Herhalde pek az kitabın bir ülkenin siyasi geleceğinde, Doğan Kitap’tan bugün piyasaya sürülecek olan Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl- Yaşadım, gördüm, yazdım” adlı kitabı kadar etkisi olacak.
Ahmet Sever, sadece meslektaşım değil, uzun bir geçmişe dayalı sevgiye ve güvene dayalı, birçok ortak tecrübeden geçmiş dayanıklı bir dostluğa sahip olduğum bir arkadaşım. Ahmet Sever ile Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının çok öncesinde, daha o Abdullah Gül ile birbirlerini tanımazlarken başlamış olan meslektaşlığımız ve arkadaşlığımız, Gül’ün cumhurbaşkanlığı süresinde ve sonrasında da kesintisiz devam etti.
Dolayısıyla, bugün yayınlandıktan sonra “bomba etkisi” yapması beklenen kitabının yazılış öyküsünden ve içeriğinde neler bulunduğundan haberim olmuştu.
Aramızdaki dostluk, Gezi günlerinde kan dökülmesinin önlenmesi için Cumhurbaşkanı Gül nezdinde girişimlere de imkân vermişti. Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında Gezi sırasında Gül ile Tayyip Erdoğan nerede, nasıl ters düştüğüne, bu arada Gül’ün Erdoğan ile hangi konularda ayrıştığına ve en önemlisi “27 Nisan e-muhtıra gecesi” dahil olmak üzere, askerlere dayalı “vesayet rejimi”nin geriletilmesinde kimin ne yaptığına, nasıl davrandığına ve ne kadar payının olduğuna ilişkin “bilgiler”in ortaya çıkması, sadece AKP iktidar dönemlerine ait “geçmiş”in daha iyi öğrenilmesinde değil, bundan sonra AKP ile ilgili olarak, Türkiye’nin “siyasi geleceğinin çizilmesi”nde de etkili olabilecek.
Zaten daha kitap çıkmadan, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında “açık duran makas” kendisini her ikisinin “koalisyon tercihleri”nin farklı olduğuna dair, spekülasyonlarda da ortaya koyuyor. Buna göre, Erdoğan, AKP-MHP koalisyonundan, Gül ise AKP-CHP koalisyonundan yana imiş.
Tayyip Erdoğan’ın, kaybettiği gücünü geri almayı düşlediği bir “erken seçim”in önceliği olduğu bir sır değil. Abdullah Gül’ün önceliğinin ne olduğu, şimdilik, şüpheli.
Bu iki isim kadar ağırlık taşımayan ama Başbakan ve AKP Genel Başkanı sıfatını taşımaya devam eden Ahmet Davutoğlu’nun önceliğinin ise “iktidarını, zayıflamış olsa da korumaya” yönelik olduğu belli oluyor.
AKP 13 yıldan beri iktidarda. Türkiye’nin seçimli demokrasi tarihinde bu kadar uzun, aralıksız bir iktidar süresi hiçbir partiye nasip olmadı.
AKP’nin iktidar süresine yaklaşan, belki onu egale edip, hatta geçebilecek olan sadece, çok uzun CHP “tek parti” iktidarının üzerine gelen DP iktidarıydı. Onun önü Türkiye’nin en berbat geleneği haline dönüşen “askeri darbeler zincisi”nin ilk halkasıyla, 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle kesildi.
AKP iktidarının önünü ise, “seçmen” yani Türkiye halkı kesti. Türkiye’nin demokratik ufku, demokrasi umutları bakımından, her şey için, her bakımdan fevkalâde bir gelişme oldu.
Eğer, AKP iktidarının önü –ve en önemlisi Tayyip Erdoğan’ın “Tek Adam” hesapları- 7 Haziran 2015’te kesilmeseydi, Türkiye, tepesinde Tayyip Erdoğan’ın oturduğu “AK partili” giderek “kararan” bir geleceğe doğru ilerleyecekti. Demokratik denetim mekanizmaları ve kurumlarının adım adım kaldırılacağı bu gelecekte, “askeri darbe” ihtimali de giderek güçlenecekti.
Ondokuzuncu yüzyılda yaşamış olan İngiliz tarihçi ve düşünür Lord Acton’ın kendisinden daha ünlü sözüdür: “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar.” (İngilizcesi: Power corrupts, absolute power corrupts absolutely.)
Tayyip Erdoğan’ın başına gelen buydu. Hem onun, hem 13 yıl gibi uzun süre iktidarda olan, dolayısıyla iktidar nimetleriyle, medyasıyla, müteahhitleriyle “Havuz”dan nemalanarak dinden imandan çıkan ve fena halde “dünyevileşen”, aralarından bazıları gözbebeklerine kadar yolsuzluk bataklığına girmiş bulunan AKP’nin başına gelen de buydu.
Bozuldular. Kesinlikle, mutlak şekilde bozuldular. Üstelik, Tayyip Erdoğan, giderek bozulduğu mevcut iktidarını “mutlak iktidarı”na dönüştürmek için 7 Haziran seçimlerinde AKP için “mutlak çoğunluk” isteyerek sahaya indi.
Yüzlerce saat bir o, bir de başbakanlığa yerleştirdiği Ahmet Davutoğlu’nun sesini duyduk. Cumhurbaşkanı, herkese sürekli hakaret ediyor, tehditlerde bulunuyor; başbakanı, onu taklit peşinde kısılmış ve yer yer çatlayan sesiyle muhalefete lâf yetiştirmeye çalışıyordu.
Seçim gününün gece yarısıydı. İstanbul’un orta yerinde Murat Belge’yi taksiye binerken gördüm. Görüşmeyeli epey bir zaman olmuştu. Seslendim. Döndü. Kollarını açarak bana doğru ilerledi. Sarıldık. Kulağına eğildim, “Hayatımın en mutlu gecelerimden biri bu” dedim. İki adım geri adım attı, kollarını daha da açtı, “Benim için birincisi” dedi.
Selahattin Demirtaş, kısa süre önce konuşmuş; “Başkanlık tartışması şu saat itibarıyla sona ermiştir. Diktatörlük tartışması son bulmuştur. Türkiye, felâketin eşiğinden dönmüştür” demişti.
Demirtaş’ı İMÇ televizyonunda seçim gecesi yayınında ekran karşısında iken yayına ara verildiği sırada dinlemiştim. Kulağımda o sözler, bir İstanbul gece yarısında beni şehrin orta yerine bırakan arabadan iner inmez, Murat Belge ile karşılaşmıştım.
İkimiz de uzun birer siyasi geçmişe sahipiz. Bu ülkede çok şeyler yaşadık, gördük geçirdik. Birimiz yetmiş yaşının biraz üzerinde, diğeri hayli yakınında. Gerek Murat Belge, gerekse ben, AKP’ye karşı kuruluşundan başlayarak, 2002, 2007 ve hatta 2011 seçimlerinde, bırakın olumsuz bir tavır almayı, demokrasi ve reform yolunda yol aldığı dönemlerde destek vermiş isimleriz.
Bugün 7 Haziran. Seçim günü. Seçim yasakları yürürlükte. Seçimle ilgili bir şey yazılamaz.
Ama haber yazılmasına bir engel yok.
Haberiniz olmuş olabilir ama yine de ben yazayım...
Önceki gün akşamüstü Diyarbakır’da sokakları ve meydanları dolduran yüzbinlerce insanımıza saldırıldı. Haberiniz var mı?
Diyarbakır’da katliam yapılmak istendi. Haberiniz oldu mu?
Diyarbakır’da akıtılan kan, günlerdir sık sık vurguladığımız “provokasyon” kaygısının maalesef doğrulanmasıydı.
Diyarbakır provokasyonundan haberiniz oldu, değil mi?
Diyarbakır eğilmez. Diyarbakır boyun eğmez. Diyarbakır yıkılmaz.
İki gün sonra Türkiye halkı, TBMM’ye temsilcilerini göndermek üzere sandıklara gitmiş olmayacak. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “güvenoyu” verip vermediğini ortaya koymak amacıyla sandık başına gitmiş olacak.
Adı “7 Haziran genel seçimleri” olsa bile, 7 Haziran, bir “Cumhurbaşkanlığı referandumu”, bir başka deyimle “Tayyip Erdoğan referandumu” haline geldi.
Daha doğrusu, bunu Tayyip Erdoğan’ın kendisi bu hale getirdi. Bunun böyle olmasını şu iki şekilden ötürü yaptı:
1. Bugüne dek hiçbir cumhurbaşkanının yapmadığı bir şekilde, sahaya indi ve gayet enerjik bir kampanya yürüttü. Her gün, birçok kez, birden fazla yerde, hatta iki seferden fazla konuştu. Kendisini kampanyanın “merkezi”ne yerleştirdi ve seçimi kendisiyle ilgili hale getiriverdi.
2. Kimi durumda üstü kapalı biçimde, kimi durumda, özellikle “pabucun pahalı olduğu”nu sezdiği son günlerde açıkça, iktidardaki AKP için oy istedi. Bunu, anayasayı kendisine büyük yetkiler verecek bir “başkanlık sistemi” için istediğini ilân etti
Bütün bunları yaparken, muhalefet partisi liderlerine ağır eleştiriler, hatta hakaretler yöneltti ve kendisini 7 Haziran seçiminin “bir numaralı tarafı” olarak ortaya koydu.
Seçimlere, çok insan için Türkiye’nin “kader seçimi” olarak görülen 7 Haziran’a üç gün kadar bir süre kaldı. Bir haftanın yarısı kadar bir süre içinde, seçimlerin nasıl bir sonuç vereceğini öğrenebileceğiz.
Ama 7 Haziran seçimi, ne sonuç verecek olursa olsun, şimdiden belli olan bir sonuç var: Tayyip Erdoğan, seçilmesinin üzerinden bir yıl bile geçmeden, kendisinin ve cumhurbaşkanlığı makamının saygınlığını ortadan kaldırmış, bir anlamda kendi kendisini tüketmiştir!
7 Haziran günü, genel seçimler değil, cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılsaydı, Tayyip Erdoğan, son haftalarda ve özellikle son birkaç gün içinde ortaya koyduğu performans ile, mümkün değil, cumhurbaşkanı seçilemezdi.
Tayyip Erdoğan’ın her zaman AKP’den daha fazla oyu olduğu kanaati kamuoyunda egemen olmuştur. Gerçekten de, AKP hiçbir vakit, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında elde ettiği yüzde 52 oy oranını bulamamıştır.
Cumhuriyet gazetesi, dün, logosunun yanından “Susmak Yok” başlıklı bir başyazı yayımladı. Tümünün altına imzamı attığımı beyan ettiğim “Susmak Yok”un ilk bölümünü aynen yayımlıyorum:
“Ülkemizdeki yargı kurumu suçu ve suçluları değil, bunları açığa çıkaran gazetecileri yargılıyor.
Bu durum, mevcut mekanizmanın bir yargı kurumu olmaktan çıkıp, ağır suçları örten, suçluları koruyan hukuk dışı bir yapıya dönüştüğünü gösteriyor.
Böylesi bir yapının yaptığı işlemler, hukukla ve yasayla açıklanamaz. O halde artık yürütme gücünün tasarruflarının hukuki denetiminden, yasadışına çıkanların soruşturulmasından söz etmenin bir anlamı da kalmadı.
Ülke ve yargısı bakımından zavallı ve sefil bir durumla karşı karşıyayız. Yasadışı iş ve işlemlerin meşru gösterilmeye çalışıldığı ara dönem de geride kaldı. Çünkü artık mızrak çuvala sığmıyor.
Devlet yetkileri kötüye kullanılarak işlenen suçların açık ve somut kanıtlarını herkes gördü.
Artık açık açık ‘ben yaptım oldu’ dönemindeyiz.