Paylaş
MİLANO - Seçimlerden önce 'döngü'yü tamamladım. 30 Mart’a kadar Ortadoğu ya da Batı’da Türkiye konuşmak, Türkiye’yi anlatmak bitti. Ama öyle bir noktaya ulaştık ki seçim sonuçları da Türkiye’nin esas parametrelerini değiştirmeyecek artık.
Yolsuzluğa battığı ve giderek muhaliflerine zulüm yapacak boyutlarda otoriterleşecek bir iktidar hükmünü sürdürdüğü sürece, Türkiye’ye rahat, huzur ve istikrar olmayacak.
İki hafta içinde beşinci ya da altıncı kez 'Türkiye' konuşuyorum. Her seferinde farklı bir yer, farklı bir insan topluluğu ve farklı boyutlarıyla. Bu kez Milano’da.
Bağdat’tan başladık, milletvekilleri, entelektüeller, diplomatlar ve akademisyenlerin yer aldığı 50 kişilik bir topluluk önünde, olağandışı güvenlik şartlarında, Bağdat’ın 'Pembe Bölgesi'nde 'Türkiye-Irak İlişkileri ve Geleceği' konuluydu ilk toplantı. Önceki günkü Irak basınında geniş biçimde yer almış.
İkincisi, 'Yeşil Bölge'deki parlamento binasında, Irak Parlamentosu’nun Dış İlişkiler Komisyonu'yla idi. Üçüncüsü, 'Kürdistan’ın kalbi' sayılan Süleymaniye’de açılış oturumuna Ahmet Davutoğlu’nun katıldığı uluslararası bir forumda, 'Bölgede etnik çatışma ve mezhep çatışmasının geleceği' başlıklı paneldeydi.
Irak ve Kürdistan sonrasında, İstanbul’da ülkemizin tanınmış aydınlarının bir araya geldiği bir toplantıda, arkasından Erzurum-Palandöken’de, Türkiye’nin ekonomik hayatında çok özel ve önemli rol oynayan bir grup insanla birlikte oldum. Yani, Türkiye ve Türkiye’yi konuşmayı Türkiye’de sürdürdük.
Milano’da olanı ise İtalya Dışişleri Bakanlığı, Ortadoğu’da Barış İçin İtalyan Merkezi, UniCredit, Milano Ticaret Odası ve EAST Global Geopolitics gibi kurum ve kuruluşların 'Fenomeno Turchia' yani 'Türkiye Olgusu' başlıklı bir dizi yuvarlak masa toplantısının son halkası. Milano’daki 'Yuvarlak Masa'nın konu başlığı 'Türkiye: Değişen Ortadoğu’da Dış Politika'. Dünyanın önde gelen İslamologlarından Olivier Roy, İtalya’nın eski Sovyetler Birliği Büyükelçisi olan Corriere della Sera’nın köşe yazarlarından Sergio Romano, İtalyan jeopolitik profesörü Riccardo Redaelli, Mısırlı profesör Behçet Kurani. Afgan kökenli genç bir akademisyen ve insan hakları aktivisti ve benden oluşan bir panelistler topluluğu ile Avrupa’da Türkiye konuşuyoruz.
Toplantıdan önce Mısırlı profesör Kurani bana, aniden, "Türkiye’de askerin geri dönmesi ihtimali var mı" diye sordu.
'Askerin geri dönmesi'nden, elbette ki 'askeri darbe' ihtimali kastediliyor. "Bu ihtimal hâlâ var mı?" Bu sorunun, bir yıllık Müslüman Kardeşler iktidarının yaşandığı ve ardından Müslüman Kardeşler’e karşı neredeyse büyük bir halk ayaklanmasını vesile eden General Abdülfettah Sisi’nin askeri darbesinin yaşandığı bir ülkenin akademisyeninden gelmesi ilginç. Soruyu soran, Mısır’daki her iki tarafa da uzak.
Ona, "Çok yakın tarihe kadar bu soruya muhatap olsaydım; 'kesinlikle söz konusu değil' cevabını verirdim. Bugün birçok Türk de hâlâ aynı kanıda. Ben, kısa bir süreden beri bunun yeniden ihtimal dahiline girdiğini söyleyebilirim" dedim ve nedenini açıkladım: "Tayyip Erdoğan, asker ile bir nevi Faustian Pact yaptı."
İngilizce Faustian Pact ya da Faustian Bargain diye ifade edilen 'Faustça Anlaşma' diye Türkçeye çevrilebilecek kavram, siyasal ilişkilerde yaygın biçimde kullanılır. 'Şeytanla işbirliği' anlamı taşır. Kökü, nice edebi esere, en önemlisi Göethe’nin 'Faust' adlı oyununa ilham veren bir Alman efsanesindedir.
Efsaneye göre Faust, çok başarılı ama hayatından mutsuz bir âlimdir. Bunun üzerine Şeytan ile bir anlaşma yapar. Sınırsız bilgi ve dünyevi zevkler (bunu güncel yaşamımızda mülk edinme amaçlı yolsuzluk ve bunu güvence altına alacak iktidar gücü diye ‘tefsir’ edebilirsiniz cç) karşılığında ruhunu Şeytan’a satar. 'Faustian Pact' ya da 'Faustian Bargain' siyasal ilişkiler terminolojisinde, 'ihtiraslı bir kişinin, iktidar ve bir süre başarı uğruna ‘moral bütünlüğü’nü yani ‘ahlaki değerleri’ni terk etmesi' şeklinde bir anlam taşır.
Yolsuzluklar ile iktidarının silinmez bir leke aldığı günden itibaren Tayyip Erdoğan’ın ortaya koyduğu performansa bakıldığında, vardığı nokta 'asker' ile 'Faustian Pact' yapmış olduğunu akıllara getiriyor.
Tayyip Erdoğan’ın iktidar döneminin en büyük kazanımı, 'askeri vesayetin geriletilmesi' idi. Bunu simgeleyen ise Ergenekon davasıydı. Şimdi bu davanın en önemli sanıklarının ve onlarla birlikte Türkiye’nin en karanlık cinayetlerinin sanıkları sanki beraat kararı almış gibi dışarı çıktılar.
Ergenekon ve Balyoz davalarında çok sayıda haksızlık yapıldığı doğru. Kurunun yanında, kurudan katbekat yaş yanmış olduğu da doğru. Bu adaletsizlik halinin düzeltilmesi de çok gerekliydi. Ancak ne yazık ki yapılmış olan bu değil.
Vicdanları daha da yaralayan bir uygulama. Yolsuzluk soruşturmasının bastırılması ve üzerinin kapatılması için girişilen yeni bir ittifak.
Bundan sonra "Askeri darbe ihtimali Türkiye’de hâlâ var mı" sorusunun cevabı kısa ve basittir: Evet. Var.
Berkin Elvan’ın ölümüyle ortaya çıkan, büyük bir öfke enerjisidir. Zulümden yolsuzluğa uzanan, vicdansızlığın ülke yönetimine egemen olduğunun görülmesi üzerine artan öfke enerjisi. Türkiye büyük çalkantılara gebe.
Seçim sonuçları da Türkiye’deki çalkantıyı yatıştıracağa benzemiyor. Hele 'Faustian Pact'ın sonuçları her geçen gün daha da belirginleştikçe, seçimlerden hangi sonuç çıkarsa çalkantıların önünü almak zorlaşacak.
Bu arada, bugün geldiğimiz noktada, Tayyip Erdoğan’ın, bir dönem 'darbecilik suçlaması' yapmış olduğu askerlerle zımnen de olsa oluşturduğu 'yeni ittifak', artık 'demokratların da bölündüğü' sözünü artık anlamsızlaştırmış durumda. Tayyip Erdoğan’ın yanında sadece, her dönemde görülebilir türden 'kapıkulları' kaldı. Birkaç kişi. Zira, hiçbir 'demokrat' artık onun yanında olamaz.
Unutmadan; Milano’da International New York Times’da David Brooks imzalı 'Lidersizlik Doktrini' adlı son derece ilginç bir yazı okudum. ABD’nin 'dünya liderliği'nden ayrıldığını öne sürüyor ve bunun nedenlerini irdeliyordu. Yazısının sonu Türkiye’nin bugünkü halini anlamak bakımından da önemli ipuçları sunuyor:
"Birçok insanın, sanki tarih liderliksizmiş gibi davrandığı bir ülkede yaşıyoruz. Olaylar, tabandan yukarıya doğru kendiliğinden meydana geliyorlar. Böyle bir toplumu yönetmek ve yönlendirmek çok zordur. Böyle bir toplum ancak kısa süreli bile olsa, yoğun ahlaki sadakat duygusu uyandıran birisi tarafından yönetilebilir."
Türkiye’de böyle bir durum var mı?
'Yolsuzluk' meselesinin bir iktidar için 'ölümcül' olduğunu bu nedenle başından beri ısrarla vurguladık.
Bütün bu nedenlerle henüz 'Ayrılış'tan değilse de şimdiden gerçekleşmiş olan 'Bitiş'ten söz ettik. Seçim sonuçları ne olursa olsun, bu 'olgu' değişmeyecek.
'Ayrılış' ya da 'Ayrılık' ne kadar erken ve en önemlisi 'barışçıl' olursa, Türkiye’nin geleceği daha az tahribatla atlatılabilir.
Şimdiye kadar olanın bile tamiri, zaten yıllar alacak.
Gerçekçi olalım…
Paylaş