Şahane bir kitap bu! Dev bir hizmet. Deli bir emek. Kitabınız ‘Yetişin Çocukları’i, başta size soru çıkarmak için bir gazeteci gibi okuyordum. Sonra röportajı filan unuttum, çocuk yetiştiren bir anne olarak okumaya devam ettim. Ve pek çok şey öğrendim.
- Çok teşekkür ederim. Ne güzel bunları duymak.
Ama öğrendiklerim mümkün değil tek bir röportaja sığmaz, o kadar konu var ki ele alacak... Öncelikle neden yazdınız bu kitabı?
- 2005’te San Francisco’da, binlerce kişiye bir konuşma yaparak, ‘Yılın Araştırmacısı’ ödülünü almıştım. O törenin ardından babamı aradım ve ona uzun uzun ödülün önemini filan anlattım. Yıllarını eğitime vermiş bir öğretmen olan babam, beni dinledikten sonra hiç unutmadığım bir soru sormuştu: “İyi de oğlum, bunların bizim çocuklara ne faydası var?” İşte bu kitabı, babamın o sorusuna yanıt olarak yazdım.
Ülkeye hizmet yani...
- Aynen öyle! Çocuk yetiştirme üzerine 100’den fazla bilimsel makaleyi literatüre katmış bir uzman olarak, iyi bildiğim bir alanda ülkeme faydalı olmak istedim. Hem benim köydeki çocukluk arkadaşlarıma hem de şehirlerde çocuk yetiştiren genç ebeveynlere, içinde somut çözüm önerileri olan bir kılavuz sunmak istedim.
Gerçekten hayatta en önemli uğraş, anne-baba olmak mı?
- Evet. Bir insanı hayata hazırlamaktan söz ediyoruz. Bundan daha büyük bir sorumluluk varsa da ben bilmiyorum. Ama bence çocuk yetiştirme işi sadece anne-babalara bırakılamayacak kadar büyük bir sorumluluk. Zaten insanlık tarihinde sadece şu son dönemde bu işi tek başlarına anne-babalar yapar oldu. Eskiden bu iş geniş aileye, hatta bir Afrika atasözünün çok güzel ifade ettiği gibi, tüm köye düşerdi.
5-7 Nisan’da Adana’dayız. Her sene 1.5 milyon kişinin katıldığı Portakal Çiçeği Karnavalı’nın 7’ncisi kutlanacak.
Neeeee? Siz yer ayırtmadınız mı? Biletlerini ayarlamadınız mı? Hemen! Ne duruyorsunuz?! Her sene daha da güzel oluyor.
Her sene Adana’dan tüm yurda “milli birlik” mesajı veriyoruz. Hoşgörü içinde geçiyor, herkes kucaklaşıyor, eğleniyor...
Kortej en şahanesi, geçen sene “Yaşa Mustafa Kemal Paşa!” diye bağırıyorlardı. Helal olsun. Gözlerim yaşarıyor. Adana’yı çok seviyorum. Muhteşemsin Adana... Yine muhteşem olacak. Bu sene daha da çok ağlayacağım! Çünkü 14 yaşındaki kızım Alya ve Hindistan’da devam ettiği dans topluluğu, arkadaşları ve hocaları da gelip dans edecek. Alya, Dubai’de doğdu, Mumbai’de yaşıyor, seneye Londra’da müzikal dans eğitimi alacak, orada yaşayacak ama ona sorun “Nerelisin?” diye, “Adanalıyım!” diyor. Bu da çok hoşuma gidiyor. Ben yine ağlıyorum!
Çok önemsiyorum bu karnavalı. Örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Hepimize umut, neşe, enerji ve devam etme gücü verdiğine inanıyorum. Valiliği, belediyeleri, katkı veren, emeği geçen herkesi, karnaval komitesini, bütün Adana halkını ve en çok Ali Haydar Bozkurt’u kutluyorum.
Toyota Türkiye’nin CEO’su Ali Haydar Bozkurt, biliyorsunuz, bu karnavalın yaratıcısı. O her ne kadar kabul etmek istemese de gerçek bu, onun gönlünden geçen bir şeydi. Ve oldu. Şimdi tüm Adana halkının. Ama o yine her sene deliler gibi uğraşıyor. Ve uğraşırken tek bir sıfatı var: Adanalı. Bir “Adana sevdalısı” olarak uğraşıyor. Yine her sene olduğu gibi Edirne’den Kars’a tüm Türkiye’den ve hatta yurtdışından birçok katılımcı olacak. Siz de gelin, birlikte olalım.
Son kitabı ‘Camdaki Kız’, bir haftada 25 baskı yaptı. O yayınevlerinin transfer etmek için birbiriyle yarıştığı bir yazar. Dr. Gülseren Budayıcıoğlu gerçek bir fenomen yani. Bence ‘gerçek’ olduğu için fenomen. Son kitabını okuyun, hak vereceksiniz. Bu söyleşide bile kendisinden pek çok şey öğrendim, teşekkür ederim.
- “Çocukken ‘kader motifi’ size ne yaşattıysa, ne hissettirdiyse, çevreniz değişir, insanlar değişir ama motif değişmez!” diyorsunuz...
Evet, bırakırsak ömür boyu aynı duyguları yaşamanın bir yolunu buluyoruz. Çünkü çocukken hissetmeye alışkın olduğumuz duygular artık bizim ruhumuzun kendini en rahat ve güvende hissettiği duygular oluyor, tanıdık duygular oluyor. Onlarla nasıl başa çıkacağımızı biliyoruz. İşte bu yüzden, aynı duyguları bize yaşatma potansiyeli yüksek olan kişileri, ruhumuz, gözünden tanıyor. Gidip gidip onları buluyoruz! Bir lastik düşünün, onu gerin, sonra da bırakın. Lastiğin doğal, yani gerilmemiş hali gibidir “kader motifi.” Bıraktığınız anda yine aynı duygulara geri döner...
- Peki n’apmak lazım, çözüm ne?
Bu işin çözümü, kişinin kendi “kader motifi”ni tanımaya ve anlamaya çalışmasıdır. Kendini hoş görmeye ve affetmeye başlamasıdır. Ancak bunu yapabilirsek, alacağımız kararların gerçek sahibi olabilir ve kadere “Dur!” diyebiliriz. Ve o zaman, sürekli tekrar eden bu motifi durdurabiliriz. Bir insanın “kader motifi”ni değiştirebilmesi, sadece kişiyi kurtarmakla kalmaz, gelecek nesillerin de yolunu aydınlatır. Çünkü yeni neslin kaderini de büyük ölçüde eski nesiller yazıyor...
DİKKAT! DİKKAT! AİLELERE TAVSİYELER
- “Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz!” diyorsunuz. Çocuk yetiştirirken en çok nelere dikkat etmek gerekiyor?
Bâbıâli’den bir Gülden Aydın geldi geçti. Savaş alanlarında, dağlarda-tepelerde, Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta, IŞİD tünellerinde, hep en tehlikeli haberlerde ve hep kadınların yanında Gülden Aydın vardı. Harbiden müthiş gazeteciydi. Arkasından methiye düzmek değil yani yaptığım. Vicdanlı, merhametli, hakkaniyetli, komik, esprili, biraz deli ve bu mesleğe âşık bir gazeteciydi. Hep muhalifti, hep mağdurdan yanaydı ve bütün bir dünyayı içine alacak kadar da büyük bir kalbi vardı.
Ama kendi için ölse bir şey istemez, isteyemezdi...
Ne tuhaf... Öldü... Gülden Aydın öldü. Bizim arkadaşımız, çılgın hikâyeleri hiç bitmeyen, 5. kat dip salon arkadaşımız, Neyyire Özkan’ın pazar ilavelerinin şahane Gülden’i gitti...
Bir buçuk yıl önce pankreas kanserine yakalandı. Tedaviye iyi yanıt verdi, morali de iyiydi. Hatta o dönem röportaj yaptık, aşağıda o röportajdan parçalar okuyacaksınız. Ama son iki ay zorlu geçti ve sonunda dün, bu dünyadan uçtu gitti. Tanıyıp tanıyabileceğiniz en renkli kuştu, nereye uçtuysa huzurlu, mutlu olması dileğiyle. Seni seviyoruz Gülden. Hep seveceğiz. Eşsizdin. Seni hep o kimselere benzemeyen halinle hatırlatacağız.
Kızı Ceren’e, ailesine, bütün sevenlerine ve meslektaşlarına sabır diliyorum.
BİRİCİK KUZUMLA NASIL VEDALAŞACAKTIM?
-
‘Camdaki Kız’ın yazarı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
KADERİMİZ, DOĞDUĞUMUZ EVLERDE YAZILIYOR!
O, fenomen bir psikiyatrist: Dr. Gülseren Budayıcıoğlu.
Bugüne kadar üç kitap yazdı, bir kitabı da ‘İstanbullu Gelin’ dizisi oldu. Dördüncü kitabı ‘Camdaki Kız’ ise yeni çıktı. Denk gelirse mutlaka okuyun. Budayıcıoğlu, danışanlarından izin alarak, tanık olduğu vakaları hikâyeleştiriyor. Tabii okuduğunuz her satırın gerçek olduğunu bilerek okuyorsunuz. Müthiş ayrıntılar, ruh çözümlemeleri var. Çok anlaşılır ve akıcı bir dille yazıyor. Terapi koltuğundakilerin bilinçaltı, ‘Camdaki Kız’da olduğu gibi çözüle çözüle, acıta incite su yüzüne çıkıyor.
Çok çarpıcı bir kitap, insan pek çok şey öğreniyor, tonlarca satırın altını çizdim. Hepsi sığmadı, yarın bu röportaj devam edecek...
Siz bir psikiyatristsiniz. Ama aynı zamanında medyanın ve edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı bir isimsiniz. Pek çok kitabınız var. Şimdi de son kitabınız “Camdaki Kız” çıktı. Üç sezondur devam eden ve çok izlenen bir dizinin, İstanbullu Gelin’in de eser sahibisiniz. Dizi, sizin kitabınızdan yapıldı...
Doğru, hekimim, yazarım, sosyal medyada da aktifim. Evet, İstanbullu Gelin de benim kitabımdan. Hâlâ bazı sahnelerinin yazılmasında senariste destek oluyorum...
Antarktika deyince aklına gelen ilk şey?
- Soğuk... Dondurucu bir soğuk! Bakir, vahşi... Ama müthiş bir yer Antarktika. Bugüne kadar gördüğüm hiçbir yere benzemiyor. Orada şunu fark ediyorsun: Sen aslında acizsin. Şehirdeki apoletlerin palavra! Hiçbir şeye aslında sen karar vermiyorsun. Doğa veriyor. Sen sadece doğaya itaat ediyorsun! Feci bir fırtına çıktı biz oradayken. Bir hafta dışarı çıkamadık. Balıkçı teknesine benzeyen bir araştırma gemisindeydik, güverteye dahi adım atamadık.
Of çok fena... Fırtınada bir teknede olmak korkunç değil mi? Ceviz kabuğu gibi sallanmıyor mu?
- Hem de nasıl...
ŞİİRSEL BİR BEYAZLIK VE TATLI PENGUENLER GELMESİN AKLINA
E niye karaya çıkmadınız?
- Çıkacak yer yok ki! ‘Kara’ dediğin buz... Buzun üstüne mi çıkacağız? Antarktika deyince şiirsel bir beyazlık ve tatlı penguenler gelmesin aklına, aynı zamanda hiçbir insanın yaşamadığı, hiçbir hava tahmininin yapılmadığı, dünyanın en uç noktası. Kendini koruyabileceğin bir yer de yok.
“Kalanlar” evet, hayata devam ediyor ama içlerinde bir delik açılıyor. O delikle devam ediyorlar hayata ve hep sızlıyor. Asla o eski insan olamıyorlar bir daha. Yine sabahları o giden sevdikleriyle uyanıyorlar, yine her gün kalplerinde. Ama nefes alıp verdikleri sürece onları görmeyeceklerini bilmek, onlara dokunamayacağını bilmek çok korkunç bir şey!
Allah kimseyi sevdiklerinden ayırmasın! Demet Akbağ ve oğlu Ali’ye sabır diliyorum.
Hiçbir işe yaramadığını da biliyorum. Bütün o taziyelerin, baş sağlıklarının... Ateş ne yazık ki düştüğü yeri yakıyor, bizler de evet, çok üzülüyoruz ama üç-beş gün sonra normale dönüyoruz, ta ki bizim sevdiğimiz birinin de başına gelene kadar...
Ölüm böyle bir şey. Kısa çubuğu çekmek gibi, öyle ya da böyle geliyor başa. Belki de yaşamın tek adaletli yanı bu, bir gün herkesin ölecek olması. Öleceğini bilerek hayata asılabilmek de tuhaf bir şey. Hepimiz öyleyiz. Diyecek bir şey yok. Umarım bir gün kavuşurlar.
Güle güle Zafer Çika.
HAMİŞ: Bana verdiği röportajda Demet Akbağ, sevgili eşini bakın nasıl anlatmıştı: “Zafer benim abim, kocam, sevgilim, aşkım ama en önemlisi en yakın arkadaşım! Benim için gerçekten vazgeçilmez. Biz kaşımızla gözümüzle anlaşırız. İnsanlar sıradışı insanlara ilgi duyuyor ama sonra başlarda çok tatlı gelen şeyler, onlara batmaya başlıyor. Oysa biz Zafer’le biraz da aynı familyadanız. Ailelerimiz de denk. Eğlenceli, komik ve zeki bir adam. 35’imde tanıştım ve 39’umda evlendim. Onsuz bir hayat düşünemiyorum!”
YUH OLSUN SANA ‘BIYIKLI ADALET’!
Tehlikenin farkında. “Sorun gelecekte değil, şimdi yaşanıyor!” diyor. İklim değişikliği konusunda farkındalık yaratabilmek için yarın grev yapacak, okula gitmeyecek. Bütün arkadaşlarını ve herkesi de saat 12.00-14.00 arasında Bebek Parkı’na çağırıyor. Anlattıkları ve bu konudaki duyarlılığı beni çok etkiledi. Gerçekten de Z kuşağı doğayla, yaşadığımız gezegenle bizden çok daha ilgili. Dünya bu konudaki çabası için Greta’yı alkışladı, biz de Atlas’ı alkışlıyoruz...
Atlas, seni tebrik ediyorum. Müthiş bir şey yapıyorsun. Dünya için çok önemli bir konuda Türkiye’ye öncülük ediyorsun. Önce seni tanıyalım...
Atlas Sarrafoğlu benim adım. 11 yaşındayım. Bilnet Bahçeköy Okulları’nda 7. sınıfta okuyorum. Futbol oynuyorum. Dedem de Galatasaray’da futbol oynamış. Ben de Galatasaraylıyım. Çizgi roman seviyorum. Kendi kendime çizgi roman yapıyorum. Süper kahramanlarım oluyor. Şimdi de bir süper kahramanım var. Ama bu sefer çizgi değil, gerçek: Greta. Ben de ondan ilham aldım, Türkiye’de böyle bir şey başlatmaya karar verdim.
Peki “iklim değişimi” meselesine sen kafayı nasıl taktın? Ne oldu da bu konu üzerine düşünmeye başladın?
Biz evde çok belgesel izliyoruz. İklim değişikliğiyle ilgili birkaç belgesele denk geldim. Annem ve babamla izledik. Eğer önlem alınmazsa olacaklar korku filmi gibiydi! Sonra birkaç kitap okudum. Okulda da bu konuyu işledik. Daha da bilgilendim. Normal olan kafayı takmak sanki. Hiç yokmuş gibi davranmak çok acayip değil mi?
Haklısın. Sence neden çok önemli bir sorun bu?
Soluduğumuz havadaki karbondioksit parçacıklarının çoğalmasından dolayı dünya ısınıyor. Ve sonrasında peş peşe felaketler oluyor. Türkiye’de de seller, hortumlar var. Annem, eskiden bu kadar yaşanmadığını söylemişti. Sonra havalar da değişti, bütün büyükler söylüyor. Bazı ülkelerde susuzluk var. Ve tabii buzullar eridiği için denizler de yükseliyor. Bütün bunları düşününce çok önemli bir sorun olduğunu anlıyoruz. Aklımızın başına gelmesi için daha büyük felaketlerin mi olması gerekiyor. Greta Thunberg diyor ki “Eviniz yanıyormuş gibi davranın! Çünkü yanıyor...” Evet, çok haklı. Dünya bizim evimiz ve yanıyor. Evimiz yanınca da oturup bekleyemeyiz ki!