KüçükÇiftlik Bahçe Tiyatrosu
Babamı Kim Öldürdü/Moda Sahnesi:
Edouard Louis’nin çok leziz, bir o kadar da sert ve gerçekçi metninin, Onur Ünsal’ın enfes oyunculuğuyla buluşması... Bir baba-oğul öyküsü, incelikli bir sistem eleştirisi... 3 Ağustos 21.00’de.
Deli Bayramı/DasDas:
Devekuşu Kabare’nin efsane oyununa Metin Akpınar’ın süpervizörlüğünde, DasDas ekibinden dinamik, eğlenceli bir yorum. Mert Fırat, Didem Balçın, Volkan Yosunlu, Alper Baytekin’li çekirdek ekibe, DasDas’ın genç kadrosu çok iyi performanslarla eşlik ediyor ve ortaya iyi bir güldürü çıkıyor.
10 Ağustos 21.00’de.
DOTOrmanda
Oyunu açtıkları köçek dansıyla daha ilk dakikadan, seyirciyi tavlayacaklarının işaretini veriyorlar. Kırmızılı yeşilli, çiçekli, paralı elbiseleri ve yelekleri, parmaklarında zilleri, yüzlerinde neşeyle kıvrak, uyumlu, coşturucu, oyunbaz bir dans tutturdukları. Karşımızdakiler Ankara’nın puslu gecelerinden iki köçek. İki genç erkek. Çocukluk arkadaşı, ‘kardaş’, sırdaş, iş arkadaşı, komşu... Başka? İki erkek başka ne olabilir?
MİSKET
KADIKÖY BOA SAHNE
Yazan: Turgay Korkmaz
Yöneten: Kayhan Berkin
Oyuncular: Turgay Korkmaz, Orkuncan İzan.
Geçen sene Bergama Tiyatro Festivali’nde, inşaat halinde bir binada fener ışığıyla mekâna özgü hazırlanmış çok etkileyici bir kadın öyküsü anlatmıştı Zinnure Türe. Bir Proje Difüzyon (tüm disiplinlere açık üretim platformu) işiydi ‘Parşömen’ ve toprak tanrıçası Demeter’in öyküsünü Bergama’da yaşadığı rivayet edilen Zehra’yla kesiştirerek anlatmıştı. Kadın anlatılarına dair yeni bir perspektif görmenin hazzıyla ayrılmıştım mekândan.
Zinnure Türe mekâna özgü işler üzerine yoğunlaşmayı seven bir tiyatro insanı. Kadıköy Emek Tiyatrosu’yla çalıştığı yeni işi ‘Aramızdaki Sarmaşık’ta gördük ki Yunan mitolojisinden kadın karakterlerle günümüz kadınları kesiştirmek de gündeminde ciddi yer tutuyor.
Bu kez Troya Prensesi Kassandra olmuş çıkış noktası. Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun boş sahnesinde bir masa. Etrafında üstlerine attıkları ceketlerin altında ışıldayan elbiseleriyle dinmez kahkahalar eşliğinde şakalaşan dört kadın. Bir tür ön oyun oynuyorlar. Sonra önlerine düşen zarflardan çıkan kâğıtlardan Kassandra’nın öyküsünü özetleyiveriyorlar.
Pantolon paçalarını içine geçirdiği kırmızı çorapları, tişörtünün üstüne giydiği deri ceketi, elinde bir kola kutusu, yüzünde umursamaz bir gülümsemeyle dolanıyor sahnede. 32 yaşındaymış. İsmi: Yusuf Umut. Nereli? ‘Dünya vatandaşı’. Neci? Biraz ‘Ne iş olsa yaparım’cı.
Evi neresi? Bunu o da bilmiyor, biraz da evinin neresi olduğunu aramasının hikâyesi bu... Ne olduğunun, kim olduğunun, nereye ait olduğunun peşinde genç bir adam Yusuf Umut.
Tiyatro Hemhâl’in tek kişilik yeni oyunu ‘N’Olcak Bu Yusuf Umut’un Hali?’ ekibin yetenekli oyuncularından Hakan Emre Ünal’ın performansıyla, sade bir sahne, kullanışlı bir ışık tasarımıyla seyirciyle buluşuyor. Yusuf Umut kocasından ayrılan annesiyle birlikte, dedesiyle anneannesinin evinde bir çekyata sığmak zorunda kalmış bir genç. 16’sından itibaren başlıyor bize öyküsünü anlatmaya. Ne okuduğu liseye ne baskıcı dedesinin küçücük evinde ona ayrılan çekyata ne de şefkatli annesinin kollarına sığıyor Yusuf Umut. Atıyor kendini sokaklara...
Kendisini kâh Dikilitaş’ın insafsız yokuşlarındaki sert taşların üstünde, kâh lise arkadaşlarıyla mahalle arası içkili muhabbetlerde, kâh bir internet kafenin çalışanı olarak buluyor. Bir yolda ilerliyor ama nereye gittiğini o da bilmiyor. Bir Beyoğlu barında tanışıp çarpıldığı punk ve anarşist barmaid Nina’da da bulamıyor aradığı ‘kendini’, evine sığındığı, birlikte değnekçilik yaptığı çocukluk arkadaşı Miraç’ta da... Gün geliyor, asker ocağına düşüyor yolu, orada da ‘adam olmak’ değil, başrolünde annesinin olduğu halüsinasyonlar oluyor ulaştığı...
‘Dalgacı Mahmut’ misali...
Yusuf Umut bir tür ‘kayıp erkek’ öyküsü. Alis Çalışkan ile Hakan Emre Ünal’ın birlikte kaleme aldığı, Ayşe Draz ile Nezaket Erden’in yönettiği oyun, gücünü hikâyesinden çok Ünal’ın enerjik ve sık sık dönüşen performansından alıyor. Seyirciyle çok iyi bir iletişim kuruyor Ünal. Muhammed Ali Dönmez’in ışık ve gölge oyunları da oyunun güçlü yanlarından biri.
Orhan Veli’nin ‘Dalgacı Mahmut’u misali sahnede Yusuf Umut, hem her şeye ‘Adios amigos!’ çekecek kadar hayata karşı müdanasız hem de annesine sığınmak, kendine bir yol bulmak isteyen bir çocuk kadar çaresiz...
Selim Özben’le 20 sene önce tanışmıştım. Orta sınıf, beyaz yakalı bir erkek olarak sıradan hayatından çıkış yolları ararken... Doğa sporlarından sanat denemelerine, gece hayatı deneyimlerine daldan dala uçuyor ama toplumsal ve politik hayata katılımındaki beceriksizliği bu çabalarında da baskın çıkıyordu. Selim’in debelenmelerini gülerek, 2000’lerin arayışlarla dolu ‘new age’ ruhunu, amaçsız hayatlarını anlamlandırmaya çalışan sayısız insanı hissederek izlemiştik.
Tiyatro Boğaziçi’nin bu tek kişilik oyunu, bugünlerde kendini ‘Son Çağrı’ adlı yeni bir oyunla anımsatıyor. Cüneyt Yalaz ile Uluç Esen’in yazdığı önceki oyunu, bu kez Türkiye’den ‘kaçıp kurtulmak’ isteyen beyaz yakalılar ve gençler de konuya dahil edilmiş halde, İlker Yasin Keskin’in kaleminden izliyoruz.
Keskin’in canlandırdığı Selim Özben; elinde bavulu, havaalanının dış hatlar terminalinde... 75 dakika boyunca bize çocukluğundan, 80’lerin sonundan başlayarak hayatından kesitler aktaracak. Çocukluk anılarını, sıkıcı iş hayatını, biten evliliğini, bitmeyen arayışlarını, iç huzuru yakalayamamasını; araya memleket gündeminden olaylar da ekleyerek anlatacak.
Aradan 20 sene geçmiş ama görüyoruz ki Selim (ve ‘sınıf’ arkadaşlarının) varoluşsal sancıları ve üretmeye çalıştıkları çözümlerde pek farklılık yok. VR gözlükle sanal seks, Bitcoin’le voliyi vurma hevesi gibi güncellemeler eklenmiş ama Selim yine kendini kurstan kursa atıyor, küçük maceralarla hayatını renklendirmeye çalışıyor... Bu kez farklı olarak; dönüşen İstanbul’a, anılarını yutan şehre de hayıflanıyor. Havaalanında kısılıp kalacak Selim, sürprizi sonda saklı... Dışına bir türlü çıkamadığı sınırın ucunda, kendisi gibi ‘gitmek’ isteyenleri anacak ara ara.
Londra’da yaşayan, ürün fotoğrafı çekerek beklediğinden bile iyi para kazanan bir fotoğrafçı Alex. Ailesine şirinlikleriyle her istediğini yaptıran bir kızı (Lucy) var.
10 küsur yıllık beraberliklerinde hâlâ âşık olduğu bir kadının (Helen) eşi. Üst rütbeden emekli bir subay olan, biraz bilgiç, biraz dominant bir adamın (Arthur) damadı. Kendisi söylemese de fark edeceğiz zaten, Alex’in içinde kocaman bir boşluk var. ‘Denizin ortasında yüzlerce metre derine inen bir duvar’ gibi, bir dalgakıran gibi, dibe doğru açılan bir boşluk. Onu dibe çeken, dalgaların arasında oradan oraya sürükleyen; hayatın, en çok da Tanrı’nın anlamını sorgulatan bir boşluk. Tarifsiz bir acı, geri getirmesi mümkünsüz bir kayıp... Sonra pişmanlık, zamanı geriye alma hissi belki, bir yakınını -adlı adınca ağzından bir türlü çıkmasa- da öfkeyle suçlama hissi... Alex’in içindeki boşluğu dolduran duygular bunlar. Şimdi, kesif bir depresyona sürüklenmiş bu genç adam, sandalyesinden ayrılmadan bize içindeki boşluğu tarif etmek üzere karşımızda...
‘Dalgakıran’ Türkiye’de en çok ‘Punk Rock’, ‘Pornografi’ oyunlarıyla tanıdığımız önde gelen çağdaş İngiliz yazarlardan Simon Stephens’ın kaleminden çıkma, monolog formunda bir eser. Stephens oyunu 2008’de Londra’daki Bush Theatre için yazmış. Bir duyguyu alıp onun içinde derinleşerek yazılmış. Beklenmedik anda başa gelen bir felaketi, kişisel kıyametini yaşayan bir adamın içinden taşanları anlatmış Stephens. O nasıl anlatmak istiyorsa öyle: Bazen anları, jestleri, diyalogları hatırlayıp gülümseyerek... Bazen çaresizlik hissiyle titreyerek, ailesinin bireylerini derinlemesine ya da çok ufak özellikleriyle tanımlayarak... Bazen hikâyeyi bölüp parçalayarak bazen de doğrusal bir akışla aktararak...
Orijinalinde 30 dakika olan anlatı, 60 dakikalık bir yorumla hazırlanmış Çağ Çalışkur’un rejisinde. Yüksekçe bir platformun üstündeki sandalyesine yerleşmiş halde karşılaştığımız Serkan Altunorak, karakteriyle bütünleşmiş, aşina olduğumuz o net oyunculuğuyla, seyirciyi
60 dakika boyunca kendinde tutmayı başarıyor. Ki dalgalı formuna, aralardaki yumuşak geçişlerine rağmen hayli trajik, sona yaklaştıkça gerilimi hissettiren, zorlayıcı bir metin elindeki malzeme.
Altunorak’ın farklı duygu ve an geçişleri arasındaki gidiş gelişleri son derece tatmin edici... Yine de acaba daha sakin başlayıp bizi finale sürükledikçe mi o dramatik hatta yoğunlaşsaydı diye düşünmeden edemedim.
Oyunun başında, Alex’in tutkulu anlatımı eşliğinde tanıştığımız Arthur’un, oyunun neden bu kadar da merkezine oturduğunu -finalde dinleyeceğimiz sahneye rağmen- anlamlandırabilmiş değilim. (Yanıtı ikilinin arasındaki ‘inanç’ tartışmalarında arayabiliriz elbette ama her izleyici kendi kararını versin...) Yazarın ve oyunun niyeti burada ne yazık ki tam da açığa çıkmıyor.
**Oyun, hayatta kalma mücadelesi verirken son çareyi banka soymakta bulan kadınların hikâyesini anlatıyor. **MOR ŞALVAR
İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU
Yazan: Ferhat Lüleci Yöneten: Ufuk Aşar Oyuncular: Şirin Saraçoğlu, Elçin Erdem,
Nazlı Benan Özkaya, Ceren Demirel, Pınar Güntürkün, Özgür Molla, Dine Altıok,
M. Can Yılmaz, Bahadır Buyruk. Ne zaman, nerede: Bugün 20.00’de İzmir Sanat Merkezi’nde. Bilet fiyatları: 14 ve 20 lira Süre: 80 dakika
Nurdan, Serap, Müjgan, Eşli... Aynı mahalleden, farklı yaş ve medeni hallerden dört kadın. Kendi işinin patronu olmayı başarmış, mahalleden ablaları Kevser’in kurduğu şirket ‘Mor Şalvar’da temizlik işçisi olarak çalışıyorlar. Mesai bitiminde temizliğini halletmek üzere bir banka şubesinde karşılıyorlar akşamı. Plan basit; önce güvenlik görevlisini etkisiz hale getirecek, sonra da kasadaki parayı alıp kaçacaklar.
Evlerinden getirdikleri birkaç basit aletle, dijital ve dokunmatik şifrelerle donatılmış bir kasayı açabileceklerine nahif bir şekilde inanan bu dört kadının derdi ne peki?
Pandeminin yıkıcı atmosferinden sonra tiyatro toplulukları hayli üretken bir seneye girdi. Çok sayıda oyun prömiyer yaptı, bağımsız yapımlar, büyük prodüksiyonlar, tek kişilik işler, kurum tiyatrolarının yeni oyunları birbirini izledi. Zorlayıcı ekonomik koşullarda ayakta durmaya çalışan tiyatrolara destek vermenin en direkt yolu, oyunlarda onları yalnız bırakmamak. Bayram tatilinde şehirde olacaklara, baharın ve bayramın renkliliğine denk düşecek oyunlar seçtik. Sezondaki açıklarınızı kapatmak için de iyi fırsat...
Binnur Kaya’dan kaçırılmayacak performans
VAHŞET TANRISI/DASDAS
Yasmina Reza’nın artık çağdaş bir klasik sayabileceğimiz oyunu ‘Vahşet Tanrısı’ uygar dünyanın sıradan insanlarının çelişki balonlarını acımadan patlatır. Şimdilerde DasDas yapımı olarak, Celal Kadri Kınoğlu’nun yönetiminde; Binnur Kaya, Güven Kıraç, Dolunay Soysert ve Levent Ülgen’in eğlence dozu epey yüksek performanslarıyla sahneleniyor. Kavga eden çocuklarının arasındaki meseleyi halletmek niyetiyle gayet ölçülü başlayan bir buluşmanın aşama aşama çığrından çıkışıdır hikâye. Reza günümüzün evlilik, ebeveynlik ve ilişki biçimlerine dair isabetli iğnelemeler yapar. DasDas yapımı versiyonu da seyirciyi güldürme konusunda cömert davranıyor. Zirveye ise Binnur Kaya’nın oyunun son yarım saatine denk gelen performansıyla ulaşılıyor. Bayram haftasında kendini kahkahaya bırakmak isteyenler için…
6 Mayıs, saat 20.30’da DasDas Sahne’de.
İstanbul’u bu kadınlardan dinleyin