Paylaş
Ortadoğu, 16. Yüzyıl Avrupa tarihindeki "Otuz Yıl Savaşları"nı andıran "tarihi bir geçiş dönemi" yaşanıyor. Uzun sürecek bir savaş bu…
Dış politikanın seçimlere üç hafta kala öne çıkmaması, elbette, anlaşılabilir bir şey. Bununla birlikte, kendine özgü bir başkanlık sistemini fiilen yürürlüğe koymuş olan Tayyip Erdoğan’ın “dış politikası”nın “omurgası” Suriye üzerinden şekilleniyor; ve kamuoyunun dikkatinin dış politika üzerine şu dönemde odaklanmaması, ne kadar anlaşılır ise “Suriye politikası”nın –önü alınmadığı takdirde- Türkiye’nin yakın geleceğinde önlenemez “iç tahribat”a yol açması da o ölçüde kaçınılmaz.
“Türkiye ile Suudi Arabistan’ın Suriye’deki izdivacı” başlıklı dünkü yazımın sonunu şöyle bağlamıştım:
“Türkiye ile Suudi Arabistan’ın ‘Suriye’deki izdivacı’ bir yönüyle IŞİD’e karşı iken, ister istemez, özünde IŞİD ile ‘aynı ideoloji’deki ‘Selefi-İslâmcı’ gruplara kapıları açıyor.
Bu “dinamik”, bir yandan Türkiye’de ‘rejim değişikliği’ni zorlayacak nitelikler ifade ederken, diğer yandan da Suriye’nin ‘Türkiye’nin Vietnam’ı’ olması tehlikesini öne çıkartıyor.”
Önceki yazılarımı ve özellikle son iki yazımı okuyanlar, Türkiye’nin Suudi Arabistan ile birlikte Suriye’deki yeni oluşan “Fetih Ordusu”na ve bu yeni “askeri güç”ün belkemiğini oluşturan el-Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi’ni dolaylı, Ahrar eş-Şam adlı Selefi örgütü doğrudan destek vermekte olduğuna dikkat etmişlerdir.
Paralar Suudi Arabistan’dan, bu örgütlere her tür destek Türkiye’den. Bunun neticesinde, son haftalarda “Kuzey Suriye”de bu örgütler, Şam rejimine karşı askeri başarılar elde ettiler ve kimileri Başşar Esad rejiminin günlerini yeniden saymaya başladı.
“Turkey’s Role in a Shifting Syria” (Değişen Suriye’de Türkiye’nin Rolü) başlıklı yazısına dün gönderme yaptığımız uzman Aaron Stein, aynı yazıda, Türkiye’nin söz konusu “İslamcı-Selefi” gruplara askeri desteğini şöyle açıklıyor:
“Bu politika Ankara’nın IŞİD tehdidine dair algısından kaynaklanıyor. Türkiye IŞİD’in ortaya çıkışını son tahlilde Başar Esad’ın zulmüne bağlıyor ve IŞİD’in Suriye rejimiyle Suriye’nin ulusal muhalefet güçlerini saf dışı bırakmak için zımnî ittifak yaptığını öne sürüyor. Dolayısıyla, IŞİD’in yenilmesi sorunun kaynağının ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir: Esad. Esad yenildiği takdirde, el-Kaide’ye Suriye desteği de azalacak ve şu sırada Nusra ve müttefik Selefi isyancı gruplarla birlikte savaşmakta olan liderler ve savaşçıların dönüştürülmesi imkânları doğacaktır.”
Aaron Stein’in bu açıklaması doğrudur ama eksiktir.
Suriye’deki Sünni-Selefi örgütlerin büyümesinde ve güçlenmesinde, Başşar rejiminin zulmü kadar, S. Arabistan’dan, Katar’dan, Birleşik Arap Emirlikleri’nden akıtılan paraların, silahların ve en önemlisi bütün bunlara eşlik eden “Vahabi ideoloji”nin büyük etkisi vardır.
Tayyip Erdoğan’ın şahsında “Yeni Türkiye”nin bu tür örgütlere yaklaşımında “ideolojik boyut” gözden kaçırılmamalıdır.
Türkiye, bütün bunlara “geçiş” sağlar ve söz konusu örgütlerin “bir numaralı lojistik destek üssü”nü oluşturur ve kendi “devlet kurumları”nı bu tür örgütler ile yakın ilişkiye sevkederken, kaçınılmaz olarak, bunlar ile “interaktif” ilişki içine girmektedir. Kendi kurumlarını da “Selefi akımlar”ın “enfeksiyonu”na açık hale getirmekte ve Türkiye adlı devletin “Selefilik”e “bağışıklığı” zaman içinde ortadan kalkmaktadır.
Suriye zemininde “Suudi Arabistan ile izdivac”ın “doğal meyvesi” budur. Ve bu “yeni Türkiye”nin, nasıl tedrici bir “rejim değişikliği”ne doğru yöneldiğinin ipuçlarını vermektedir.
Suriye denilen “jeopolitik saha”, ne yazık ki “Arap Baharı”nın aslında artık hiçbir ülkede kalmayan “demokratik serpintileri”nin yeşereceği bir alan olmaktan çıkmış, bölge çapındaki “vekâlet savaşı”nın merkezi olmuştur. Bir başka deyimle, acımasız ve akıl almaz ölçülerde tahripkâr bir “mezhep çatışması” alanıdır.
Arkasına İran’ı almış olarak Şiîliğin tüm türevleri ile Sünnilik Suriye sahasında amansız bir savaşa tutuşmuşlardır. Sünniliğin “silahlı gücü” olarak yerine göre IŞİD, onun olmadığı ya da zayıf olduğu yerlerde ise onunla “ideolojik yakın akrabalık” içinde olan –Nusra gibi, Ahrar eş-Şam gibi- güçler ön almıştır. Arkalarında da, İran’a karşı Suudi Arabistan, diğer Körfez monarşileri ve müttefikleri “Yeni Türkiye” yani Tayyip Erdoğan.
Savaş yakında Tayyip Erdoğan’ın “sıfır toplamlı oyunu”nun hedefi olan Başşar Esad’ın yıkılması ile sonuçlanacak ise bir dış politika başarı ölçüsünden dem vurulabilir. Ama, bu söz konusu değildir. Suriye’deki savaşın ömrü, maalesef “uzun” süreceğe benziyor.
Önceki gün ABD Başkanı Obama, el-Arabiye televizyonuna “Suriye’deki durum yürek burkuyor ama son derece karmaşık” dedikten sonra, kendi görev süresinin sonuna dek çözülmesini beklemediğini söyledi. “Derin geçmişi olan kinlerden kaynaklanan bir iç savaş söz konusu. Bu, Amerika’nın tetiklediği bir şey değil ve Amerika’nın durdurabileceği cinsten bir şey de değil” dedi.
Ve çatışmanın son bulması içi ABD’nin Körfez’deki müttefikleri ile Türkiye gibi ülkelerin işbirliğinin gerekliği olduğunun altını çizerek ekledi: “Bir askeri çözüm, çözüm olmayacaktır.”
Türkiye ise tam tersine “saha”daki son askeri gelişmelerden umuda kapılarak “askeri çözüm” konusunda çok umutlanmış durumda.
Tam bu noktada al-Monitor’da “İran’ın Yeni Suriye Stratejisi” başlıklı Ali Haşim’in çarpıcı makalesine göz atalım. Ali Haşim’i yakından tanıyorum. El-Meyadin tv’nin Tahran temsilcisi. Suriye’ye de sık sık girip çıkan Lübnanlı meslektaşım. Suriye’deki savaşa ilişkin olarak üst düzey bir İranlı askeri kaynağın şu sözlerini aktarıyor:
“Bu, Ortadoğu tarihinin en büyük savaşlarından biri. Binlerce kişi savundukları inançlar için hayatlarını veriyorlar. İki tarafta da olan bu. Biz, haktan yana olduğumuza inanıyoruz, karşı taraf da öyle... Düşman bize karşı yürüttüğü psikolojik savaşta, nükleer anlaşma karşılığında Suriye’yi terkedeceğimizi yayıyor. Suriye hiçbir zaman görüşme masasında olmadı... Amerika’nın bizden daha fazla muhtaç olduğu bir anlaşma için satacak kadar ucuz bir kanımız yok. Suriye’de bir kutsal savaş yürütüyoruz. Bu bölgeyi İslam’ın yanlış yorumundan kurtarma, hem Sünnilere ve hem de Şiilere karşı olan Vahabizm’den kurtarma savaşı bu... Suriye’de İslam için, bölge için savaşıyoruz ve buna 1979 [İran] Devrimi’ne inandığımız kadar inanıyoruz...”
Ortadoğu’daki amansız mezhep çatışması yaşandığını doğrulayan bir açıklama. Suriye, söz konusu bu “amansız mezhep çatışması”nın “Vekâlet Savaşı” biçiminde yürütüldüğü ana sahnesi.
Bölgede, 16. Yüzyıl Avrupa tarihindeki “Otuz Yıl Savaşları”nı andıran “tarihi bir geçiş dönemi” yaşanıyor.
“Suriye sahnesi”ndeki “Vekâlet Savaşı”nın bir tarafında İran var.
Uzun sürecek bir savaş bu.
Savaşın diğer (karşı) tarafında yer alan ve Selefi-Vahabi örgütlerle kucak kucağa “mezhepçi” bir “tek adam” yönetimindeki “otoriter Türkiye”ye ne dersiniz?
Sınırlarının dibinde “uzun süreli” olacağı anlaşılan bir savaşa, bir tür “çıkışı olmayan bataklığa”, yöneticilerinin “ideolojik tercihleri”, “mezhepçi siyasi pozisyonu” ve en önemlisi “sahadaki müttefikleri” aracılığıyla saplanan bir Türkiye...
“Suriye, Türkiye’nin Vietnam’ı olabilir mi?” sorusunu bir kez daha düşünebilir misiniz?
Paylaş