Adını da ‘Bodrum İyilik Şenliği’ koyduk.
Daha bebek. Bu ilki. Her yaz, gittikçe serpilip büyüyecek.
Amatör bir heyecanla yapıyoruz, yüreğimiz pır pır. Köyümüzde de tatlı bir telaş hâkim. Biz bahçemizi açıyoruz, organizasyon ‘Pİ Kadın Kanserleri Derneği’ne ait. Biz de onlara elimizden gelen her türlü desteği veriyoruz.
14 yaşındaki kızım Alya, benim en büyük yardımcım. Ergenlik problemlerini bile unuttuk. Kenetlendik. Ara ara hâlâ birbirimize giriyoruz ama yazın başından beri gönüllülük adına gerçekten küçük yaşına rağmen büyük işler başardı. Kızımla gurur duyuyorum.
Biz küçük bir hayalle yola çıktık, “İyilik bulaşıcıdır” dedik, gerçekten de iyilik halka halka büyüdü. Benim tahminlerimin ötesine geçti, nasıl mutluyum anlatamam.
Yazın başından beri 7 iyilik kolyesi atölyesi yaptık Gürece’de. İnsanlar geldiler, uzun ahşap masamızda kolye dizdiler. Dizdikleri kolyelerin biri kendilerinin oldu, diğerlerini köyümüzdeki küçük dükkânımıza hediye ettiler, o kolyeler de ‘Toplum Gönüllüleri Vakfı’ yaranına satıldı, satılıyor.
İlgi de beklediğimizin ötesinde oldu, şaşırdık açıkçası. Ziyaretçilerimiz neredeyse her gün kolye dizmek istediler. Beni katılımcıların yaratıcılıkları da şaşırttı. Bu kolye dizme işi gerçekten bir terapi, gelenler iki saat boyunca masadaki onlarca boncuktan dilediklerini seçiyorlar ve kendi zevklerine göre kolye diziyorlar. Sonra birlikte yiyip içiyoruz, gülüyoruz, fotoğraflar çektiriyoruz. Evler de herkesin kullanımına açık, kim isterse girip kendine kahve yapıyor, çay yapıyor. Müthiş bir özgürlük alanı. Erkekler de en az kadınlar kadar güzel kolyeler dizdiler bu arada. Sadece kadınlara özgü atölyeler olmadı yani.
Biz kolye dizerken,
Siz hep tarihi referans alıyorsunuz. Yaptığınız analizlerin bir ayağı hep tarihte. Ben de soruyorum: Tarihi yorumlamak neden önemli? Sizin bunun için önerdiğiniz yöntem nedir?
Tarihi referans almak, entelektüel savrulmaları önler. Son dönem Türkiye’sinde olduğu gibi geçmişi unutup yalnızca bugünün içi boşaltılmış kavramlarıyla düşünen aydınların durumuna düşmezsiniz! Önerdiğim yönteme gelince, yine kitapta uzun uzun tartıştığımız konulardan biri bu. Ben tarihi yorumlamada Gadamer’in “yorum bilgisi yöntemi”ni öneriyorum. Çok kabaca özetleyeyim: Tarihte herhangi bir olayı o günün koşullarıyla, zihniyet dünyasıyla yorumlamak, ilk kaynağa gitmek, bu bilgiyi sürekli göz önünde tutmak çok önemli. Tarih, bugünün bilgisi ve zihniyetiyle yorumlanmaz. Mesela Osmanlı’da “kardeş katli”ni bugünün bilgisi ve değer yargılarıyla yorumlarsanız, Kara Murat’ı canlandıran aktöre kol saati taktıran yönetmenden farkınız kalmaz!
Peki iktidarların ve toplumun tarihle ilişki kurma biçimine ne diyeceksiniz?
E sorunlu. İktidarlar, tarihi işlerine geleni çekip alacakları bir havuz gibi görürler. Kendilerini ayakta tutacak, meşruiyetlerini sağlayacak kahramanlık hikâyeleri, dış düşmanlar söylemi vs tarihten bolca devşirirler. Bu anlamda, her iktidarın, tarihle kurduğu ilişki biraz George Orwell’in “1984”ünde anlattığı iktidar-tarih ilişkisine benzer. İktidarlar, tarihi istedikleri zaman, istedikleri biçimde müdahale edebilecekleri bir bellek olarak görürler. Geçmişe dair neyi hatırlayıp hatırlamayacağımıza karar vermek, hepimizi bir hafıza kaybının eşiğinde tutmak isterler. Çünkü iktidarın bekası için toplumun unutkan olması şarttır!
Türkiye’de entelektüellerin, akademisyenlerin bugün geldikleri nokta konusunda söyledikleriniz de çarpıcı. Düşünce insanlarının unvan fetişizmine ve şova meyilli olmalarına dikkat çekiyorsunuz...
Demin de söylediğim gibi, televizyonun ve sosyal medyanın her şeyi şova dönüştürme yeteneği bu. Entelektüellerden ve akademisyenlerden reytingi arttıracak bir performans isteniyor. Televizyon stüdyoları kahvehane ortamından farklı değil. Uzmanlar, bilirkişiler, kanaat önderleri her gün oturup aynı konularda neredeyse aynı sözcükleri sarf ediyorlar ve milyonlarca insan büyülenmişçesine ekranın karşısına geçiyor. Hep söylüyorum: Gerçek düşüncenin ve liyakatin olduğu yerde unvanlara gerek duyulmaz. Mesela Prof. Dr. Michel Foucault, Nietzche, Kant yoktur. Onlara adlarının önünde bir unvan olmadan saygı duyulur. Foucault’yu televizyona çıkarıp “Şu Derrida ile bir kavga et de reytingimiz artsın!” diyemez kimse. Düşüncenin akademi koridorlarından televizyon stüdyolarına taşınması çağın trajedilerinden biri ne yazık ki.
Son dönemde de arttı mı sizce?
İstanbul ve Bodrum’da iki müthiş konser verdiniz. Muazzam ilgi vardı. Size her zaman ilgi var ama bu son zamanlardaki coşkuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- ‘Sevdalım Hayat Filarmonik Konserleri’, 20 yerde daha sürdürülecek. Edebiyat, müzik ve görsellik sahnede bir araya geldi. Bu coşku beni de mutlu ediyor ama sanırım bunun nedenleri üzerinde konuşmak bana düşmez. Sadece şunu söylemekle yetineyim: Türkiye, uzun süreden beri ilk defa nefes almaya başladı. Adeta unutulan bir yaşama sevinci, yeniden birbirine kenetlenme ihtiyacı... En azından benim gözlemlediğim ve hissettiğim bu.
KALABALIKLARIN SESİ GÜZELDİR
Ben ağlayacak gibi oluyorum, size de sahnede o his geliyor mu? Binlerce insan şarkılarınızı bir ağızdan söylüyor. Ve hissederek söylüyor.
- Kitapta da altını çizdiğim bir şey var: Kalabalıkların sesi güzeldir. Binlerce ağız, hele hele insanlığın en güzel değerlerini dile getiriyorsa, orada duygulanmamak, ağlamamak mümkün mü? Konserlerime gelen kalabalıkların o hep bir ağızdan söylenen türkülerde dile getirdikleri şey, insanca, demokrasi ve barış içinde yaşama özleminden başka bir şey değil. Ne mutlu bana ki konserlerim buna vesile oluyor.
Siz tam 25 yıl önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olmuştunuz. Bu bakımdan yeni başkanla nasıl bir ilişkiniz var?
- Ekrem İmamoğlu başından beri güvendiğim, desteklediğim ve gerçekten sevdiğim bir insan. Türkiye’nin ihtiyacı olan vizyona sahip olduğunu biliyorum. Belediyecilikte çok başarılı işler yaptı, bundan sonra da aynı çizgide devam edecektir. Yoluna çıkan engelleri büyük bir olgunlukla ama taviz vermeden aşacak, kararlı bir insan. Tabii benim çok çirkin oyunlarla kaybettiğim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini tam 25 yıl sonra kazanması, adeta o seçimlerin rövanşını alması, aramızda daha farklı bir bağ oluşturuyor. Yolu açık olsun!
“Kadınları üretime teşvik etmek” sizin hayattaki mottonuz mu?
Evet ama sadece bu değil. Kadınları hayata katmak ve memleketin aydınlık geleceğinde, kadınların da var olduğunu anlatmak benim mottom...
Seferihisar’daki tecrübelerinizi şimdi İzmir’e mi taşıyorsunuz?
Aynen öyle! Hem tecrübelerimizi hem de kadınları taşıyoruz. “Pagos Üretici Pazarı”nda Seferihisar’daki üretici kadın kooperatifinden bir kadın, Kadifekaleli bir kadınla sohbet ederken şöyle diyordu: “Sebat etmeniz gerekiyor! Hemen kazanç bekleyemeyeceksiniz. Biz kendi pazarımızın yaşaması için öyle yaptık. Bu, girişimcilik ve ticaret. Aynı zamanda da omuz omuza verme, el ele olma hikâyesi!” Bunları duymak çok hoşuma gidiyor.
Sığacık Pazarı dillere destan! Siz onun da yaratıcılardan birisiniz. Kadınlar evlerinin önünde satış yapıyor ve yüzlerce kadın gelir elde ediyor, aileye katkıda bulunuyor. Türkiye’nin her yerinde yapılabilir mi?
Elbette! Her bölgenin kendi dinamikleri ve kendi özellikleriyle yapılabilir. Biz aslında dünyanın bir ucunda gördüğümüz küçücük bir kalenin içinden esinlenmiştik. Küçücük bir kalede, evlerinin önünde bir şeyler satıyorlardı kadınlar. Dünyanın her yerinde de bu var. Artık Türkiye’deki kadınlar da böyle bir şeyin olabileceğini görüyor. Sığacık da bunun kanıtı oldu.
‘DOMATESİN ESKİ KOKUSU’ NOSTALJİK BİR OLMAMALI!
O müthiş bir kadın... Müthiş şeyler yapıyor. Kadınları harekete geçiyor. Onları hayata katıyor. Ülkemizin geleceğinde kadınların da yer alması gerektiğini her fırsatta hatırlatıyor. 66 doğumlu. 17 yıl köy ilkokullarında matematik öğretmenliği yaptı. Dillere destan Sığacık Pazarı’nın kurucularından biri. Tohum Takas Şenliği’nin de yaratıcılarından. Kooperatifçilik onun için fevkalade önemli. 2016’da İzmir KöyKoop Birliği’ne “ilk kadın başkan” olarak seçiliyor, ertesi yıl da “ilk kadın Türkiye genel başkanı” oluyor. İl il, ilçe ilçe, köy köy dolaşarak özellikle de kadınlara kooperatifçiliği, birlik beraberliği, bir arada çalışmanın önemini ve tarımın bizim için kurtuluş olacağını anlatmaya çalışıyor. Yeni kurdukları “İzmir Kadifekale Pagos Üretici Pazarı” sebebiyle buluştuk, konuştuk. Onunla Tunç Soyer’in eşi olarak değil, kadınlara müthiş bir ilham kaynağı olan biri olarak röportaj yaptım. Tabii ki sığmadı, yarın da devam edecek...
- İsminiz şahane: Neptün...
Teşekkür ederim.
- En uzak gezegenlerden biri ama siz insanlara, özellikle kadınlara inanılmaz yakınsınız! Kim koymuş isminizi?
Babam. Neptün’ün Yunan mitolojisindeki karşılığı da deniz tanrısı olan Poseidon! Çocukken zorlanırdım ama ismim hep çok sevildi, beğenildi. Babam, Harp Okulu’nda iken kimya dersinde Neptünyum elementi başına bela olmuş. Bir soruyu bilemediği için kalmış. Artık oradan mı esinlendi bilmiyorum. “Baba ismimi neden Neptün koydun? Doğrusunu anlat” diyorum. Bu yaşıma geldim, hâlâ net bir hikâye yok! Bildiğim tek şey, ismimi çok sevdiğim...
- Peki zorluk yaşadınız mı?
(Gülüyor) Yaşamaz mıyım? Babam asker olduğu için farklı farklı şehirlerde yaşadık. Yeni bir yere tayin olduğunda, okula gittiğim ilk gün öğretmen kaldırıp, “Kendini tanıt!” dediğinde, başımdan aşağı kaynar sular dökülürdü. Çünkü adım “Neptün”, kızlık soyadım da “Aşık”.
YURTDIŞINDA çocuk yetiştirmek nasıl bir şeydir bilirim. Ben fiilen yaşadım, yaşıyorum. Çocuklarımız okulda başka bir dilde eğitim görüyorlar. Sen evde ne kadar Türkçe konuşursan konuş, çocuğun “I said saçlar no dedim!” diyor. Alya 4 yaşındayken saçının yıkanmasına itiraz etmek için bu cümleyi kuruyordu. Şimdi aksansız Türkçe konuşuyor. Ama yine de dilbilgisinde -de’leri -da’ları ayrı yazmada zorlandığı oluyor. O yüzden Hollanda’da yaşayan meslektaşım Esra Kırkavak’ın girişimini çok önemsiyorum. Kendi çabalarıyla, yurtdışında yaşayan Türk çocukları anadillerini unutmasınlar ve geliştirebilsinler diye iki dergi çıkardı. Eylülde ‘Fiyu’ ve ekimde ‘Pupa’, dünyanın dört bir yanındaki okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor. Dileyenler www.fiyudergi.com aracılığıyla ulaşılabilirler.
- Sizi tanıyalım?
Ben Esra Kırkavak. Türkiye’de uzun yıllar gazeteciydim. Mesleğimi hep tutkuyla yaptım. Muhabirlik, editörlük, yazı işleri müdürlüğü... Üç yıl önce, eşimin işi sebebiyle önce İngiltere’ye, sonra Hollanda’ya taşındık...
- Bu kararı almanız kolay oldu mu?
Hayır, hiç. Kendimi yeni bir başlangıç yapacak kadar genç hissetmiyordum. Bir de o zamanlar 3 yaşında olan oğlum Ali’yle ilgili endişelerim vardı: “Yeni bir ülkeye kolay uyum sağlayabilecek miydi? İngilizce bilmiyordu, zorluk çekecek miydi?” İngilizce konusunda hiç zorluk çekmedi, çevresine ve arkadaşlarına da jet hızıyla uyum sağladı. Ne var ki taşındıktan birkaç ay sonra, aklıma hiç getirmediğim ama bütün göçmen ailelerin yaşadığı ortak sorun bizim de başımıza geldi...
- Neydi o?
Ali, biz evde sadece Türkçe konuşmamıza rağmen kreşe başlar başlamaz, “yarı Türkçe-çoğunlukla İngilizce yeni bir dil” yarattı! Bunu dert etmeyen aileler var ama ben ettim...
Başınız sağ olsun. Allah sabır versin...
- Teşekkür ederim.
Evladınızı kaybedeli kaç gün oldu?
- Ayın 28’inde toprağa verdik. Gün saymıyorum, sayamıyorum.
Nasıl tanımlanabilir bu acı?
- Tanımlanamaz! Hiçbir şeye benzemiyor. Düşmanıma vermesin Allah böyle bir acı. Her şeyimi kaybetmiş gibi hissediyorum. Bu dünyada bana ait hiçbir şey kalmamış gibi. Havada, boşlukta asılı gibiyim. İçim bomboş. Ben de öldüm, benim için ölen kızımla birlikte. Nefesim bitsin diye bekliyorum. Ama maalesef hâlâ nefes alıyorum. Şu anda beni hayatta tutan tek şey, bunu yapan caninin -lütfen “eşiniz” ya da “kızınızın babası” demeyin- hak ettiği en ağır cezayı alması! Hiçbir şey kızımı geri getiremez, hiçbir şey yanan yüreğimi soğutamaz. Ama emsal bir ceza alsın istiyorum. Çünkü bir baba bunu yapmaz! (Ağlıyor)
Çok çok haklısınız...
- Biyolojik olarak can vermiş olabilir ama ben ona “baba” demem. “İnsan” demem. Böyle bir insan olamaz! Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Bir hayvan bile yavrusuna daha iyi sahip çıkıyor. Öldürdü ya, gül gibi kızı hayattan sildi! Toprağın altında benim kızım. Ben hâkimin “İki kere ağırlaştırılmış müebbet!” deyip o tokmağı vurduğunu duymak istiyorum. O tokmağın sesini, adaletin sesini duymak istiyorum. Şu an beni ayakta tutan tek şey bu. Bir de kızımın adını yaşatmak için yapılabilecek şeyler... Onun dışında benim için hayat bitti!
Bilgisayar bilimleri okumuşsun, işletme yüksek lisansı yapmışsın. Ama seni oyunculuk kariyerinle tanıyoruz. Edebiyat seviyorsun. Yazıyorsun. Şimdi de bir tarihi roman yazdın. Nerden çıktı bu roman? Kafayı niye Tomris’e taktın?
Bilinen ilk kadın hükümdar olduğu için! Milattan önce 6. yüzyıldan bahsediyoruz. Bir oradaki kadının konumunu düşünün, bir de şimdiki haline bakın. Kadın cinayetlerinin birer birer değil, onar onar arttığı, kadının eve kapanmaya zorlandığı halini. Aradaki yüzyıllar içerisinde kadın, toplumda nasıl silikleştirilmişse gece sokağa çıkabilmek için bile mücadele eder hale geldik! Tomris, okuyanlara kadınların gerçekten ne kadar güçlü olduğunu hatırlatsın istedim.
Romanını, arkasında ailesinin gücünü hissedemeyip kendi kendine güçlü olmak zorunda kalan, bilinmeyen tüm kadın kahramanlara adamışsın. Neden?
Çünkü bu Tomris’in tanımı! Çünkü bu Türkiye’deki kadınların büyük çoğunluğunun tanımı! Tomris, sadece biraz daha idealize edilmiş hali. Türkiye’de kız çocuğu olmak ne yazık ki “susmak” demek. Susup kendi çabalarınla üstesinden gelmek demek. Büyüdükçe ses çıkarmayı ne yazık ki sadece birkaçımız öğrenebiliyoruz. Töre cinayetlerini mi sayayım, tacize uğradıkça susması öğretilmiş çocukları mı, üstü kapatılan istismar davalarını mı, “O kızın o saatte orada ne işi varmış!” diye cinayeti meşrulaştırmaya çalışan söylemleri mi... Tanıdığım her kadın gibi ben de ergenliğimin ilk yıllarında dolmuşta, sokakta hatta okulda sadece sözlü değil, fiziksel olarak da tacize uğradım. O zamanlar konduramıyorsun, sonradan basıyor aklın. Bir dahakinde tecrübe sahibi olup ne olduğunu anlasan bile sadece hızlıca kaçmakta, uzaklaşmakta buluyorsun çareyi. Şanslıyım ki ailem benim hep yanımdaydı, onlarla korkmadan paylaşabildim her şeyi. Bu nedenle ses çıkarmayı öğrendim! Ama kaç kadın var böyle ses çıkarabilmeyi beceren? Türkiye’de kadınların büyük çoğunluğu dişini sıkıp susuyor. Ben zorbalığa karşı o dişlerini sıkanlardan daha güçlü kimseyi bilmem. Ama güçleri değer yaratmıyor ne yazık ki. Umarım dişlerini sıkmayı bırakıp konuşmaya başlarlar. O zaman bütün kadınlar daha da güçlenir!
Ortalık “oyuncu-yazar” kaynıyor biliyorsun, sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Zaytung’un bir haberiydi sanırım: “Türkiye’de yazar sayısı, okur sayısını geçti!” Umarım biraz da oyuncu-okurları duyarız bundan sonra!
Seni diğerlerinden ayıran ne?