Paylaş
Kanton sistemiyle yönetilen İsviçre, katılımcı demokrasinin gerçek anlamda uygulandığı tek Avrupa ülkesi. Burada çok sık halkoylamasına başvuruluyor, alınan siyasi kararlar doğrudan ve anında uygulanıyor. Bunda ülkenin küçük ve nüfusunun az olmasının yanı sıra (8.5 milyon, yani İstanbul’un yarısı kadar), iki kez yenilense de 1848’den bu yana yürürlükte olan anayasanın da payı olduğunu sanıyorum. Ülkenin tek eksiği, hatta ayıbı kadınlara oy hakkının ancak 1971’de verilmiş olması.
Genel kurul toplantı salonu duvarlarındaki bir freskte, delikanlılarla saçı sakalı birbirine karışmış dağ köylülerinin açık havada siyaset tartıştıklarına tanık olurken aralarında tek bir kadın bile bulunmayışı dikkat çekiyor. Bir başka freskteyse dağ ve göl manzarasına bulutların üzerinden bakıyoruz. Dört ayrı dil konuşan (Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanşça) bir toplumun kaynaşıp siyasi birliğini sağlaması, tahmin edeceğiniz gibi pek kolay olmamış. Katılımcı demokrasi sayesinde ve hükümeti de kapsayan federal parlamento bünyesinde aşılmış güçlükler.
Bu ülkede siyasetçiler, sıradan vatandaş nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor. Gösteriş, şatafat yok. Kibir de yok. Kavga dövüş, hakaret, tehdit, yalan dolan hiç yok. Yöneticiler arasında bisiklete binenler olduğu gibi işine tramvayla gidenler de var. Toplu taşıma araçları öylesine rahat ve kullanışlı ki! Otobüs, troleybüs ve tramvaylar vızır vızır işliyor, zamanında kalkıp zamanında varıyor. Trafik de hiç tıkanmıyor, siyasetin tıkanmadığı gibi.
İsviçrelilerin aşırı kuralcılığı ve titizliği eleştirilebilir elbette. Nâzım Hikmet bir şiirinde bu ülkenin eşsiz doğa manzaralarının gerçekte yapay, kentlerinin can sıkıcı, sakinlerinin saat gibi kurulu olduğunu, sevinç ve coşkuyu sanatoryumlarda aramak gerektiğini yazmıştı. Şairin bu görüşünde bir doğruluk payı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan titizlik ve dakiklik bir kusur olarak algılanmamalı. Ülkeyi yönetenlerin sıradan vatandaşlar gibi alışverişe çıkıp ellerinde fileyle ortalıkta dolaşmaları da... 1942-1949 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi olarak Bern’de görev yapan edebiyatçı Yakup Kadri Karaosmanoğlu bakın ne diyor:
“Yaz-kış sabahın yedisinde, en genişi beş-altı odalı evlerinden çıkıp evrak çantaları koltuklarının altında vazifeleri başına giderler. Ne resmi, ne hususi otomobilleri olmadığı için bu erkenden vazife başına gidişleri hele kış mevsimlerinde hayli zahmetlidir. Bunları, umumi nakil vasıtası duraklarında; kâh kar, kâh yağmur serpintileri ile ıslanarak tramvay veya otobüs beklerken gördüğüm çok olmuştur. Birkaç defa, bizim tarafta oturan iki nazırla akşam vakitlerinde bu tramvaylara birlikte bindiğimi hatırlarım. İşten dönüş saati olduğu için tıka basa dolmuş arabada yer bulup oturmak epeyce güçtür. Ama İsviçreli nazır sıkışık bir vaziyette ayakta durmakta hiç beis görmez. Zaten görse de ona kim yer verir? Yolcular arasından kimsecikler dönüp yüzüne bakmaz bile. Tramvayın sahanlığında bir işçi ile bir mağaza çırağının arasında sağa sola yalpa vurarak yol almak onun için belki de ‘halka karışmak’ zevkidir.”
O zamandan bu yana fazla bir şey değişmediğini, bakanların ellerindeki dosyalarıyla tramvaydan inip parlamento binasına girdiklerini söyleyebilirim. Hükümeti oluşturan yedi bakandan biri zaten cumhurbaşkanı olduğuna göre sorun kalmamış demektir. Gösterişi iktidarın gereği sayanların yönetimindeki ülkelerde böyle bir şey hayal bile edilemez elbette ama ben kendi ülkem adına yine de hayal etmekte bir sakınca görmüyorum.
Paylaş