Netenyahu’nun ABD ziyaretini ülkesinde yara alan imajını toparlamak için bir fırsat olarak gördüğü her halinden belliydi. Netenyahu’nun olası bir erken seçimde Trump’ın Oval Ofis’te yan yana poz verirken mayıs ayında ABD’nin Kudüs’teki yeni büyükelçiliğinin açılışına katılabileceğini söylemiş olmasını da kendi döneminin ‘başkent’ zaferi paketi içinde pazarlayacağına şüphe yok.
Netenyahu için daha kritik olan ise tahminen AIPAC 2018 konferansındaki konuşmasıydı. ABD’deki en büyük Yahudi lobisi olarak tanımlanan AIPAC’in Türkçe açılımı ‘Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi’. On binlerce üyesi olan bir sivil toplum örgütleri koalisyonu olan AIPAC, ABD’nin başkentinde her sene geleneksel olarak düzenlediği konferansı Amerikan politikalarını İsrail lehine etkileme hedefinin en güçlü platformu olarak görüyor.
Obama’nın İran’la nükleer anlaşmayı imzalayarak küstürdüğü İsrail lobisi için Trump döneminin ilaç gibi geldiğini biliyoruz. AIPAC’in bu seneki Washington buluşmasında ‘Kudüs’ü başkent olarak tanımış bir Amerika’ propagandasının coşkusu sahneden taşıyordu. AIPAC 2018’in yıldızı ise ne üzerine giydiği zorlama sempatik hallerle ‘ben hala o sizin tanıdığınız vatansever Bibi’yim’ şovu yapmaya çalışan Netenyahu idi ne de tarihin en İsrail yanlısı Amerikan yönetimi olduklarını ilan eden Başkan Yardımcısı Mike Pence idi. Dakikalarca ayakta alkışlanan, 20 dakikalık konuşması defalarca ‘seni seviyoruz’ çığlıklarıyla bölünen kişi Birleşmiş Milletler’deki Kudüs oylamasının başrol oyuncusu ABD’nin Daimi Temsilcisi Niki Haley’den başkası değildi.
Haley podyumdan indikten sonra uzunca bir süre Walter E. Washington Convention Center’daki rüzgarı devam etti. 18 bin delegenin aralarında gezerken kulak kabarttığım sohbetlerden anladığım Amerika’daki İsrail lobisi bir sonraki başkan adayını o gün seçti.
Fetullah Gülen meselesi epeydir ikinci plana düşmüş durumda. Washington cephesinde ise Türkiye’ye bakışı belirleyen birinci konu Türkiye’de tutuklu bulunan Amerikan vatandaşları ve Amerikan konsolosluk personeli.
‘Suriye ve Irak dışındaki her şey’ komitesi
İlişkilerdeki mevcut düğümü çözmek için kurulan ortak çalışma komitelerinin ilk toplantısı gelecek hafta Washington’da. Ankara’ya göre ilk iki komite Suriye ve Irak dosyalarını çalışacak, üçüncü komite ise FETÖ ile mücadele komitesi olarak işleyecek. Washington’a göre ise o üçüncü komite ‘Suriye ve Irak dışındaki her şey’ komitesi. Bu şu demek; Ankara üçüncü komitenin görüşmelerinde Gülen’in iadesine ve ABD’deki Gülen okullarına yönelik tedbir beklentisine ağırlık verecek, Amerikan tarafı ise tutuklu Amerikalıların serbest bırakılması ve Rus yapımı S-400füzelerinden vazgeçilmesi beklentilerine.
Trump yönetimi YPG nedeniyle zaten kopma noktasına gelen ilişkileri daha da germemek adına hem tutuklu Amerikalılara hem de S-400’lere verilecek sert tepkiyi ötelemek istese bile manevra alanı kısıtlı. Rusya ile ilişkisini sarsmak istemeyen Trump bayılmasa da S-400’ler nedeniyle Türk savunma sanayiini vurabilecek yaptırımların da önünü açan ‘Amerika'nın Hasımlarına Yaptırımla Karşılık Vermesi’ (CAATSA) yasasını geçen yıl Ağustos ayında imzaladı. Amerikan kurumlarının bu kapsamlı yasanın uygulanmasıyla ilgili bir yol haritası hazırlamakta zorlanması sadece Türkiye’ye biraz zaman kazandırıyor o kadar.
Bataryalar gidene
Washington’ın Suriye dosyası üzerinde etkisi malum iki kritik ismi Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster ve Savunma Bakanı Jim Mattis ile yapılan görüşmeler kuşkusuz kaybedilen güvenin yeniden tesisi arayışında önemliydi. Ancak asıl sürpriz Washington cephesinde bakanlık performansı devamlı sorgulanan ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’dan geldi.
TİLLERSON O RİSKİ ALDI
Devlet içinde eleştirilere hedef olacağını bilmesine rağmen Tillerson, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi bugün Amerikan kamuoyundaki algısı negatif olan bir liderle görüşmeye yanında bırakın bir diplomatı ne bir tercüman ne de not alacak biri olmadan girmeyi kabul ederek kendi açısından risk aldı. Tillerson geçen yıl mart ayındaki ilk Erdoğan randevusuna da yine yapayalnız, Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun tercümesini kabul ederek girmişti. Ancak bu sefer durum farklıydı. O ilk randevu bir tanışma niteliği taşıyordu ve iki hükümetin uyumlu çalışmasına yönelik temennilerin yüksek olduğu bir dönemde gerçekleşmişti. Oysa geçen haftaki randevu Suriye’deki savaşta düşman saflara savrulmuş iki ülkenin müttefiklik tarihinin en zor randevularından biriydi.
Tillerson’ın herhangi bir diplomatik komplekse kapılmadan o görüşmeye girebilmiş olmasının sırrı, 42 senesini – son 11 senesi de başkanı olarak- dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Exxon’da geçirmiş olmasında gizli. Tillerson, petrol rezervlerini elinde tutan Ortadoğu ülkelerinin liderleriyle yaptığı çetin pazarlıklar nedeniyle idmanlı.
ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster’ın kısa İstanbul ziyareti Washington’daki yeni vizyon arayışının teyidi oldu. Trump yönetiminin PKK ile mücadele konusunda Türkiye’yi rahatlatacak adımlar atma arzusu Brüksel’de Mattis-Canikli buluşmasında da, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaretinde de dile getirildi.
Türkiye’nin Suriye’de terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan YPG’ye verilen desteğin sonlandırılması beklentisini karşılamak için eğer gerçekten yeni bir yaklaşım sahneye konacaksa McMaster ile Mattis kuşkusuz en kritik iki aktör. Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’un Suriye dosyası üzerindeki tekeli kırılıp yeni bir siyasetin önü açılacaksa bunun yolu McMaster ve Mattis’in bizzat elini taşın altına koymasından geçiyor. Dolayısıyla Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Ankara’ya hareketinden önce dile getirdiği ‘Biz YPG’ye hiç ağır silah vermedik’ şeklindeki hezeyanlara fazla takılmamak lazım.
Bir kere artık ABD, YPG/PYD’nin PKK’nın Suriye kolu olmadığı tezini kendi kamuoyuna dahi yutturmaya çalışmıyor. Pentagon ya da ABD Dışişleri sözcüleri bugüne kadar YPG konusunda ne sayıklamış olursa olsun bütün Amerikan istihbarat kuruluşlarının şeflerinin hazır bulunduğu oturumda Kongre’nin istihbarat komisyonuna sunulan 2018 traporu YPG’nin kimliği konusundaki anlamsız tartışmaya tam anlamıyla noktayı koydu.
Ulusal İstihbarat Direktörü Daniel Coats imzasını taşıyan rapor meseleyi tek cümlede özetledi: ‘PKK’nın Suriye’deki milisi YPG muhtemelen bir çeşit özerklik arayışına girecek ancak bu Türkiye, Rusya ve İran’ın direnciyle karşılaşacak.’
Bu, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ortaklaştıkları o eski büyük motivasyonun yerine tam olarak neyi koyacağını bulamayan iki ülkenin Ortadoğu’da ilk kez kafa kafaya gelmesi değil. 2003’te Saddam’ı devirmek için Irak’ta sahneye koyacakları savaş tiyatrosuna hazırlanırken olduğu gibi bugün de Türklerin Zeytin Dalı operasyonuyla Suriye’deki oyun planını sekteye uğratmasından kaygılanan Amerikan yönetimi iki vitesli bir diplomasiyle bu eşikten az hasarla atlamaya çalışıyor.
Böyle bir dönemde Trump yönetiminin üç önemli ismiyle arka arkaya yapılacak temaslar meselenin ABD açısından taşıdığı hayatiyetin açık teyidi. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson haftaya Ankara’ya bir sene içindeki üçüncü ziyaretini yapacak. Savunma Bakanı Mattis ise Brüksel’deki NATO toplantısı marjında Türk mevkidaşı Nurettin Canikli ile bir araya gelecek. Tillerson’ın Ankara ziyaretinden ve Brüksel’deki buluşmadan daha kritik olan ise Başkan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı H.R. McMaster’ın İstanbul ziyareti.
McMaster’in Türkiye’ye gidişi için uygun bir fırsat arayışı aslında Afrin harekatından çok önce başlamıştı. Washington ile Ankara, Zeytin Dalı operasyonu başladığında McMaster’ın ziyareti için takvimde Şubat ayını işaretlemişlerdi bile. Harekat devam ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında 24 Ocak’ta gerçekleşen telefon görüşmesinin ardından Amerikan tarafının yaptığı yazılı açıklama Türk tarafındaki güvensizliği körükleyince McMaster bizzat devreye girmek durumunda kaldı.
McMaster’ın Türkiye’deki muhatabı Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile makul bir diyaloğu var. Tansiyonun yükseldiği anlarda McMaster-Kalın kanalının dışişleri bakanlıkları arasındakinden daha etkin işlediği sır değil. McMaster, çoğu kez Trump’a rağmen dış politikayı yönlendiren güvenlik bürokrasinin yönetimdeki en önemli iki uzantısından biri. Diğeri Suriye ve Irak dosyasını elinde tutan generallerin doğal ortağı Savunma Bakanı Mattis. Türk tarafındaki değerlendirme son dönemde McMaster’ın karar süreçlerinde Mattis’den daha etkili olduğu yönünde. Dolayısıyla Türkiye’nin mesajlarının doğrudan bu isme verilecek olması kendi içinde önemli.
Ancak ortada şöyle bir gerçek var; Türk-Amerikan ilişkileri artık kişisel ilişkilerin pansumanıyla tedavi edilebilecek aşamadan çok uzak bir noktada. McMaster’ın ziyaretine de ABD hemen yarın Suriye’de makas değiştirebilecekmiş gibi abartılı bir beklentiyle yaklaşmak bundan önceki üst düzey temaslarda olduğu gibi Türkiye’deki hayal kırıklığını derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Amerikan yönetiminin PKK’nın Suriye kolu YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nden vazgeçmek yerine bu yapıyı yavaş yavaş içerden dönüştürme projesiyle Ankara’yı ikna etmeye çalışacağını geçen kasım ayında yazmıştım. Asker kanadı, ABD’nin SDG üzerinden kontrol ettiği Suriye’nin üçte biri üzerindeki patronajını kaybetmeden Türkiye ile ilişkileri toparlamak için bundan başka bir formüle sıcak bakmıyor.
McMaster’ın Türkiye ziyaretinde masaya bu formülün varyasyonu anlamına gelebilecek bir takım öneriler dışında bir şey koyması zor. Ancak Amerikan tarafı, Türkiye’ye PKK ile Irak ve Türkiye zemininde mücadele konusunda bazı önerilerde bulunabilir. Nitekim geçen yazdan beri ABD yönetimindeki önemli isimlerin PKK’nın Kandil’deki lider kadrosundan isimlere yönelik istihbarat paylaşımına sıcak baktığı konuşuluyor. McMaster’ın Tillerson ilk gündeme getirdiğinde Ankara’nın olgunlaşmamış bulduğu 30 kilometrelik güvenli bölge önerisini daha elle tutulur bir takım tedbirlerle birlikte yeni bir paket olarak sunması da pekala mümkün.
Önümüzdeki hafta Washington-Ankara hattındaki temasların Suriye’deki kördüğüme bazı açılımlar getirip getiremeyeceği sorusu bir kenara Türkiye ile görüşmenin ABD yönetimi açısından bir de negatif PR boyutu var. Amerikan Kongresi ile Amerikan medyasındaki Türkiye’ye karşı alerjik havanın son derece farkında olan Beyaz Saray, McMaster’in ziyaretini son dakikaya kadar gizli tutmaya çalıştı. Duyduğuma göre ziyaretin Türk basınında önden haber olması Beyaz Saray’da can sıkmış.
Amerikan yönetimi, adım atmadan Türkiye’yi başından beri tamamen karşı olduğu Zeytin Dalı operasyonunu sonlandırmaya ikna edemeyeceğinin farkında. Öte yandan Suriye’de sahada Rusya ve İran ile kıran kırana rekabeti sürerken kendisine savaş kazandıran Suriye Demokratik Güçleri (SDG) içindeki en kritik unsur olarak gördüğü YPG’lileri küstürüp kaybetmeye şu an için hazır değil. O nedenle de şimdilik sadece Suriye’de Türk ve Amerikan askerlerinin birbirine silah çekmesine neden olacak bir sıcak çatışma senaryosunu önleme peşinde.
BASKIN SEÇİM İHTİMALİ SATIN ALINAN BİR SENARYO
Hem Pentagon’da hem de ABD Dışişleri’nde ortak kanaat TSK’nın Afrin hattında en az yaz aylarına kadar kalacağı yönünde. ABD başkentinde şu sıralar en çok konuşulan şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişiminin ikinci yıldönümüne denk gelecek şekilde baskın bir genel seçim hazırlığı içinde olduğu. Washington’da Türkiye dosyasına bakanlar Erdoğan’ın Suriye’de şahin bir politikayla milliyetçi seçmen tabanını kendi arkasında konsolide etmeyi hedeflediği tezinden hareketle şimdi olmasa da olası bir yaz seçiminin hemen öncesinde TSK’nın Menbiç’e yönelik bir aksiyona geçebileceğini düşünüyor.
Türkiye’nin Suriye’deki operasyonu Menbiç’e doğru genişletmesinin Amerikalılar açısından kabus senaryosu olmasının sebebi Türk askeriyle çatışmanın kaçınılmaz olması değil.ABD bugüne kadar Suriye’de Rusya’yla bile birkaç kez jetlerinin dramatik olarak kafa kafaya gelmesi dışında karada bir çatışma ortamını başarıyla engelledi. Türkiye ile ABD gibi iki NATO müttefikinin sıcak çatışma ihtimalini engelleyebilmesi için güçlü mekanizmalar var. Nitekim bu mekanizmalar devreye sokulmuş durumda.
PENTAGON’UN ASIL ENDİŞESİ BAŞKA
Pentagon’un çatışmaktan daha büyük endişesi Türkiye’nin Afrin’de yürüttüğü operasyona açıktan bir tavır almayarak zaten kızdırdığı YPG’lilerin DEAŞ’la mücadeleden çekilerek bütün insan kaynağını TSK operasyonlarına yanıt vermeye yönlendirmesi ihtimali. Güvenlik bürokrasisi böylesi bir sürecin Suriye’de cihatçılarla Amerikan askerleri yerine Kürtlerin savaşmasını öngören 4 yıllık stratejiyi yerle bir etmesinden endişe ediyor. Kabus senaryosu olarak gördükleri bu durumun Kürtlerin de Suriye’deki diğer kritik aktörler gibi zaten halihazırda ilişki içinde oldukları Moskova’ya yanaşmasına neden olabileceğini düşünüyorlar.
1 MART BENZETMESİ
PKK/YPG meselesinde Türkiye’ye daha yakın tezleri savunan Amerikalı diplomatların sistemin hep sesi daha cılız çıkan tarafında kalıyor olmaları bundan. Pentagon Türkiye’nin olası Menbiç operasyonuna salt taktik bir savaş vizyonuyla karşı çıkarken ABD Dışişleri’nin başka bir derdi daha var. Diplomatlara göre Pentagon’un öngördüğü kabus senaryosu gerçekleşir de ABD’nin Kürtler üzerine kurduğu DEAŞ’la mücadele stratejisi çökerse bu aynı 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi Türkiye’yi kritik bir savaşın gidişatını değiştirmekle suçlayan bir algının devlet kurumlarına iyice çöreklenmesine neden olabilir.
Beyaz Saray adet olduğu üzere görüşmeden birkaç saat sonra telefon görüşmesinde ABD Başkanı Trump’ın verdiği mesajları kamuoyuna duyuran iki paragraflık bir yazılı açıklama yaptı. Alışık olduğumuz açıklamalardan daha detaylı ve uzun metinde ilk göze çarpan Trump’ın Menbiç’i kastederek açıkça ‘Türk ve Amerikan askerleri arasında bir çatışma riskini önlemenizi bekliyorum’ uyarısı yapmış olmasıydı. Bu kaygı zaten Zeytin Dalı operasyonu başladığından beri Washington’ın Ankara ile mesaisinde öncelikli gündem maddesi. Dolayısıyla Trump’ın bunu dile getirmesinin şaşırtıcı bir yanı olmasa da başkan düzeyinde kayda geçirilmiş olması ABD’nin Türkiye’nin Menbiç’e müdahalesini retorik bir tehditten ziyade gerçek bir risk olarak gördüğünü net bir biçimde ortaya koydu.
Sürpriz olan ise Beyaz Saray açıklamasındaki ‘Trump Türkiye’den gelen yıkıcı ve yanlış söylemlerin yanı sıra ABD vatandaşları ve yerel personelinin uzatılan olağanüstü hal altında tutuklu olmasının neden olduğu kaygıları dile getirdi’ ifadesiydi. Washington’da ABD Kongresi başta olmak üzere pek çok devlet kurumunda Türkiye’ye hakikaten de bu mercek üzerinden bakılıyor ancak Türk hükümetini hedef alan bu tür sert ifadeleri Trump’ın kendi ağzından duymaya hiç alışık değiliz.
Nitekim Ankara Trump’ın telefon görüşmesi sırasında bu ifadeleri aslında hiç kullanmadığını savundu. Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Beyaz Saray açıklamasında yer alan Afrin’de tırmanan şiddetten kaygı, olağanüstü hal ve İran kaynaklı terör gibi hususların Trump’ın ağzından kesinlikle çıkmadığını söylediler.
Trump’ın açıklamada kendisine atfedilen ifadelerin bazılarını kesinlikle kullanmadığına inanmak güç değil. Kendisiyle aynı odada bulunmuş ve resmi görüşmelere katılmış pek çok farklı ülkeden yetkiliden dinlediğim ortak tespit Trump’ın kelime hazinesinin son derece dar ve ilgi süresinin son derece kısa olduğu. Sıcak bir ilişki kurduğu liderler arasında yer alan Fransız Cumhurbaşkanı Macron ile geçen sonbaharda New York’taki görüşmesinde ‘Emmanuel, gerisini arkadaşlar halletsin işte. Benim gidip Birleşmiş Milletler konuşmam üzerinde çalışmam lazım’ diyerek apar topar toplantı salonundan çıkıp gidebilmiş olan bir Amerikan başkanından söz ediyoruz.
Dolayısıyla da Trump’ın Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesi öncesinde önüne konulan konuşma notlarındaki mesajları tam olarak veremediğini düşünen devlet bürokrasisinin devreye girip o yazılı açıklamayla kendilerince açığı kapatmaya çalışmış olmaları akla uzak bir senaryo değil.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Beyaz Saray’dan yapılan açıklamanın konuşmadan önce kaleme alındığını söyledi.
Washington’daki kaynaklarım genelde bu açıklamaların Dışişleri ve Beyaz Saray koordinasyonunda önceden hazırlandığını doğruluyor. Yani bu yeni ya da son görüşmeye özgü bir durum değil. Trump yönetiminin gelmesiyle birlikte değişen şey ise görüşmelerden sonra yapılacak açıklamalar üzerinde muhatap ülkenin makamlarıyla önceden mutabakata varma geleneği. Trump yönetimi pek çok diplomatik teamül gibi bunu da çöpe atmış durumda.
Ancak ne Beyaz Saray’daki Trump dönemine özgü kaosun, ne kurumlar arasında Trump döneminde zirveye çıkan eşgüdüm eksikliğinin ne de Trump’ın kişiliğinin büyük resmi değiştirmediği gerçeğiyle yüzleşmek durumundayız.
‘Olup biteni bir tek ben mi anlamıyorum acaba?’ diye kendinizi helak etmeyin. Sorun sizde değil, defolu bir ürünü Türkiye’ye pazarlamaya çalışan Amerika Birleşik Devletleri’nde.
Defolu ürün tabirini ABD’nin Suriye’de DEAŞ ile mücadele için sahaya sürdüğü YPG’lilerden IŞİD sonrası dönem için kurmaya başladığı yerel güvenlik gücü için kullanıyorum.
ABD’nin kendi payına bu üründe herhangi bir sorun görmediği aşikar. Trump’ın Suriye politikasını elinde tutan generaller için İran’ın Suriye Hizbullah’ının taşlarını döşediği bir ortamda binlerce Amerikan askerini sahaya indirmeden bu ülkede kalmasının garantisi olarak gördüğü YPG’lilerden şu anda vazgeçmek intihardan beter bir durum. Tam da bu yüzden Washington daha uzun bir süre kendi terör listesindeki PKK’yla olan ilişkisi tarif dahi istemeyen YPG konusundaki çelişkili pozisyonu koruyacak.
YPG’nin Kandil ve Abdullah Öcalan’a ideolojik bağlılığının ne boyutta olduğunu hatırlatmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. YPG’nin kadın birimi YPJ’lilerin Rakka zaferini Öcalan’a ithaf ettikleri tarih takvimde sadece üç ay önceye denk geliyor; 19 Ekim 2017.
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon o gün sahadaki ortaklarının Rakka’nın El Naim Meydanı’nda Öcalan posterleri açmış olmasını ancak üç günde kınayabilmişti. Rakka’dan gelen görüntüleri gösterdiğim ilk Pentagon yetkilisinin ‘Bizim bir bayrak veya poster bakanlığımız yok, sahadaki hangi grup ne posteri açıyor ne bileyim’ şeklindeki umursamazlığın ötesine geçen tepkisini unutmam mümkün değil.
Aynı poster meselesinin kınanmasında olduğu gibi, YPG’lilerin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) uzun vadeli bir güvenlik gücüne dönüştürülmekte olduğunu ilan eden açıklamayla ilgili düzeltme de Pentagon’dan ancak üç dört günde gelebildi. Pentagon koalisyon sözcüsünün bahsettiği şeyin bizim sandığımız bir ordu ya da geleneksek anlamda bir sınır muhafız gücü olmadığı savunuyordu.
Her şeyden önce bunun bir ‘sınır gücü’ olduğunu biz söylemedik. Türkiye’yi ayağa kaldıran açıklamanın altında imzası olan DEAŞ karşıtı koalisyonun Amerikalı Sözcüsü Albay Ryan Dillon ben dahil pek çok gazeteciye gönderdiği e-postada şu anda eğitimine devam ettikleri yeni güç için ‘Border Security Force’ yani ‘Sınır Güvenliği Gücü’ ifadesini kullanmıştı.
Dillon o açıklamasında 30 bin kişiden oluşacak olan bu gücün 15 bininin halihazırda SDG’den geleceğini açık açık söylemekle de yetinmemişti. Bu yeni kurulan güç içindeki Kürtlerin daha çok kuzeyde Türkiye sınırında, Arapların ise Fırat Nehri Vadisi civarında ve güneyde konuşlanacağını da paylaşmakta bir sorun görmemişti. Bu detayların hiçbiri sonrasında yapılan açıklamalarla geri alınmış, tadil edilmiş ya da yalanlamış değil.