunu tartışamazsınız, tam bir gerizekâlı olmadığınız sürece Tutunamayanlar’dan sıkılmanız kabul edilemez, Sezen Aksu’yu beğenmemek bir hastalığın işaretidir ve Bülent Ersoy bizim divamızdır. ‘Bilmem kimin Bülent Bey gafı’ dışında divayı gökteki tahtından indirecek bir lafa ağzımız mühürlüdür.
Büyük ses, dev yorumcu, efsanevi yıldız Bülent Ersoy, Popstar 2013’teki yaldızlı koltuğuna bütün heybetiyle perşembe günü oturdu ve yıllar sonra yine ‘healka’ seslendi.
Beyaz bir Grand Guignol kuklası gibi tüylü kostümünün arkasından kadim bir dille konuşuyordu. Hicazın ‘do diyezini’ pes basmadığı için bir çocukcağızın puanını kırdı, eli ayağına dolanan Burcu Esmersoy’a ayar verdi. (ki bu ayarlar diva müritlerinin en mazoşistçe zevk aldığı anlardan biri. O azarladıkça hayranları coşuyor).
Popstar 2013, yine bir Bülent Ersoy gösterisine dönüştü. Onun tuhaf Türkçesi, neredeyse grotesk kostümü, gotik saçları, ürpertici sesi ve insanüstü bir varlık olduğunu kanıtlamaya çalışmaktan usanmayan tavrı dışında hiçbir şey olmadı. Her fırsatta “Ben, ben, ben” diye cüsse cüsse öne çıkan, kükremeye hazır bir aslan gibi ağır ağır oturan bu yıldızı o 80’lerden kalma stüdyodan çıkarsanız geriye bir avuç titrek yırtma meraklısı genç, onların bitmek tükenmek bilmeyen sıradan şarkıları, Serdar Ortaç’ın gereksiz kişisel hikâyeleri, Burcu Esmersoy’un solaryumlu teninde parlayan sarı elbisesi kalır.
Tozlu Yollar başladığında Fenerbahçe-Bursaspor maçı 1-1’di. Ekranın sağ köşesinde skor 2-1 olduğunda dizinin 55 dakika süren nişan sahnesinin daha başındaydık. Maç 4-1 bittiğinde, Tozlu Yollar’ı izlemenin tek heyecan verici kısmını da kaybettik.
Kötü anlatılan sıradan hikâyelere, geviş getirmeye zorlandığımız klişelere, hiçbir ruhu olmayan mizansenlere, TV karşısında beynimiz kulağımızdan akmış gibi geçirdiğimiz uzun dakikalara alışığız. Ama bu aşk-ihtiras-intikam! Hem de 60’lar! Hem de çiftlik! Hem de ‘aşağıdakiler/yukarıdakiler’! Hem de Kıraç müzikleriyle! Üstelik bonus kavuşamamanın karın ağrısıyla! Bu paketi Kapalı Çarşı’da kazıklanan turist gibi her seferinde yutmalı mıyız?
Tozlu Yollar için aylardır yapılan agresif tanıtımdan neyle karşılaşacağımızı az çok anlamıştık. 60’larda geçmesinin hikâyeye hiçbir katkısı olmasa da bu DÖNEM dizisi, DEV oyuncu kadrosuyla edebiyatın, arabeskin, Yeşilçam’ın, son dönem Türk dizilerinin tüm klişelerini müthiş bir susuzlukla içmişti. Biz de pazar akşamları oturup bu açgözlü sarhoşluğun üzerimize püskürmesini izleyecektik.
Öyle de oldu. Tozlu Yollar, tüm vıcık vıcıklığıyla iki saatte üzerimize aktı.
İlk bölüm yayımlanmadan “Dizide ben varım. Artık ne kadar iddialı olduğumuzu siz anlayın” buyuran Selda Alkor, bu sözleri söylemesini yüreklendiren ağırlığını herhalde seslendirmede kaybetti. Bu devirde hâlâ kendi sesiyle oynamayan bir oyuncuyu, sadece iki kaş hareketi ve “Kendine gel Vildan” repliğiyle alkışlamamız mı bekleniyordu?
Hayal Tacirleri adlı senaryo ekibi tiki Türkçesiyle konuşan Burcu Kara’nın, Devlet Tiyatrosu ağızlı büyüklerimizin, Gerçek Kesit oyuncularının satırlarına ‘lakin’, ‘mühim’, ‘tahsil’, ‘mesut’ kelimelerini serpiştirirken bizi büyülü bir şekilde 60 yıl geriye götüreceklerine inanmış mıydı?
Bütün o küflenmiş, sararmış Hayat dergilerinin, köstekli saatlerin, artık her kır düğününde gelinle damadı getirmesi âdet olan klasik arabaların, her eskicinin antika diye satmaya çalıştığı babaanne sürahilerinin, çok kötü vintage elbiselerin seyirciyi o tatlı zamanlara taşımaya yeterli olacağına inanan sanat ekibi hepimizin dün doğduğunu mu sanıyordu?
‘Ekranların yetişkinler için yapılan ilk animasyonu’ Fırıldak Ailesi, geceyarısı yayımlanmasına rağmen gündüz kuşağında sırıtmayacak kadar sıradan. vasatlığını mazur görmekten artık sıkılmadık mı?
Örnek aldığı işlerin en az 20 yıl gerisinde. Bir şey ilk kez yapıldığı için Seth MacFarlane’in 1999’da yarattığı ‘Family Guy’ onu milyar dolarlık bir imparatorluğun, Oscar sunuculuğuna giden şöhretin hakimi yaptı. Son sezon Fox’a 100 milyon dolara satıldı. Reklamcıların en çok ağzını sulandıran 18-34 yaş grubu izleyiciler arasında ilk kez Simpsons’ı geçti. Bunu bir neandertalin sosyal görüşüne sahip baş karakteri Peter Griffin, konuşan, martini içen, entellektüel bir köpek ve annesini öldürme planları kuran şeytan akıllı İngiliz aksanlı bir bebekle yaptı.
AIDS, homoseksüellik, kürtaj, zihinsel engel, tecavüz, ensest, ırkçılık, uyuşturucu, her türlü fetiş ve sapkınlık Seth MacFarlane’in ‘American Dad’de de devam ettirdiği günlük meseleler. Bu yüzden ABD’de ilk olmasa da, son yılların en cesur yetişkin animasyonlarından biri.
Fırıldak Ailesi de bizde ‘ekranların büyükler için yapılan ilk animasyonu’.
Herhalde ‘büyükler için’ olduğundan saat 23.30’da (hatta ikinci bölümü 00.00’da) ekrana geliyor. Muhtemelen ‘yetişkin içeriği’, gençlerin ve çocukların kaldıramayacağı uç mizahi unsurlar içereceği için prime time kuşağının arkasına gizleniyor.
‘Family Guy’ gibi büyük bir fenomenle karşılaştırmak haksızlık olsa da Sabri Fırıldak’ın boş beyinliğine Peter Griffin’in ilhamdan fazlasını verdiğini görmemek imkânsız.
ŞİMDİ ÇOK KOMİK BİR ŞEY OLACAK
Ama sorun şu, Fırıldak Ailesi Seth MacFarlane ekolünün absürd, kaba, siyaseten yanlış, hatta insanlık dışı mizah anlayışını Sabri Bey’in ayak kaşıyarak gazete okuması gibi basit bir mizansene indirgiyor.
Uyarlanan roman Hande Altaylı’nın, uyarlayan senarist Mahinur Ergun, yönetmen Gül Oğuz, kameranın karşısındakilerse Özgü Namal (Narin), Burçin Terzioğlu (Deniz), Yasemin Allen (Irmak).
Bu ekip, kadın içişlerinin hakkını veren, uzun zamandır televizyonda görmediğimiz bir ilk bölümle çarşamba günü Kuzey’i bekleyen hemcinslerini karşıladı.
Merhamet’in kızlarından her kadının hayatında mutlaka bir tane vardır. Ya da kendisi mutlaka o kızlardan biridir. Ya Narin gibi inek olmadan çalışkan, korkusuz ama hesaplı, cadı ama kırılgandır ya Deniz gibi hesapsız ama korkak, tembel ama şanslı, deli ama kırılgandır ya da Irmak gibi tiki ama kırılgan.
Bu kızlar lisede de 30’lu yaşlarında da birbirlerini tamamlarlar. Delilik yapan, yanlış kararlarına çalışkan/hesaplı arkadaşının omzunda ağlar, tiki bu ikiliyi kıskanır ama hep kıskanıldığını düşünmek ister.
Merhamet’in Narin-Deniz-Irmak üçlüsü sırf bu formülün tıkır tıkır daha ilk bölümden işlemesiyle bile bize gerçek bir hikâye vaat ediyor.
NARİN-DENİZ-IRMAK GÖSTERİSİ
Ama sadece bir kızsal denklemi çözmekte değil başarısı. Bu kızları özellikle son yılların dizilerinde kötü gen gibi yayılan ‘iyi Türk kızı’/‘kötü Türk kızı’ klişelerine hapsetmeden konuşturması. Özgü Namal’ın sürpriz olmayan iyi oyunculuğundan önce Burçin Terzioğlu’nun müthiş oynadığı Deniz’in zengin İstanbullu ağzını bayağı komik ve kendine has bir dille üzerine cuk oturan bir elbise gibi giymesi... Yasemin Allen’ın “Geje hayatında biraz fren yap ablajım” diye dudaklarını büze büze, boynunu gere gere Irmak’a hayat vermesi. Ve ona gıcık olmamız gerektiğini bilsek de, ablasının gözünden görüp, nihayetinde onun da birinin küçük kız kardeşi olduğunu hatırlayıp, gıcığımızın boğazımızda kalması...
İLKOKULDAN HATIRLADIĞIMIZ ÇOCUKLAR
Ali’nin Ayşe’yi seveceği mahalleye sokaklara saçılan sünnet çocuklarının tantanasıyla giriyoruz. Elbette Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, cumbalı evler, ‘Ah o eski güzel İstanbul’ burası... Ya da şu anda televizyondaki dizilerin neredeyse yarısının çekildiği Beykoz Kundura Fabrikası çevresi.
Salih Kalyon (Kemal) mahallenin berberi/sünnetçisini oynuyor. Oğlu Hakan Yılmaz (Ali) da mahallenin bekar delikanlısı. Olaya bir toplu sünnet vakasıyla girdiğimiz için dizinin tonu da maalesef bitmek tükenmek bilmeyen pipi şakalarıyla, ‘Pipinizi keseceğim!’ çığrışlarıyla, Levent Kırca seviyesinde ‘şunun ucundan tut’ imalarıyla belirleniyor.
İlk bölüm bizi Ali’nin kız kardeşi Ahu ve kocası Yakup’la, aşık olunacak sıradan Ayşe ve pır pır annesi Ayten’le, gecelerin yargıcı gibi her akşam köşe başında biten bir eski arkadaşla, Gülnihal diye başka sıradan bir kızla, bir berber çırağı ve onun sevdiği kafe garsonuyla tanıştırırken mahalleyi de gezdiriyor (elbette neşeli fıyt fıyt keman müziği eşliğinde).
Burası neresi?
Mahalleyi evimiz gibi sevelim, diziyi kendi içimizden bir yere koyalım diye ‘eğlenceli mahallenin sımsıcak insanlarıyla’ tanışıyoruz. Hep neşe doluyuz ama maalesef problem şu: Biz burayı tanımıyoruz.
Gerçek hayatta yaşadığımız sokakta aynı anda bir hipster kafe (mesela Galata), yıkık iki bina arasına sıkışmış derme çatma bir otopark (mesela Kuştepe), cumbalı ‘şirin’ evler (mesela Beylerbeyi), camdan cama çamaşır (Mesela Dolapdere), hırslı duvar yazıları (mesela Gazi Osman Paşa) yok. Bu mahalle her taşıyla Beykoz’da çekilen diğer dizilere benzese de, birçoğunun sete kattığı ruhu, üstelik de mahalle/aile dizisi olma iddiasındayken veremiyor. Beykoz Kundura Fabrikası setinden Kuyudibi gibi bir fantazi çıkaran ‘Suskunlar’ın havasının, ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin nostaljisinin, ‘Karadayı’nın 70’lerinin yanından geçemiyor.
Bir sakal tıraşı ya da ‘frying pan’ alır mıydınız?