4. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali başlıyor
TAKSAV tarafından düzenlenen ve bu yıl 4 yaşına giren festival; Alsancak, Basmane, Kemeraltı, Eşrefpaşa, Buca, Çimentepe, Gaziemir, Gültepe, Güzelbahçe, Güzelyalı, Karabağlar, Karşıyaka, Narlıdere’de meydan ya da salonlarındaki gösterimlerle; şehrin hemen her yerinde varlığını hissettirecek... Festivalde yerli-yabancı, 3’ü sokak, 2’si çocuk, 1’i meddah ve 1’i de kukla oyunu olmak üzere 35 ‘ÖZGÜRLÜK’ temalı oyun ile atölye, panel ve söyleşiyle bir yarışma da izleyicisiyle buluşacak. TAKSAV 4. Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali Emek Ödülü, BALIKLIOVA KÖY TİYATROSU’na; tarladan, mutfaktan iş yorgunluklarıyla gelip prova alan, tiyatro sahnesinde kendini yeniden yaratan “yaşamlarını” çalışma dışında da “üretebilen” emekçilere verilecek. Prof. Dr. Semih Çelenk’in yönetmenliği üstlendiği TOROS CANAVARI oyununu sahneyen ekip, Aziz Nesin’in doğumunun 100. yılında İzmir Tiyatro Festivali’nin emek ödülüne layık görüldü. Biraz tiyatro hepimize iyi gelecek, o yüzden haydi festivale... Oyunlar ve salonlar ile ilgili ayrıntılı bilgi; www.izmirtiyatrofestivali.org adresinde. Biletler, biletix’de. Kişisel not: Cahide Müzikali ve Shekaspeare’nın bütün eserleri isimli oyunları İstanbul’da izlemiş ve çok beğenmiştim. Daha pek çok sıkı oyun geliyor.
Maddalena Forcella sergisi, K2’de
İzmir’de en sevdiğim, en karakteristik galerilerden biridir K2. Enteresan sergiler yapar, sıkı takipçileri var, ufuk açar. İşte şimdi de Meksikalı bir tekstil tasarımcısı olan Maddalena Forcella, eserlerinde doğal boyalar tercih etmesiyle tanınıyor. Deneysel boyama yöntemlerini benimseyen sanatçıya bitkiler, kabuklar, çiçekler ve böcekler limitsiz renk izgeleri oluşturmasında aracı oluyor. Özellikle Oaxaca eyaleti ve Chipas’la beraber tüm Meksika’da yerel dokumacı ve zanaatkarlarla çalışma geçmişi olan Forcella, bu deneyimini doğal boyalarla harmanlıyor ve çeşitli kurum ve organizasyonlar adına tasarım danışmanlığı yapıyor. Sergi, 4 Aralık’ta başlayıp 10 Ocak’ta sona erecek. www.k2.org.tr
Boyoz, midye, sübye, İzmir köfte, söğüş, şevketi bostan, cibez, ısırgan, revani, lokma, keşkek, zerde, sura... Bunları gündüz vaktini şahane yapan esnaf lokantaları ya da şık havalı küçük lokantalar var da akşam olunca, çoktandır 3-5 dost toplanıp dışarıya çıkmaya karar verildiğinde, gidilen tek yer balıkçılar artık bu şehirde. O da balık yemeye değil, meze yemeye! Her gece ve her gece. Hiç bıkmadan, usanmadan. Bizim malzememizle deneyseller yapan, harikalar yaratan modern şef restoranları açılamıyor, açılsa da yaşayamıyor. Hal böyle olunca, çok eskiden beri tanıdığım, bir popüler mutfak duayenine (ki aslında köklü bir mutfak geleneğinden geliyor) danışmaya karar verdim. Nereye gidiyor bu şehrin sosyal hayatı, nereye gidiyor yeme–içme kültürü, nereye gidiyor bu gençlik?
Onu pek çoğunuz tanıyorsunuz. Mesleği 32 yaşında İsrail’de ünlü bir aşçılık okulunda başlayan İzmir’in belki de en yaratıcı gastronomi adamlarından biri Jo Kohen. Kısaca “Jo”. Jo’nun elinden çıkma hangi restorana gitmedik ki? İzmir’in ilk cafe konsepti Reci’s (20 yıl önce açılmış), ardından “La folie”, benim için efsane olan Çeşme Yıldız Burnu’ndaki eski “Apropo”, Levent Marina’daki “Potiri Meyhanesi”, İzmirli ve yurtdışından gelenler için bir klasik haline gelen “Le Cigale” ve şimdilerde epey popüler olan nefis bir İzmir meyhanesi; Meyhane Piero... Jo ile tanışıklığımız henüz üniversite öğrencisiyken onun küçük restoranında yemek yeren, ne beni ne de arkadaşlarımı tanımadan tatlı ikram etmesine dayanıyor. Sonrası, onun açtığı, konsept cafe’lere gitmeye devam etmem, yemeklerini sevmem ve emeğini takdire kadar uzanıyor. Yani müşteri-işletmeci tanışlığımız, benim kendi paramı ödemem, onun da çok arada, masamıza ufak tefek ikramlar yapmasından öteye geçmiyor. Dolayısıyla, istediğimi sorabilirim, o da istediği gibi cevap verebilir. Le Cigale’in bahçesinde buluştuk başladım arka arkaya sormaya.
* Yeni nesil neden balıkçıdan başka bir yere gitmiyor? Neden iyi lokantalar İzmir’de peş peşe kapanıyor?
Çünkü maliyetler ve kiralar çok yüksek. Personeli elde tutmak maliyetli. Yurtdışında bile büyük restoranlar yerine, 3-4 masalı, aile işletmesi şef lokantalarına dönüş başladı.
* Tamam, ama bizde o da yok, bir kaç güzel lokanta var o da sadece gündüzleri servis yeriyor. Bu Fransız bahçesini (Le Cigale) saymazsak ya mezeci, ya eller havaya. Hiç bir yer aynı isimle 20 yıl, 30 yıl yaşamıyor neden?
İzmir’in maalesef en büyük problemi bu, “kalıcılığa saygı” sıfır! Madrid’te, Roma’da ya da küçücük bir kasabada 100 yıllık restoranlar var, oysa İzmir’de bir lokanta 10 yılını aynı isimle deviriyorsa, “neden isim değiştirmiyorsun” diye soran var. Balıkçıya da gitmiyoruz ki artık, meze yemeye gidiyoruz. Atom, midye, haydari. Biz eskiden balık yemeye giderdik. Ama görün bakın, gençler bundan yavaş yavaş vazgeçecek. Çünkü görüyorlar, dünyayı geziyorlar, bir gün gelecek kendi şehirlerinde de yeni lezzetler isteyecekler. Bak yeni nesil kahvecilere, basit olsun, ekonomik olsun, ama rafine olsun, farklı olsun.
* Peki ya hijyen?
Hem de sanata, festivale, kültüre, sanat-sepet işlerine öyle pek de bayılmayan bir şehirde. (bknz: ¨İzmir’de sanat var, siz yoksunuz¨ başlıklı yazım). İşte bu yüzden, tıpkı, Uluslararası İzmir Festivali gibi, Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali de çok değerli. Çünkü nüfusu yoğun, sanat sever bir şehirde festival yaşatmak kolay (bknz İstanbul, New York, Montreal vs vs) Ama İzmir’de maalesef o kadar kolay değil bu işler. Ama çok şükür ki, kısa film seyircisi sahip çıkıyor festivaline, koltukları dolduruyor, o güzel seyirciye her geçen gün yenisi ekleniyor.
Festivale gel
Sinemaseverlerin sabırsızlıkla beklediği Festival, 17 Kasım Salı günü başlıyor. Özel seçkilerle beraber 400’ün üzerinde filmi ÜCRETSİZ olarak seyirciyle buluştururken; atölye çalışmaları ve söyleşilerle festival boyunca sinemaya dair etkinliklere ev sahipliği yapacak. İzmir Büyükşehir Belediyesi, Buca Belediyesi, Bornova Belediyesi ve Konak Belediyesi’nin desteklediği festivalin açılış töreni, 18 Kasım Çarşamba günü Buca Kültür Merkezi’nde yapılacak.
Bu yılki Jüri çok sıkı!
Neden mi? Geçtiğimiz hafta, seçimi de bahane edip soluğu yine Kuzey Ege’de aldım. Bu kez bu hafta sonu gerçekleşen “Zeytin Hasat Günleri” öncesi iki dal temiz hava, bir nefes zeytin kokusu çekip ciğerime dönmekti niyetim. Ama bir günde bitiremedim. Ayvalık ve Cunda o kadar tazelenmiş, o kadar güzel yerler açılmış, o kadar özenle restore edilmeye başlanmış ki, bırakıp gidemedim. Seçim sabahı erkenden oy kullanmak için İzmir yollarına düşmek bana; bu yazıyı bu pazar okumak sana kaldı, seçim yorgunu güzel okur! İyisi mi, kasım masım deme, 1 günlüğüne de olsa Ayvalık’sız kışa girme. Hatta hadi bugün atlayıp git. Bak Ayvalık Zeytin Hasat Günleri’nde neler var neler: www.ayvalikhasatgunleri.com
Ayvalık Taksiyarhis Anı Müzesi
Herkes Cunda Adası’ndaki Taksiyarhis’i bilir (O da Rahmi Koç Vakfı tarafından yenilenerek nefis bir oyuncak müzesine dönüştürüldü) ama Ayvalık İsmet Paşa Mahallesi’ndeki Taksiyarhis Kilisesi de 2009 yılında Kültür eski Bakanı Ertuğrul Günay’in girişimiyle restorasyona girdi. 2013’te de anıt müze olarak yeniden açıldı. İlginç bir anekdot: 1873 yılında inşa edilen kilisede bulunan çan II. Dünya Savaşı yıllarında yerinden çıkarılarak olası bir saldırıyı halka haber vermesi için meydana yerleştirilmiş. Daha sonraları bu çanın dünyanın en büyük çanı olduğu ortaya çıkmış. Çan, bilin bakım şimdi nerede? Her şeyimizi araklayan Berlin’deki Bergama Müzesi’nde.
Ayvalık Şehir Kulübü ve Bay Nihat
Ayvalık’ta öğle yemeği için en sevdiğim yerlerden biri liman yakınındaki Ayvalık Şehir Kulübü. Denizin üzerinde. Tezgahta her öğlen harika otlar, zeytinyağlılar, sulu yemekler ve fotoğrafta görmüş olduğunuz, portakallı, taze naneli kum midyesi (kidonya) arkadaşlar var. Cunda Adası’ndaki Bay Nihat’sa her dem aynı. İyi servis, öğlen rakısı, gerçek Ayvalık mutfağı ve taze balık...
Antikacılar Sokağı ve Café Caramel
Vapura yürürken kulağına taktığın fosforlu kulaklık, aklının kıvrımlarına yayılan o yumuşacık müzik, Cumhuriyet.
Birazını yiyip birazını martılarla paylaşmak için aldığın simit, koltuğunun altına sıkıştırdığın o gazete, Cumhuriyet.
İskelenin önünde buluştuğun o bal rengi gözlü, o sevdalı kız var ya, o da Cumhuriyet.
Yan masadaki etek - babetli iş arkadaşın Buse, takım elbiseli Berke ve onlarla aynı işyerine istediğinde spor ayakkabıyla gidebilmen, Cumhuriyet.
İçtiğin kaynak suyu Cumhuriyet. Elin Fransızı çoktan senin Şaşal’ını şişelemiş Evian diye satıyor olurdu, işte bu yüzden Cumhuriyet.
8 genç kaşif, yazar-çizer, fotoğrafçı insan. 8’imiz de “doğa zehirlenmesi” geçirdik. O kadar yeşil ve yeşilin o kadar baş tacı edildiği bir ada ki Sri Lanka, bir süre sonra Türk bünyesi kaldırmamaya başlıyor. Beton arıyorsun, TOKİ arıyorsun, talan edilmiş parklar, sahiplenilmiş paralı plajlar, siteler, otoparklar, aslına uygun diye mutfak mermeri ile restore edilmiş tapınaklar arıyorsun. Ama yok. Böyle 1000 yıl önceki haliyle duruyor ada. Lost dizisi gibi. Çocukluğunun Hazine Avcıları gibi.
Bu kadar yeşil bünyeye zarar!
Önce yavaş yavaş baş ağrısı yapıyor memleketin başkentinde bile (Colombo) bu kadar yeşil görmek, sonra el ayak titremesi başlıyor. Betonu özlüyorsun. Gri rengi özlüyorsun. Oksijen kalp çarpıntısı yapıyor. Hele o deli güneş, mor-mavi-sarı batmıyor mu her gün; koca koca parklardan gün batımı izleyebildiğine sinirleniyorsun.
Başkent Colombo örneğin. Cadde kenarlarında orman var. Bildiğin orman. Tropik. Dallarda mavi renkli ev kargası dedikleri kargalarla, yeşil papağanlar cirit atıyor. Ulaşım taksi yerine tuk tuk dedikleri 3 tekerlekli motorlarla sağlanıyor. Her gün pazar kuruluyor. Bir şehirden bir diğer şehre giderken en büyük derdin tek şeritli yolda önüne çıkabilecek maymunları ezmemek ve hatta beslemek için yanına muz bulundurmayı unutmamak. Yapmamış duble yol akılsızlar, böyle maymunları, doğayı, ahşap evleri izleye izleye gidiyorsun. Bir kişi de sinirlenmiyor, bir kişi de kaza yapmıyor duble yol yok diye arkadaş, hayret ediyorsun.
Sri Lanka nerede?
Hindistan’ın sadece 31 km güneyinde, Hindu kültüründen gelen, uzun yıllar İngiliz sömürgesinde yaşamış ve en sonunda özgürlüğünü ilan etmiş, demokratik bir cumhuriyet ile yönetilen tropik bir ada. Yeryüzündeki cennet. Dünyanın en önemli çay merkezi. Orijinal ismi Ceylon ki, bu isim size belki daha çok şey ifade edebilir. Bizim Karadeniz gibi uçsuz bucaksız yaylaları, nefis çay tarlaları var. Ama kimsenin aklına iki yaylayı beton yol ile birleştirmek aklına gelmemiş bugüne dek bizdeki gibi. Döküverselerdi beton bir yol, bağlanabilseydik bir yayladan diğerine... Zırcahiller işte ne yapacaksın(!)
SEN bu yazıyı okurken ben çook uzaklara doğru yola çıkmış olacağım. Katar Havayolları (Qatar Airways) ve Prontotour yolcuları için sıkı bir rehber hazırlamak, Hint Okyanusu’ndaki bu mistik adayı karış karış fotoğraflamak ve yazmak üzere, sırt çantamla birlikte yollarda olacağım. Ama önce sana bu nefis coğrafyayı, Kuzey Ege’yi emanet ediyorum “içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık” şarkısını duyunca dalıp giden canım okur. Hatırlarsın, yazı dizimizin ilk bölümü Assos (Behramkale) ile başlamış, Adatepe ile devam etmişti. Bugün Kaz Dağları’nda sekmeye büyük hayranı olduğum Yeşilyurt Köyü ile devam ediyoruz. (Haftaya yazımı göndermeye internet bulur muyum, bulsam da yükleyebilir miyim, tapınaklarda ya da Doha çöllerinde yazı yazıp gönderebilr miyim, bilinmez... O yüzden iyisi mi sen bu yazıyı 2 haftalık oku... Haftaya pazar buluşursak sürpriz olsun, buluşamazsak instagram’a gel (instagram.com/baharakinci) orada da yoksam karakola haber ver. (Diplomatik kriz başlat, ama beni sensiz, kendini bensiz iki haftadan fazla koma)
Yeşilyurt: Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Kaz Dağları, ömründe en az bir kez içinde uyanman gereken bir rüya. Üzgünüm ama günübirlik anlayamayacağın. Yeşilyurt Köyü, bu rüyanın en güzel duraklarından biri. Konaklamak için yeni nesil, doğaya saygılı ahşap oteller, taş dokular ve alabildiğince korunmuş bir doğa var. Çünkü otel sahibi de lokantacı da esnaf da biliyor ki, burada sahip oldukları tek zenginlik doğa ve onu yok ederlerse ellerinde hiç bir şey kalmayacak. Yeşilyurtlular, Adatepeliler, Tahtakuşlular gibi bu zihniyete sahip olan insanlar neden bu kadar az bu ülkede? Yeşilyurt’a gitmek için İzmir-Çanakkale yönünde Kaz Dağları eteklerine gelir gelmez sağa ayrılan tabelayı takip ediyorsun. 5 dakikalık tırmanışın sonunda işte bir oksijen çadırındasın.
Çetmihan: Susarmışız öyle bir sakin derenin
ADATEPE
BİR çam ormanının eteklerinde, zeytin ağaçları ile bezeli, tüm haneleri Selçuklu, Osmanlı ve Rum taş mimarisi özellikleri taşıyan, girişindeki vadide Zeus Altarı’nın olduğu 208 haneli bir köy düşünün. Şimdi gözlerinizi açın, Adatepe’desiniz. Köy, Ege Denizi’nin doğu kıyısında, İda (Kaz) Dağı’nın batı yamaçlarında, Edremit Körfezi’nin kuzey ucunda. Yerleşim neredeyse antik çağlarda başlamış, İliada destanında “Gargaros” olarak adı geçen bölgede, yerleşim halen nefis bir biçimde sürüyor. Köyün bulunduğu bölge Truva, Leleg, Midilli, Pers, Atina, Roma, Selçuklu, Osmanlı hakimiyetleri görmüş ve bunların izlerini taşıyor. Köyün bir de internet sitesi var: www.adatepekoyu.com
Köy halkı korumaya ant içmiş
Adatepe beni benden alan, hayran kaldığım, ayrılamadığım, tüm evleri denize bakan, orijinal hali ile korunmuş, dünyanın ender taş köylerinden biri. Kaz Dağları’nın baş döndüren güzelliği ve oksijeni, hayatını sıfırlayarak buraya yerleşen aileler ve köy halkı, sahip oldukları güzelliği var gücü ile koruyor. Yüzyılların birikiminin oluşturduğu taş işçiliğinin örnekleri köydeki her binada hayranlık uyandıracak biçimde. Çevrede betonlaşmanın başlaması nedeniyle köy 1989 yılında SİT ilan edilmiş. Bugün, mevcut evlerden başka yeni ev yapılamıyor, ayakta olan evler aslına uygun restore ediliyor, yıkık durumda olan evler ise köydeki mimariye uygun olarak yeniden inşa ediliyor. Tüm restorasyonlar bittiğinde köy yeniden 400 haneye ulaşacak ve büyümesi o noktada duracak.
ÖMRE ÖMÜR KATAN KÖY
Adatepe’nin bir özelliği de Türkiye’nin önde gelen sanatçı, düşünür, felsefeci ve yazarlarının da bu köyde yaşaması. Hayat olabildiğine sade ve kim olursanız olun size çalıştıracak biçimde akıyor burada. Ya evini onarıyorsun, ya kışlık odununu hazırlıyorsun, ya kış erzağını köylülerle birlikte yapıyorsun ya da komşuna yardım ediyorsun. Ve tüm bu sebeplerden dolayı, Kaz Dağları’ndan aldığın oksijen sayesinde hiç yaşlanmıyorsun.