Paylaş
Le Havre, Seine nehrinin Manş Denizi’ne döküldüğü yerde kurulmuş bir liman. Adı Fransızcada ‘kuytu’, ‘sığınılacak yer’ anlamındaki ‘havre’ sözcüğünden geliyor. Doğal bir liman değil ama günümüzden tam 500 yıl önce, 1517’de Kral I. François’nın girişimiyle ve Fransa’nın deniz gücünü geliştirmek amacıyla, deyim yerindeyse yoktan var edilmiş. Bu günlerde kuruluşunun 500’üncü yılını kutlamaya hazırlanıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan, neredeyse ‘yer ile yeksan’ olan Le Havre, beton ve çeliğin egemenliğinde yeniden inşa edilmiş. Fransız kentlerinde pek rastlanmayan bir mimari dokusu var. Geniş caddeleri, tramvay durakları, çok geniş parkları birbirini dikey kesen sokaklarıyla eski sosyalist ülkelerin başkentlerini anımsatıyor. O kentler köklü bir değişim yaşıyor Berlin duvarının yıkılmasından sonra, ama aynı şeyi Le Havre için söylemek mümkün değil. Marsilya’dan sonra Fransa’nın bu en büyük limanı 1950’lerde kalmış gibi. O dönemin modern mimari özelliğini yansıttığından olmalı, UNESCO tarafından korumaya alınmış.
Ünlü mimar Auguste Perret’nin tasarladığı bu beton yığını, bana sorarsanız, hiç de güzel değil. Akılcı bir düzenlemeyle gerçekleştirilmiş bir çeşit toplu konut projesini andırıyor. İtici bir görünümü var. Beğenenlerle beğenmeyenler arasındaki tartışma halâ sürüyor. Ben, tahmin edebileceğiniz gibi, beğenmeyenlerdenim.
Le Havre’ın iri çakıllarla kaplı, çok büyük ve geniş, denizin ‘gitgeliyle’ sınırları değişen ve kıyı boyunca uzayıp giden çok büyük bir plajı var. İyi ki de var. Çünkü burada temiz havayı soluyabilir, dalgakıranın ucundaki deniz fenerine dek yürüyebilirsiniz.
Kentin simgelerinden birisi de, devasa bir deniz feneri biçiminde inşa edilmiş, ünlü Aziz Joseph Kilisesi. Nereden baksanız bakın, duvarları ve çan kulesi ışıltılı camlarla süslü bu yapıyı görebiliyorsunuz. Eski depolar onarılmış, bizdekilere oranla çok daha küçük ama o ölçüde de cana yakın alış veriş merkezlerine dönüştürülmüş. Bu haliyle Le Havre, benzeri kentlerden çok daha değişik, neredeyse hiç alışılmadık bir görünüme sahip. Sanat tarihinin en önemli dönemeçlerinden sayılan izlenimcilik akımının burada doğmuş olması da kentin bir başka özelliği.
Le Havre doğumlu Claude Monet XIX. yüzyılın ikinci yarısında, 1872 yılının sisli bir sonbahar sabahında doğduğu kente yeniden gelip sehpasını çocukluğunu geçirdiği limana kurduğunda ne beton yığını yapılar ne de başı bulutlarda Aziz Joseph Kilisesi vardı. Kent, daha sonra Monet’nin izinden yürüyecek ressamların esin kaynağı olacak plajı, eski evleri, dar sokakları ve rıhtıma demir atmış gemileriyle adına yakışan, kuytu bir limandı.
Monet işte bu limanı çizip boyadı, ama gördüğü gibi değil, duyumsadığı gibi. Göğe yavaşça yükselen güneş, kırmızı ışıkları bulanık suya vuran bir portakaldı tabloda, dumanı tüten fabrika bacalarıysa hayal meyal seçilebiliyordu. Ve doğadan değil de sanki ressamın hayal dünyasından kaynaklanan bir sis, bir tür belirsizlik egemendi manzaraya. Nesneler silinmiş gibiydiler. Yelken direkleriyle vinçler de öyle.
Ön plândaki kayığın içindeki balıkçılar da, arka plândaki hayalet yapılar gibi, pek seçilmiyordu. Ressam ‘İzlenim’ adını verdi tablosuna ve o gün bugündür Le Havre limanındaki gün doğumunu betimleyen bu tablo izlenimcilik akımının simgesi oldu.
Kent, büyük yıkımın ertesinde küllerinden yeniden doğduğunda, Monet’in yapıtından tanıdığımız liman, beton yığını konutlardan ibaret ezici bir mimariye bırakacaktı yerini. Kuruluşunun 500’üncü yılını kutlamaya hazırlanan Le Havre’a izlenimci akımın başyapıtlarının sergilendiği Modern Sanat Müzesi’ni görmek için bile gitmeye değer. Monet’in ustası Eugene Boudin’in retrospektif sergisini de izleyebilirsiniz bu vesileyle. Monet ustasından şöyle söz ediyor:
“Ressam olabildiysem Boudin sayesindedir. Bana görmeyi ve anlamayı o öğretti.”
Görmek ve anlamak… Ama daha önemlisi, duyumsanan gerçekliği tabloya yansıtabilmek... Le Havre, Monet’in ‘İzlenim’ tablosunda ölümsüzleştirdiği kent değil artık. Jean-Paul Sartre’ın ilk romanı ‘Bulantı’da anlattığı kent de değil. Ama her iki yapıtın da izini bu kuytu limanda sürebilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Gün boyu arşınladığım sokaklar ve parklar roman kahramanı Antoine Roquentin’in de arşınladığı mekânlar, bu dünyada yabancılığını ve aykırılığını, yalnızlığını duyumsadığı yerlerdi. Limandan yükselen güneş, ‘ İzlenim’ tablosundaki bu tek sıcak renk, Monet’nin fırçasından alıyordu kırmızısını, gerçek bir gün doğumundan değil.
Paylaş