Kadıköy Boa Sahne, ‘pandemi sezonu’na özel hazırladığı ‘kısalar’ serisinde el arttırıyor. İki kadın yazarın kaleminden, iki kadın yönetmenin gözünden, iki kadın oyuncunun bedeninden dökülen, her biri kendi içinde ayrı ayrı yaratıcı incelikler içeren, izlerken insana iyi gelen türde oyunlar çıktı ‘Boa Kısalar 2’ No’lu paketten... ‘Yoğurt Çorbası’ ve ‘Filiz’ bugün, yarın ve pazartesi günü internetten seyirciyle buluşmaya devam edecek. Hemcinslerime kıyak geçiyormuşum gibi anlaşılması pahasına söyleyeyim; dişil bir yaratıcılık oldu ekrandan bana geçen.
Özge Korkmaz’ın yazdığı ‘Yoğurt Çorbası’ annesiyle yaşayan, bir kuaför dükkânı çalışanı Elif’in pandemi günlerinden bir sabahı. Çok nahif, sanki sokaklarda dolaşan binlerce insandan birine dokunarak kısa bir oyun yazmış Korkmaz. Bu sayede de bir o kadar gerçek, komik ve hüzünlü. Yönetmen Burçak Çöllü, küçük bir ‘oyun’ oynamış seyircisine; Elif o sabahı, Boa Sahne’nin çeşitli alanlarında yaşarken ‘kamera arkası’ da oyuna dahil oluyor. Bu haliyle, tiyatroların hani şu adını henüz tam koyamadığı ‘ara tür’e başka türlü bir katkı sunulmuş. Kısa bir ‘sahne filmi’ çekmiş Çöllü. Hem bu sayede ekip olarak da hikâye anlatma halinin eğlencesini bizimle paylaşmışlar.
Boa Kısalar2 (Yoğurt Çorbası, Filiz) 22, 23, 24 Mayıs’ta www.kadikoyboasahne.com’da. Biletler 30 liradan başlıyor.
Elif rolündeki Ceren Taşçı’yı sahnede ilk görüşüm. Daha ilk dakikalardan uzun uzun izleme merakı hissettirdi; insana doygunluk hissi veren, tok bir oyunculuk. Taşçı’dan, Elif’e değen bir sürü kadını kısa kısa izlerken kendisini çoklu karakterli tek kişilik bir işte görmenin ne hoş olabileceğini düşünüyordum.
‘Filiz’ serinin şu ana dek gördüklerim arasında en iyi işi olmuş. Yazarı ve oyuncusu Zeynep Kaçar’ı izlemeyi ne kadar özlediğimi daha ilk saniyeden, ilk mimiğinden geçiriyordum içimden. ‘Filiz’ ‘yaratıcılıkta sınır tanımayan’ bir yazarın roman karakteri. Ya da değil, karakteri değil, koca 325 sayfa boyunca hepi topu üç cümle kuran bir... Bir ‘şey’ işte...
OYUNCAKLI REJİ
Etrafına yüzbinlerce harf dizilerek yaratılmış bunalımlı devrimci Yusuf’un, âşık olup evlendiği kız. “Evde koca yolu bekleyen, hüzünlü, işsiz (eczacılık mezunu oysa), çocuksuz, ağzı var dili yok bir süs bitkisi.” Çok fena tanıdık değil mi? Zeynep Kaçar oyunlarından aşina olduğum ince sarkastik diliyle kurmacaların görünmeyen, edilgen kılınan, yazılmaya değer bulunmayan kadın karakterlerine nefis bir selam çakmış. Senem Cevher’in oyuncaklı rejisi ve Kaçar’ın izlemeyi hep çok sevdiğim hafif grotesk oyunculuğuyla birleşince ortaya sözünü çok eğlenceli bir dille anlatan, akılda kalıcı bir oyun çıkmış. Bilin ki Elif’le annesi bir şekilde hayatta kalır, Filizler de vardır!
Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan KarDes Beyoğlu Çevrimiçi Tiyatro Turu, Tanzimat Fermanı’nın ilanının ardından Beyoğlu’nun kültür, sanat ve eğlence alanındaki dönüşümünün en etkili ayaklarından tiyatroya odaklanıyor. Bilhassa Ermeni tiyatro emektarlarının çabalarıyla doğan Osmanlı tiyatrosunun hikâyesini, Talimhane-Meşrutiyet hattındaki mekânlar üzerinden anlatıyor.
Bilinen bir kafeyken 1870’lerde 2 bin kişilik bir tiyatroya dönüşen Talimhane’deki Croissant ile başlıyor tur. Ünlü Benliyan Topluluğu’nun evi olan bu devasa mekân yabancı ekipleri ve ramazanda da yerli grupları ağırlıyor.
Semtin efsanevi binalarından, 19’uncu yüzyılda inşa edilen Cercle d’Orient’in arkasındaki (Evet, bildiniz, olduğu gibi kalması için uzun süre mücadele ettiğimiz Emek Sineması’nın bulunduğu alan) ‘Skating Palas’, en ilgi çekici noktalardan. Burası gençlere canlı caz eşliğinde paten kaydıkları pist olarak hizmet eden bir mekân. Önce sinemaya, sonra da 1.300 kişilik ‘Yeni Tiyatro’ya dönüşüyor.
KADIN TİYATROCULAR DÖNEMİ
Turun, bildiğimiz ve üzerine titrememiz gerektiği üzere, bugün hâlâ tiyatro olarak yaşayan tek mekânı var: 19’uncu yüzyılda inşa edilen ve Ferhan Şensoy’un çabalarıyla 1989’da kapılarını yeniden açan Ses Tiyatrosu. Halep Pasajı’ndaki bina, başlarda at cambazhanesi olarak kullanılıyor. Bir dönem sirk gösterileri ve tiyatro temsilleri eşzamanlı sürüyor, Varyete Tiyatrosu adıyla çalıştığı dönemde meşhur Elize Binemeciyan Topluluğu’na ev sahipliği yapıyor. Burası hem Muhsin Ertuğrul’un tiyatroya adım attığı hem de 1923’te Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir’in Müslüman kadın oyuncular dönemini resmen açtıkları mekân...
12 mekânın hepsini bugün bambaşka kimlikleriyle tanıyoruz. Müstehcen oyunlar sahnelenen, ilerleyen dönemlerde ‘bohem batakhane’ olarak anılmaya başlayacak ‘Condordia Tiyatrosu’, bugünkü St. Antuan Kilisesi örneğin. Çiçek Pasajı önceki hayatında İstanbul’un ikinci büyük tiyatrosu ‘Naum’ olarak, özel locasına atıyla gelen Padişah Abdülmecit’in de aralarında olduğu seyircileri ağırlıyor. Sonra Avrupa Pasajı (Cafe des Fleurs Tiyatrosu), Elhamra Pasajı (Fransız Tiyatrosu), Hacopulo Pasajı (Opera Tiyatrosu), Tokatlıyan İş Merkezi (Şark Tiyatrosu)... Ve elbette bugünkü TRT stüdyolarının bulunduğu Tepebaşı’ndaki alan (tiyatro tarihimizin önemli yapısı, 1970’lere dek ayakta kalan, 50 sene Şehir Tiyatroları’nca işletilen Tepebaşı Dram Tiyatrosu)...
Tur bizi Beyoğlu’nun görkemli tiyatro çağına, dikkatlice dinlersek bugün bile duvarlarından binlerce temsilin fısıltılarını duyabileceğimiz hafıza köşelerine götürüyor.
Her bir klasik eser ayrı bir yönetmene ve oyuncuya teslim edilmiş. Yönetmenlerin eserlerden seçtiği ortalama beş dakikalık tiratlar siyahlar içindeki oyuncular tarafından boş sahnede oynanıyor.
Ergun Üğlü’nün yönettiği, Ahmet Saraçoğlu’nun performansıyla sahnelenen ‘Hamlet’ yarın itibariyle izlenebilecek. Halihazırda Şehir Tiyatroları’nın YouTube kanalında yerini almış olanlarsa şöyle:
- Carlo Goldoni’den ‘İki Efendinin Uşağı’, Aslı Öngören yönetiyor, Müslüm Tamer oynuyor.
- Shakespeare’den ‘On İkinci Gece’, Serdar Biliş yönetiyor, Senan Kara oynuyor.
- ‘Macbeth’, Erarslan Sağlam yönetiyor, Sevil Akı oynuyor.
- Henrik Ibsen’den ‘Bir Bebek Evi’, Ali Gökmen Altuğ yönetiyor, Yeşim Koçak oynuyor.
Dışarısı baharın renkleriyle dolar, biz gündemin kasvetiyle ev içlerine mahkûmken bir parça ilham tozu üfleyecek konuşmalardan bahsedeceğim. İlan edildiğinden beri heyecanla beklediğim National Theatre’ın (NT) söyleşi serisi ‘Life in Stages’ ile başlayalım... İngiliz tiyatrosunun en güçlü seslerinden NT’nin, tiyatronun yıldız isimlerini eşleştirip sohbete oturttuğu seri YouTube’dan ücretsiz olarak (İngilizce altyazılı) yayımlanmaya başladı.
KENDİSİYLE DALGA GEÇİYOR
İlk bölümde İngiliz tiyatrosunun önemli ismi, ‘Sarayın Gözdesi’ ile aldığı Oscar dahil onlarca ödülün sahibi Olivia Colman ile NT’nin yönetmenlerinden Rufus Norris sohbet ediyor. Olivia Colman; dört yaşındaki ilk sahne performansı, 16’sında tiyatroyla ‘ciddi’ düşünmeye başlayışı, mezun olduktan sonra 100 ayrı seçmede ret yiyişi gibi kariyerinden detayları ve sahneyle, kamerayla, şöhretle sürmekte olan ilişkisini anlatıyor. Colman, sahnede bulunmaktan delice korktuğunu, her oyundan önce “Nefret ediyorum bu işten!” dediğini, sahnede gülerken altına kaçırmaktan çekindiğini, bunun bir keresinde gerçekten başına geldiğini...Şöhretle gelen beklentinin, sahne korkusunu derinleştirdiğini, film setinde prova almaktan hiç hoşlanmayıp tiyatrodaysa 18 hafta prova alıp sadece bir hafta seyirci karşısına çıkmayı bile memnuniyetle kabul edeceğini...
Bunları kendisiyle sonsuz bir dalga geçme esnekliği içinde, müthiş bir rahatlıkla anlatıyor. NT’nin tiyatro için bağış toplamayı da amaçlayan serisi (Jessie Buckley&Josh O’Connor, Adrian Lester&Meera Syal da yayında), insana tiyatroyu neden sevdiğini kişisel hikâyeler üzerinden hatırlatan, seyretmesi son derece keyifli bir iş olmuş.
Oscar’lı oyuncu Olivia Colman (üstte, sağda) ile yönetmen Rufus Norris’in sohbetine YouTube’dan ulaşabilirsiniz.
USTALARINI ANLATIYORLAR
Karşısına merakla kurulduğum bir diğer seri bizden, Türkiye Tiyatro Vakfı’nın (TTV) çevrimiçi konuşmaları: ‘Ustalar Ustalarını Anlatıyor’. Hasan Şahintürk moderatörlüğündeki seride Bülent Emin Yarar ve Tilbe Saran bölümleri yayımlandı. Saran’ın Yıldız Kenter’le, lise yıllarındayken, Kenter Tiyatrosu’nda tesadüfen tanışıp tiyatro yapmaya karar verişi, Bülent Emin Yarar’ın opera eğitimi alırken 24 yaşında kendisini tiyatro sınavında bulması…
Kadıköy’ün bağımsız tiyatro mekânlarından Boa Sahne pandemiden önceki bir sene boyunca sayısız oyuna ev sahipliği yaptı, onlarca ‘yersiz’ topluluğun ‘evi’, prova mekânı, yeni üretimler için yola çıkma alanı oldu. İlk senelerinin sonunda gelen salgın, Boa Sahne’ye de sertçe çarptı. ‘Desteksiz’ geçen sezonda şimdi ayakta kalmak için, Boa Sahne’ye temas eden 100’e yakın tiyatro insanı güçlerini birleştirdi, burayı ayakta tutmaya çabalıyor. Pandemi çekilip gittiğinde bir araya gelebileceğimiz, bizi oyunlarla, fikirlerle buluşturabilecek mekânları yerinde bulmak için elimizdekileri hayatta tutmak zorundayız çünkü...
10-20 DAKİKALIK...
Boa Sahne, ‘Sezon: Hayatta Kalmak’ adını verdiği sezonda nefes alabilmenin yolunu ‘Boa Kısalar’la açtı. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun tasarımıyla biçimlenen proje kapsamında yazarlar, oyuncular, yönetmenler, tasarımcılar, asistanlar, müzisyenler bir dizi kısa oyun üretti. Oyunlar kayda alındı ve seyirciyle internet üzerinden buluşuyor.
Şimdilik yedi oyunun kaydı tamamlandı. ‘#HEŞTEG’, ‘Her Şeyin Her Şeyle Bir İlgisi Varmış Gibi Geliyor’, ‘Lan!’, ‘Sarmal’, ‘Neme Lazım’, ‘Yoğurt Çorbası’ ve ‘Filiz’, bugün ve yarın ekranda olacak.
‘#HEŞTEG’ adlı oyunda Nergis Öztürk ve Cemal Toktaş’ı izliyoruz.
10 ile 20 dakika arasındaki kısa oyunların bir kısmı pandemiye selam yollayan işler. Ebru Nihan Celkan imzalı ‘#HEŞTEG’ misal, sokağa çıkma yasaklarıyla gelen markete hücum günlerinde bir ‘aile babası’yla genç bir kadını karşı karşıya getiriyor. Nergis Öztürk’le Cemal Toktaş’ın dinamik performansları bizi o günlerin tuhaf atmosferine ışınlamakla kalmıyor, yalnız bir kadın olmaya dair sözünü de söylüyor.
Seyirciyi görmeden, hissetmeden, bilgisayar kamerasının küçücük gözüne doğru, tek başınıza bir hikâyeyi ayaklandırmak hiç kolay iş değil. Yeni tür bir performans sınavı oldu desek, yeridir. Ayşe Lebriz Berkem senelerin verdiği deneyimin de iddiasıyla olacak, zorluklardan zorluk beğenmiş: Canlı bir Zoom performansı olan ‘Hikâyelerimiz’de dört ayrı kadına dönüşüyor. Üç hikâye ve bir baladı sırayla, tek başına sırtlanıyor. Üstelik seyirciyi hazmı pek de kolay olmayan ama gerçekliğinden zerre sual olunmaz kadın yaşamlarına götürüyor. Yaşamak için, nefes alabilmek için hep direniş içinde olması gereken kadınları anlatıyor.
Kendisi de dahil, dört kadının yazdıklarını ekrana taşıyor. Verdiği kısacık nefes aralarında, saç ve kostümünü değiştirmiş olarak sıradaki kadına dönüşüyor. Ayfer Tunç’un ‘Fehime’si, kendi kaleminden çıkan Gülfer, Duygu Asena’nın öyküsü ‘Nur ya da Yalan’ın Nur’u oluyor. Finalde Süreyya Karacabey’in yazdığı ‘Kadın Savaşı Baladı’nda öfkeyi derin bir soluğa dönüştürüyor.
Ne Fehime’nin, ne Gülfer’in ne de aşkla sarılıp sarmalanmış Nur’un yaşadıkları bize konforlu bir seyir sunacak türde anlatılar. Hikâyelerin sertliği, Lebriz’in gözleri ve sesi kadar ellerini de oyuna dahil ettiği ve bir saati aşkın süre boyunca hiç düşmeyen performansıyla birleşince etki daha da belirgin oluyor.
ETKİLEYİCİ VE YORUCU
Çocukken evlendirilip ömrü boyunca şiddet gören bir kadın, pedofili mağduru iki çocuk, ‘kadın derneklerinin bile en çok aranan konuşmacısı’ sosyalist bir adamın şiddetine maruz kalan bir diğer kadın... Yolları belki de hiç kesişmeyecek farklı yaş, kültür ve sınıflardan bu üç kadının anlattıklarını, güçlü bir oyuncunun aktarımıyla arka arkaya dinlemek etkileyici ve yorucu bir deneyim.
Finaldeki balad imdada yetişmese, “İçinden kırılgan hikâyelerin geçtiği masallarımızın bittiğini; salonlarımızın, yatak odalarımızın, kadınları anneliğe hapsettiğiniz bütün kafeslerin uçup gittiğini, eşitlik kuramadığımız bütün yolların bittiğini, ‘evetlerin’ vaktinin bittiğini” anımsatmasa bu anlatılar eksik kalırmış. Hikâyeler gerçeğe ne kadar yakın ve sertse baladın şu sözü de o kadar sert ama güçlendirici: “Korkmadıkları için ölüyor kadınlar. Ölü kadınların lanetiyle yıkılacak düzeniniz. Hiddetimiz bundan.”
Kişisel olanla toplumsal olanı, derimizin tam altında hissettiğimizle ekranda yanıp söneni, geçmişle bugünü ve geleceği, çıkışsızlık hissiyle umudu, kızgınlıkla affetme ihtiyacını aynı anda, büyük iddialar olmadan anlatabilen bir oyun: ‘Beyaz Kanatlar’. Açıkçası canlı ya da kayıttan Zoom oyunu izlemeye koyulmadan önce hafiften geriliyorum. Dolu dolu bir anlatıyı, etkili bir performansı bilgisayar ekranından da olsa izlemek iyi gelen bir duygu, evet. Ama ‘dijital oyun’ diye adlandırdığımız bu türde de bir sahne/ekran rejisi arıyor gözlerimiz.
Yıl 2040, dünya aynı...
Oyunlar en baştan Zoom ya da farklı medya olanaklarını düşünerek yapılandırıldıkça ‘dijital tiyatro’ dediğimiz tür daha fazla ruh kazanabilecek belli ki. ‘Beyaz Kanatlar’ bu zorluğun üstesinden, üstte sıraladıklarımın yanı sıra içerik ve biçimi de doğal bir akışla harmanlayarak gelmiş. Burak Alıcı’nın halihazırda dijital tiyatro olarak tasarlayarak yazdığı oyunu Özgün Çoban yönetiyor. Oyun seyirciyle canlı Zoom performansı olarak buluşuyor. 2040’ta olduğumuzu sonradan anlayacağız ki bu da otomatikman bir ‘distopya’ fikrine savursa da bizi, ayaklarımızı yere basmamız da aynı hızla oluyor. 2020-2021’de yaşadığımız koşullardan pek farklı değil karşımızdaki dünya ne de olsa.
Evinden -salgından ötürü değil, kişisel gerekçeleriyle- çıkamayan 20’lerindeki Bulut ve onun bir ‘çöpçatan’ uygulaması üzerinden tanıştığı sevgilisi Rüya ile birlikteyiz.
Rüya (Berfu Aydoğan) zamanın ruhuyla dalga geçercesine ‘masal anlatıcısı’ bir kadın olarak çıkıyor Bulut’un karşısına... Bulut’un vaktiyle çekip gitmiş babası (Bulut onu sadece ekrandan görüyor), yine görüntülü aramalarla iletişim kurduğu annesi ve belki de en yakını olan, bizzat tasarladığı yapay zekâlı robot Smart diğer karakterler...
Evinden çıkmayan, tüm ihtiyaçlarını Smart’a verdiği sesli komutlarla karşılayan (bu ihtiyaçlara dilediği zaman ekranda ‘var edebildiği’ babasıyla ‘yapay’ konuşmaları dahil) bir yapay zekâ uzmanı… Ve evi kitaplarla, kalbi masallarla ve hayatla dolu bir hikâye anlatıcısı… Bu iki genç bize bir gelecek simülasyonundan sesleniyor gibi: Küçük penceresinden -o da bakarsa- sisler içindeki binalardan başka bir şey göremeyen Bulut ve arada denizi olan bir şehirde yaşadığını unutan Rüya... Oyun boyu birkaç görüşmeye yayılan ilişkilerine paralel olarak Bulut’un babasıyla ve geçmişiyle (ki bu 2020’lere tekabül ediyor) hesabına tanıklık ediyoruz.
Naif ama güçlü bir duygu
1. ANKARA’DA, KIŞLADA, ŞİMDİ DE SES TİYATROSUNDA!Kader Can
2019 sezonunun en iddialı işlerinden biriydi. Tek kişilik bir anlatı ve performans olarak da son senelerin en akılda kalıcılarından... Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı oyun, İstanbul’un bir çeper mahallesinde sıradan bir hayat süren, rap tutkunu Kader Can’la tanıştırdı bizi. Onunla askere gittik, onun gözünden kışlayı izledik, onun öfkesiyle Ayla’ya kurulduk, Ankara barlarında takıldık, çocukluk rüyaları gördük, sonra İstanbul’a, anne evine döndük. Deniz Karaoğlu’nun Kader Can olup sahneyi tek başına ele geçirdiği oyunu kaçırdıysanız Podacto yapımı olarak dinleyebilirsiniz. (tiyatrolar.tv)
2) DÖRT KADIN ARASINDA BİR TÜR DENGE OYUNU Poz
Deniz Madanoğlu’nun kıvrak kaleminden; yalan kahramanlıklardan akbaba gazeteciliğe, Batı’nın ikiyüzlülüğünden kadın-erkek ilişkilerine uzanan, hayat boyu kestiğimiz ‘poz’lara dokunan bir öykü... Ortada bir ‘kahraman gazeteci’ adam, onun şimdilerde siyasetçi olan eşi, kardeşi gibi olan asistanı, öğrencisi ve hakkında belgesel hazırlayan bir muhabir var. Dört iyi kadın oyuncunun (Selen Uçer, Gonca Vuslateri, Esra Ruşan ve Gülce Oral) sesinden, merakı canlı tutan, dört kadın arasında bir tür denge oyununa dönüşen bir iş… (Spotify ve Storytel)
3. KADRODA MERAL ÇETİNKAYA DA VAR