Paylaş
Deniz yolculuğu, denizi olmayan Berlin’den başladı. Yolculuğa ısınmak için iyi bir başlangıçtı bu. Yıllardan beri gide gele epey haşır neşir oldum bu kentle. Köşe bucak öğrendim. Öğle yemeği için soluğu kentin en büyük alış veriş merkezi KDV’de aldım. Bu mağazanın 6. katı midesine düşkün olanların malumudur. Lezzet adına ne ararsan bulursun. Hakkımı Japon mutfağından yana kullandım.
Akşam yemeği için ise ‘Luther Und Wegner’ lokantasına gittim. Kentin en eskilerinden biridir bu lokanta. Mönüsü geleneksel Alman yemeklerinden oluşuyor. Burada tavada kızartılan şinitzelin tadına doyum olmaz. Yine aynısından ısmarladım. Eti incecikti ve dış kaplaması çok özel baharat karışımından yapılmıştı. Bu kez burnuma biraz karanfil kokusu çaldı. Berlin güneşini esirgemedi bizden, yeşil ağaçlarının gölgesini cömertçe sundu.
Ertesi gün otobüsle, yeşil tarlaların, ormanların, uzaktaki dağların arasından geçip, Lübeck kentine geldik. Su ile çevrili bu kent, ilk görüşte sevdirdi kendisini. Daracık sokaklar, neredeyse tüm mimari tarzlarıyla süslenmişti. Kimi yapı ‘Barok’, kimisi ‘Gotik’, ‘Rönesans’, kimisi de klasik mimarinin tüm özelliklerini yansıtıyordu. 100 yıllık bir geçmişi olan bu güzel kenti Unesco, Dünya Mirası Listesi’ne almıştı.
Lübeck’te iki adımda bir dönerciye rastladım. Meğerse 4 binden fazla Türk yaşıyormuş burada. Uğradığımız ikinci kent Rostock oldu. Küçük ve eski bir kentti. Doğu Alman rejiminin sıkıntılı yüzü hala hissediliyordu. Komünist yönetimden kalma sosyal konutlar, her ne kadar rengârenk boyanmışlarsa da, alttaki grilik ve can sıkıcılık kendini belli ediyordu.
1419’da kurulan Rostock Üniversitesi, ay farkı ile Avrupa’nın en eski üniversitesi olma unvanını Bolonya Üniversitesi’ne kaptırmıştı. 700 yıllık üniversitenin bahçesinde otururken, buradan mezun olup, dünyayı şekillendiren bilim adamlarını hayal etmeye çalıştım.
Kentte en ilgimi çeken şey, St. Mary kilisesindeki astrolojik saat oldu. Saat 1641 yılından beri çalışıyordu. O günden beri gökyüzündeki burçları, yıldızları, gezegenleri gösteren şaşırtıcı saatin karşısından uzun süre ayrılamadım.
İki günlük kara yolculuğundan sonra Warnemünde limanında, bizi kuzeye götürecek gemimize kavuştuk. Gemi dediğim, orta ölçekli bir kasabayı barındıracak kadar büyük bir gemiydi. Sonradan 11 katlı olduğunu öğrendim. Barlar, dans pistleri, dükkânlar, lokantalar, açık kapalı havuzlar, kütüphane, tiyatro ve sinema salonu, pastahane, geminin çeşitli katlarına serpiştirilmişti. Kumarhanedeki makineler ise avucu kaşınanların vazgeçemediği durakların başında geliyordu.
Özetlersek, gemi gemi değil, heybetli bir eğlence merkeziydi. Yemeklerin çok lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama yine de en lezzetli ve değişik soslu makarnaları beğendiğimi belirtmeliyim. Gemide yemek miktarına çok dikkat etmek gerektiği aklınızın bir kenarında bulunsun. İnsan istemeyerek ölçüyü kaçırabiliyor. Eğer yolculuk sonunda kilo sorunuyla boğuşmak istemiyorsanız, gemide bol bol yürümenizi, arada bir spor salonunda ter dökmenizi öneririm. Costa Favolosa, genellikle gece sefere çıkıyor, sabah ise limana yanaşıyordu. Yani şöyle doya doya denizi seyretme olanağını bulamıyordunuz.
İlk yanaştığımız liman, Danimarka’nın ikinci büyük kenti Aarhus oldu. Vikingler tarafından kurulmuş olan küçük kentte, bu savaşçı ırktan geriye pek bir şey kalmamış. Aarhus, yürüyerek keşfedilebilecek bir kent. Eğer bir bakışta kentin tümünü görmek isterseniz, Sanat Müzesi’nin 10. Katına çıkmanızı öneririm. Bir başka önerim de bira düşkünleri için olacak. ‘Hantwerk’ adlı bar, kendi yapımı olan biralarla damakları çatlatıyor. Bir de dünyanın en güzel garsonlarının bu kentin barlarında çalıştığını belirtmeliyim.
Güneş çok geç battığı için, dantel kıyıların güzelliğini doya doya seyretmek mümkün oluyor. Yeşillin tüm tonlarını barındıran bu fiyortlar, cennetin tarifine tıpatıp uyuyor. Dağların zirvelerindeki karların suyundan oluşan şelaleler, köpük köpük suları ve şırıl şırıl sesleriyle görüntüye güzellik katıyorlardı. Her fiyortta, 5-10 evden oluşan bir köy görüntüye giriyordu. Rengârenk boyanmış evler, rüyalarımı süsleyen evlerle tıpatıp uyuşuyordu. Fiyortlarda yanımızdan gelip geçen küçük vapurlar, bu şirin köyler arasında yolcu, mektup ve arabaları taşıyorlardı. Bu vapurların geliş gidiş saatlerinde sessiz köylere bir hareketlilik geliyordu.
Dünyanın çirkinliklerinden uzakta, doğayla kucak kucak yaşayan bu insanların yerinde olmak isterdim! Vahşi doğanın kucağındaki Haugesund kenti, Briksdal Buzulunun süslediği Olden, Norveç’in en büyük fiyortlarından biri olan Geiranger derken Bergen’de gemi yolculuğuna noktayı koydum. Bergen Norveç’in en eski ve en güzel kentlerinden biri. Yedi dağlı, beş parmaklı bu kenti kuş bakışı görmek isteyenlere flobanen teleferiği ile 7 dakikalık bir yolculuk yapmanızı öneririm. Çıktığınız tepeden tüm kenti görmeniz mümkün. Sivri çatılı tarihi ahşap Bergen evleri de görülmesi gereken adreslerden biri. Daha önce bu kente köşe bucak dolaştığım için bu sefer deniz kıyısındaki bir kahveye oturup, geleni geçeni ve batmamakta direnin güneşi seyrettim. Bilseniz aklımdan ne düşünceler geçti, ne hayaller kurdum. Bergen’den Oslo’ya kara yolundan gittim. Uzun, virajlı, yemyeşil, çok güzel bir yoldu. Yalnız evler, yazlık köyler, karlı zirveler, yemyeşil ormanlar... Tüm bu güzellikleri paylaşan 5,5 milyon Norveçli’yi teker teker kıskandım. Yaz sıcağında, kuzeye yapılan gemi yolculuğunun, tatillerin en güzeli olduğuna karar verdim.
Bu seyahat, Prontotour sponsorluğunda yapılmıştır.
Paylaş