BENİM kuşağım futbolla ilgilenebileceği ilk yaşlara ulaştığında futbol henüz endüstrileşmeye başlamamıştı.
1980’lerin sonlarından itibaren futbolda dönen para yavaş yavaş yükseliyordu. O yılların en meşhur futbol öyküleri kaçırılan futbolcularla ilgiliydi. Takımlar diğer takımların meşhur topçularını kaçırır, sözleşme imzalatana kadar da gizli bir yerde saklardı. O dönemdeki bu yapı, bir hukuksuzluk ortamının doğurduğu “vahşi” sayılabilecek hikayeler de yaratıyordu. Ama bugün gelinen noktadan baktığımızda o dönemdeki bu kaçırma hikayeleri aslında ne kadar da masum kalıyor. Özellikle maç yayınlarının değerinin yükselmesi, futbolun endüstrileşmesinin de en önemli yol ayrımlarından biri oldu. Vahşi kapitalizmin egemen olduğu yeşil sahalarda, Anadolu takımları geriye düşmeye başladı. Oysa futbolun en naif alanıydı şehir kulüpleri. Üç İstanbul takımı ile kısmen Trabzonspor’un egemenliğinin kırılmasının güçlüğü, şehir kulüplerine duyulan sevdayı da hep karşılıksız bir melankoliye çeviriyordu. Buna rağmen sürüyordu o sevgi. Çok zordur şehir kulüplerine sevdalanmak. Bırakın şampiyonluğa oynamalarını, lig sıralamasında Avrupa vizesi alabilecekleri yerlere ulaşmaları bile genelde çok güçtür. Şehir kulüplerinin taraftarlarına da hep bu neden çok saygı duymuşumdur. Karşıyaka’nın, Es-es’in, Sakarya’nın, Samsun’un, Adana’nın ve daha nice şehirlerin kulüplerinin seyircisi gerçek anlamda vefa örneğiydi. Hala da öyledir bir çoğu. Ama son yıllarda artık taraftarlığın da bir rant patikasına girdiğini söylemek güç değil. Bir çok taraftar topluluğu için iyi yönetim, ücretsiz bilet dağıtan, deplasman otobüsü veren, cebine harçlık koyan yönetimler oldu. Buna karşılık halen gönül bağıyla takımlarını destekleyen binlerce taraftar var. Bu kadar uzun bir giriş yazmamın nedeni Başkent’in en köklü kulübü Ankaragücü’nün son yıllarda yaşadığı ve ardı arkası kesilmeyen krizler. Gökçek yönetiminin “borçları ödeme”, “şampiyon yapma” vaatleriyle göreve geldiği dönemde, aslında bir çok kişinin dudaklarındaydı Ankaragücü’nün satılık bir takım olamayacağı. Ama yine de bu yola sapıldı, saptırıldı. Şampiyonluk hayalleri, bir takımın aslında hangi gerekçelerle sevileceği gerçeğini gölgeledi. Bir şehir kulübü için aslolan sahada verilen mücadele, stad dışında başı dik yürümek olmalıydı. Başı dik tutan ise sadece ve sadece o takıma duyulan tutkulu sevdaydı. Bu hafta, ligin üçüncü maçında, asırlık çınar üçüncü yenilgisini aldı. Her üç maçta da avuçlarını ovuşturan birileri vardı mutlaka. Takımı borç sarmalından kurtarmak vaatleriyle yeni hacizler, yeni borçlar bırakanlara, taraftarın da bir yanıtı olmalı şüphesiz. Eğer Ankaragücü bu krizi aşacaksa paraya karşı dik duruşuyla, taraftarının gücüyle aşacak. Tıpkı bundan 80 küsur yıl önce yaptığı gibi. Turgut Özakman’ın Cumhuriyet kitabında çok güzel bir bölüm yer alır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bir maçı anlatır. Bir de bir anneyi. Sahadaki takımlardan Sanatçılar Gücü (Sanatkaran Gücü) Ankaragücü’nün atasıydı. İmalat-ı Harbiyeciler tarafından kurulmuştu. Üç büyüklerden birinin büyüsüne, bir servis şoförüne duyduğu hayranlık nedeniyle kapılmış bir futbolsever olarak, Ankaragücü taraftarlarının okumasını ve başarıyı doğru yerde aramasını diliyorum.
Futbol maçını durduran anne
ANKARA’DA hava serinlemiş, futbol karşılaşmaları yeniden başlamıştı. Birkaç futbol takımı vardı. Cebeci’deki çayırlığa futbol sahası yapılmış, bir kenarına tahtalardan iki sıralı küçük bir tribün yerleştirilmişti. Karşılaşmaları en çekişmeli geçen takımlar Muhafız Gücü ile Sanatçılar Gücü’ydü. Sık sık karşılaşır, yandaşları arasında heyecan rüzgarları estirirlerdi. Bugün yine bu iki takım karşılaşıyordu. Muhafız Gücü’nü nöbetçi olmayan subaylar ve izinli arkadaşları, Sanatçılar Gücü’nü de Ankara’daki silah atölyelerinin usta, işçi ve çırakları destekliyordu. Bu takımda oynayan iki usta ile bir kalfanın anneleri, eşleri ve çocukları da maçı izlemeye gelmişlerdi. Her maça gelirlerdi. En candan desteği bu aileler veriyor, sahayı panayır yerine çeviriyordu. Anneler çarşaflı, eşler yeldirmeli, baş örtülüydü. Başörtülerini çenelerinin altından bağlamışlardı. Kiminin kahkülü, kiminin perçemi başörtüsünden dışarı taşmıştı. Hakem maçı başlattı. Oyunun kurallarını az çok öğrendiği anlaşılan çarşaflı bir annenin heyecanı, bağırması, akıl vermeleri izleyenleri neşeye boğdu. Tribünde futbola çok meraklı olan Şükrü Saraçoğlu ile takımların yöneticileri, bazı yüksek memurlar vardı. Ankara’ya yeni gelmiş bir misafir, yanındaki kalpaklı beye döndü: “Bir yandakiler askerler. Onu anladım. Ötekiler kim?” “Bunlar da cephe gerisi kahramanları. İmalat-ı harbiyeciler, askeri atölyelerin ustaları, işçileri. Bütün silahlarımızı bunlar işler halde tuttu. Büyük Taarruzda toplarımız bunların sayesinde gürledi. Uçakları uçurdular. Kamyonları yürüttüler. Bu yaman ustalar ailelerini bırakarak Anadolu’ya geçmişlerdi. Yeni kavuştular. Bazıları her maça böyle birlikte geliyor.” Sanatçılar Gücü’nden bir oyuncu gol atınca, çarşaflı bir anne, eteklerini uçura uçura sahaya daldı, koştu, oyuncuya sarıldı, kucakladı, öpücüğe boğdu. Oyun durdu. Anne sahadan çıkana kadar hakem de, oyuncular da, seyirciler de sabırla beklediler. Hiçbir kural bir anneden daha önemli olamazdı.