Paylaş
AKP listesindeki 'aday soykırımı' partinin kongresinden bir hafta sonra geldiği noktada 'gücü'nü değil tam tersine 'zaafı'nı yansıtıyor.
TREVİSO- Venedik’in yarım saat kuzeyinde, Treviso. Nüfusu 100 binin üzerinde, bizdeki Cizre kadar sayılabilir.
Bu küçük şehirden dünya markaları haline gelmiş olan Benetton’un, Stefanel’in, Sisley’in, Diadoro’nun çıkmış olması tuhaf. Treviso’nun, bu Ortaçağ şehrinin hiç öyle iddialı bir havası yok.
Gelgelelim “dinlerarası diyalog, medeniyetler arası uzlaşma, çoğulcu yaşam” gibi devasa başlıklar altında uluslararası girişimlere destek olmak ve ev sahipliği yapmak gibi bir iddia taşıyor.
Treviso’nun eski şehir merkezinde Palazzo dei Trecento var. Trecento Sarayı, 13. ve 14. Yüzyıldan kalma, sadeliğin mimarisinin güzelliğine sahip eşsiz değerde bir yapı. Saray denince, Ankara’daki Beştepe Sarayı ile karıştırılmasın. İki katlı. İkinci katı boydanboya koca bir salondan ibaret.
Orada, tarih boyunca Treviso Şehir Meclisi toplanmış. Bu haftasonu, Birleşmiş Milletler Medeniyetler Diyaloğu, İtalya Dışişleri Bakanlığı, Treviso şehir yönetimini ve Soleluna (Güneş-Ay) adlı sivil toplum girişiminin ortak girişimi ve ev sahipliğinde “Vicdan, Düşünce ve Din Özgürlüğü-Toplumsal, Ekonomik ve Kültürel İlerlemenin Sınırı” başlıklı uluslararası bir toplantı yapılıyor.
BM Medeniyetler Diyaloğu’nun başını Türkiye (Tayyip Erdoğan) ve İspanya çekerdi. Tayyip Erdoğan ile birlikte Türkiye, bu işlerden elini eteğini çekmiş gözüküyor.
Palazzo dei Trecento’nun sadeliği ile büyüleyen büyük salonunun yüksek duvarlarını süsleyen freskleri seyrediyorum. 13 ve 16. Yüzyıllar arasında yapılmışlar ve “sivil yönetim” ile “adalet” kavramlarını simgeliyorlarmış. Bir bakıma, demokrasi düşüncesinin Rönesans İtalya’sının şehir devletlerinde, ta Ortaçağlarda bile görülebilecek filizleri gibi gözüküyorlar gözüme.
Türkiye’de her iki kavramın, şu günlerde ne hale getirilmiş olduğu, ülkede nasıl bir “demokrasi açığı” yaşandığı düşüncesini zihnimi yalıyor.
Bir yandan, fresklerin önündeki kürsü masasından konuşan BM Genel Sekreteri’nin “soykırım danışmanı”, Senegalli hukukçu Adama Dieng’i dinliyor, bir yandan da sanki Treviso Şehir Meclisi’nin 14. Yüzyıl’daki mensupları gibi dizilmiş olduğumuz sıralardaki yüzlerin üzerinde gözlerimi gezdiriyorum…
Hemen solumda Hişam el-Aşmavi oturuyor. Mısır-Amerikan İş Derneği’nin başkanı, tanınmış Mısırlı ekonomist. Katılımcıların birçoğu eski tanıdıklar. İki yanımda, Irak Parlamentosu’nun eski başkanı, Müslüman Kardeşler’in Irak kolundan olduğu öne sürülen Haşim el-Hasani (Sünni). DAİŞ’e ve “İslam dünyasının içinden gelen kendi hastalıklarımız”a ilişkin çok çarpıcı bir konuşma yaptı. Onun yanında Giselle Khoury. Lübnanlı tanınmış televizyoncu. “Türkiye için endişeliyim. Tayyip Erdoğan’ı konuşalım” diyor bana.
Giselle Khoury, Filistin-Suriye kökenli Lübnanlı ünlü gazeteci-yazar Semir Kassir’in dul eşi. Semir Kassir, 2005 yılında bizdeki Uğur Mumcu suikastına andıran bir yöntemle, Beyrut’ta evinin önünde arabasına çalıştırdığı anda havaya uçurulmuştu. Suikastın Suriye rejimi tarafından düzenlenmiş olduğu kanaati yaygın.
Tam karşımda, Irak’ın tarihindeki tek “İnsan Hakları Bakanı” unvanını taşımış, sevgili dostum Kerküklü Kürt Bahtiyar Emin oturuyor. Saddam Hüseyin, Bahtiyar’ın bakanlığı sırasında yakalanıp, hapishaneye konulmuştu. Bahtiyar’ın “İnsan Hakları Bakanı” sıfatıyla “icraatlarından biri”, Saddam’ın hücresine bir televizyon yerleştirmek olmuştu; Celâl Talabani’nin Cumhurbaşkanı olarak yemin törenini izleyebilmesi için.
Bahtiyar Emin’in yanında, 1991 Madrid Barış Konferansı’nda Ürdün-Filistin heyetinin başkanı, İsrail ile barış görüşmelerini yürütmüş olan eski Ürdün Dışişleri Bakanı Kamil Abu Cabir.
Ve Necef’teki Şii ulemasını –Başta Büyük Ayetullah Sistani’yi- temsilen gelen, başında Seyyit sıfatı taşıyanların giydiği siyah sarığıyla Salih el-Hekim.
Seyyit Salih el-Hekim, İtalyan entellektüellerini kendisine hayran bırakan kavramsal konuşmasıyla Treviso’da dikkatleri üzerinde topladı. Ben de kendisinden İstanbul’da, Ahmet Davutoğlu ile yaptığı uzun görüşmelerin içeriğini dinledim.
Nerede olursak olalım, Türkiye’yi –özellikle bugünlerde- beraberimizde taşıdığımız için Treviso’da da bir yandan gözüm sürekli önümdeki telefonda ve bilgisayarda, Türkiye’de olan-biteni anı anına izlemeye çalışıyorum. Bu arada, ilan edilen 1 Kasım seçim listelerine; özellikle yüzde 40’ı değiştirilen AKP listesine göz atıyorum.
AKP listesine göz atarken, Van’dan, kamu görevlisi olan çok eski bir dosttan, mesaj geliyor. “Acaba AKP listesinin dün (önceki) akşam Abdullah Gül’ün konuşmasıyla alakası var mı?” diye soruyor.
Sorusuna bir de yorum ekliyor: “Bazı isimler dünden dolayı listeye alındı. Çünkü risk alamadılar. Zordalar. Van’da Beşir Atalay aday. Abdullah Gül’ün konuşması üzerine AKP’nin yüzde 2-3 oy kaybı söz konusu olacaktı. Telafi etmeye çalışıyorlar.”
Abdullah Gül, uzun bir aradan sonra ilk kez televizyona çıktığında İstanbul’daydım. Cumhurbaşkanlığı sona erdikten sonra kendisiyle birkaç kez görüşmüştüm. Televizyonda anlattıkları benim açımdan hayli tanıdıktı.
Gül’ün perşembe akşamı söylediklerinden daha öteye “eleştirel” görüşler taşıdığını biliyorum. Ancak, beklediğimden daha öteye geçen bir “içerikte” konuştu. Onunla yakınlıklarından ötürü şunun şurasında bir hafta önce AKP Kongresi’nde MKYK listesi dışına çıkarılmış olan ve aday listelerinde yer almaları söz konusu olmayan bazı isimlerin –Ali Babacan ve Beşir Atalay başta olmak üzere- “liste başı” olarak ilan edilmiş olmalarını nasıl açıklamak gerekir?
Eğer, Tayyip Erdoğan’ın AKP Yönetimi’ni Ahmet Davutoğlu’na rağmen kendi bildiği gibi oluştururken, “Gül ve yakınları”nı “tasfiye ederken” birkaç gün içinde ortaya çıkan bu tablonun anlamı nedir?
Muhtemelen Abdullah Gül’ün televizyona çıkma zamanlaması ve konuşma içeriğinin yanı sıra, AKP Kongre sonuçlarının “AKP camiası”nda yarattığı sarsıntının yol açacağı oy kaybının göze alınamayacak noktaya ulaşması…
Bu arada ben de Treviso’dan Van’a bir soru yönelttim:
“Atalay’ın AKP birinci sırasında aday gösterilmesi Van’da bir fark yaratır mı? AKP listesinin, 7 Haziran öncesine oranla yüzde 40 değiştirilmesi, 7 Haziran’da elde edemedikleri ‘başarılı sonuç’a yol açar mı?”
Van’dan cevap şöyle geldi:
“Çok zor. Van’da belki 1 olmaz 2 olur. Benim tahminim (AKP için) yüzde 38. Tabii, eğer seçim olursa. HDP şu an yüzde 15. Erdoğan meydanlara inerse yüzde 17’yi aşar. İktidar şu anda dünyadan kopmuş durumda…”
Aynı mesaj sahibinin ilginç satırları:
“Bölgede çalışan güvenlik memurları, bizlerle görüştüklerinde şu andaki savaşın ‘başkanlık savaşı’ olduğuna inanıyorlar. Ailelerimize de söylüyoruz, bunun sorumlusuna ve sorumlularına oy verdirmeyeceğiz…”
Kısacası, AKP listesindeki “aday soykırımı” partinin kongresinden bir hafta sonra geldiği noktada “gücü”nü değil tam tersine “zaafı”nı yansıtıyor. Abdullah Gül, konuşmasıyla “liste değişikliği zorunluluğu”nu tetiklemiş oldu.
Şimdi sıra, 7 Haziran’da olduğu gibi, hatta daha da ağır bir “seçim başarısızlığı”nda.
Doğru dürüst bir seçim olması kaydıyla, Erdoğan ve AKP hesabına bir “seçim başarısızlığı”nın nelere gebe olabileceğini, son 48 saatten beri daha net görebiliyoruz.
Türkiye’nin selameti “tek adam” hülyalarının ve “tek başına AKP iktidarı”nın son bulmasında…
Paylaş