PaylaÅŸ
Fotoğraf: Murat Güngül
Fotoğrafçı bir grupla beraber hiç tanımadığım insanlarla başlayan yolculuğum bir masala dönüşüverdi. Gitmeyenin anlayamayacağı bir maceraydı. İstanbul'dan Samsun'a kara yolculuğu yaparak ulaştık. Samsun'da Atatürk’ün Bandırma Vapuru ve evi görülmeye değer.
Ardından Ordu Boztepe'ye çıktık. Şehir merkezinden bir teleferikle çıkıyorsunuz. Çatıların üstünden yapılan yolculuk çok eğlenceli gerçekten. Gidiş dönüş bilet 10 lira, tek yön 6 lira. Ben tek yön alıyorum. Aşağıya yamaç paraşütüyle inmeyi planladım ama bu hayal olarak kalıyor. Çok fazla sis var. Bizde fındık topluyoruz. Giresun'da konaklamayı düşündüğümüz için hızlıca gidiyoruz. Burada kendimize balık ziyafeti çekmeden olmazdı.
Otelimize dönerken taksicinin kaybolması benim kendimi hâlâ Ordu'da sanmam Giresun'da olduğumuzu öğrenmem ayrı bir hikâye. Bütün gece yol almak bir günde üç şehir gezme temposundan olsa gerek. Sabah Giresun Kalesi’nin muhteşem manzarasından sonra şoförümüzün tavsiyesiyle Trabzon'un köylerine çıkıyoruz.
Yemyeşil çay bahçeleriyle ilk buluşmamız. Çay toplamayı öğreniyoruz. Sonra Uzun Göl’e doğru yol alıyoruz. Karadeniz'de en bilinen noktalar bunlar. Uzun Göl, tam bir hayal kırıklığı oluyor. Okumuştum ancak bu kadarını tahmin etmiyordum. Gölü komple çevirmişler. Araçlardan park yeri bulmak çok zor. Her yerde Arap turistler var. Her şey Arapça…
Lunapark bile var. O kadar çok insan var ki… Her yer restoran, pahalı, ilgisiz. Fırtına Deresi kıyısından, tarihi köprülerinden, tepelerini göremediğimiz yemyeşil dağlarından, o dağların arasından gözüken evlerinden geçerek ilerliyoruz, fonda Karadeniz türküleri var tabi ki… Sırada Meşhur Ayder Yaylası var. Yolda Karadeniz'in meşhur yağmuruyla tanışıyoruz. ,
Bu ÅŸekilde yaÄŸmaya baÅŸlayıp sel basması an meselesi olurmuÅŸ. Karadenizli ÅŸoförümüz Süleyman be çok endiÅŸelenmiÅŸ ama neyse ki bir ÅŸey olmuyor. Gece yarısı ulaÅŸtığımız Ayder, bizi canlı Karadeniz müzikleriyle karşılıyor. Gecenin bir yarısı asansörsüz ama teleferikle bavul taşıyan bir otelde konaklıyoruz. Ayder'de kamp yapılacak yerlerde var. Çantamı bıraktığım gibi Karadeniz müziklerinin kollarına bırakıyorum kendimi. Oralara gidene kadar hiç merakım yoktu ama orada baÅŸka birÅŸey dinlemek mümkün deÄŸil. Havası suyu bunu gerektiriyor. Ayder'i hiç durmadan yaÄŸan yaÄŸmurun altında türküleriyle hatırlayacağım. Sabaha karşı yatıp saat 6’ya saati kurup kalkıyorum. Åželaleyi fotoÄŸraflayacağız ama sabah kalkıp penceremden görüp fotoÄŸrafını çekip yatıyorum. En büyük piÅŸmanlığım bu olsa gerek. Sonradan çekilen fotoÄŸrafları görünce piÅŸman olmamak elde deÄŸil.Â
Sabah kendimi Ayder Yaylası’na salıyorum. Evlerin arasından geçerken bir teyzem bana bakacak diye örgü yumağını düşürüyor. Tam filmlerdeki gibi... Oraya gitmeden önce otantik giysilerin film, dizi icabı giyildiğini düşünürdüm. Hiç de değil.  Kıyafetleri, yemyeşil yaylaları, evleri, şiveleri, her daim komik sohbetleri ile her yer film platosu gibi. Ayder'de fazla şehirleşmiş, ticari olmuş. Asıl gün bugün. Önce Palovit Şelalesi’yle buluşup sularında ıslanıyorum. Elbiselerim üstümde kuruyor tabi. Muhteşem Zil Kale’yi görüyoruz. Müze kartı geçerli değil. Burası Lazların hac yeriymiş. Her yayla çıkışı buraya uğrayıp kalenin tepesinden aşağıda deli deli akan Fırtına Deresi’ne bakmadan geçmezlermiş.
Sonra Sal ve Pokut Yaylası için başka araç kiralıyoruz. Yol öyle bozuk ki. Araçta zıplaya zıplaya yolculuk yapıyoruz ama asla aynı yere konamıyoruz. Her şeye rağmen çok gülüp eğleniyoruz. Sal Yaylası’nda Kadir bey karşılıyor bizi. Eskiden orada düğün yaptıklarını anlatıyor ama sisten nasıl birbirlerini göreceklerini düşünüyorum.  Bizi Pilunç Çay evine götürüyor. Gerçek süt içip, o sütten yapılan sütlaçlardan yiyoruz. Sobasında ısınıp sohbetleriyle mutlu oluyoruz. Kadir bey bizi Sal Yaylası ile Pokut Yaylası’nın arasını Kaçkar Dağları’nda yürüyerek gitmeyi öneriyor.
Hayatımın en güzel yürüyüşüydü sanırım. Bir saat önce sıcaktan kendimi Palovit Şelalesi’ne atmışken şimdi buz gibi sislerin içinde Kaçkarlardayım. Çiğden ıslanıyorum bu seferde… Pokut bize bulut denizlerini göstermiyor ama mis gibi hava. Şikayetimiz yok. Karanlığa kalmadan yayladan inmemiz gerekiyor. Yol toprak ve riskli. Artvin Şavşat’taki Karagöl’e gidiyoruz. Burası bakir… Henüz yapılaşmamış. Yemyeşil, bakir, kocaman sivrisinekleri var. Dönüş yolundayız artık. Uykusuzluk ve yorgunluktan artık bayılmak üzereyim. Uzun bir dönüş olacak. Yolumuzun üstünde bulutların üstüne ine çıka zıplayarak gecenin bir yarısı Sinop'a ulaşıyoruz.
En mutlu şehrin mutsuz müzesi
Sinop Türkiye’nin en mutlu şehri seçilmişti. Ama burada mutsuz bir yer var.  Meşhur Sinop cezaevi... Giriş 5 lira. Kapkara zindanların, tek kişilik hücrelerin kapısını kapattığımda ellerimi bile göremedim. Sabahattin Ali "Aldırma gönül" şiirini bu duvarların ardında yazmış. Bahçesindeki dut ağacı hikâyesiyle umut oluyor. Çok eski uygarlıkların kalesiyken hapishane oluyor, zindan oluyor, Anadolu'nun Alkadrazı unvanını alıyor.
Sinop cezaevi hikayeleriyle boğazımda bir bir düğüm olarak kaldı. Evlerimize dönmeden önceki son durağımız Safranbolu Yörük köyü oluyor. Sipahioğlu konağındaki Filiz Teyze ile tanışmalısınız. Osmanlı’dan kalan çeyiz sandığıyla evde yaşayan bir tarih Filiz Teyze…
Bahçesinde gözleme ayran yiyebilirsiniz. Köy sokakları film platosu gibi, insansız. Hiç birimizin dönesi yok. En eğlendiğim yolculuğumdu sanırım. Yola çıkarken hiç kimseyi tanımazken bir sürü arkadaşla döndüm. Neredeyse hiç uyumadan yaptığım bir haftalık yolculuğum asla unutamayacağım muhteşem anılarla uğurluyor beni. Orada olmadan anlaşılamayacak duygular yaşatıyor. Bu kadarını beklememiştim.
Aklımda kalanlar: Tarihi köprüleriyle Fırtına deresi, başı dumanlı Kaçkarlar, Palovit Şelalesi, Sal ve Pokut yaylası, Pilunç Çay Evi…
PaylaÅŸ