Güncelleme Tarihi:
Shahnaz Akhter, 1990'lı yıllarda televizyonda yayınlanan belgeseli ablasından ilk duyduğunda takvimler 2019 yılını gösteriyordu. O sırada Akhter, Warwick Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmalarını yapıyordu.
Söz konusu belgesel, 1969 yılında İngiltere'nin Coventry şehrinde yapılan bir deney hakkındaydı. Demir emilimiyle ilgili deney kapsamında, Hindistan kökenli 21 kadına radyoaktif izotoplar kullanılarak pişirilmiş lavaş ekmekleri yedirilmişti. Üstelik araştırmacılar kadınların rızasını da almamıştı.
Akhter Hindistan kökenliydi ve Coventry'de büyümüştü. Buna rağmen bu deneyi hiç duymamış olduğu için çok şaşırdı ve olayı araştırmaya başladı.
Araştırma sonucunda Akhter, Coventry Sağlık Müdürlüğü'nün belgeselin yayınlanmasının ardından yaptığı bir soruşturmanın kayıtlarına rastladı. 1995 tarihli soruşturma kapsamında deneklerin sağlıklarının tehlikeye atılıp atılmadığı ve kendilerinden aydınlatılmış onam alınıp alınmadığına bakılmıştı. Kadınların bakış açısı ise sadece bir cümleyle özetleniyordu: "Yapılan halka açık toplantıda, konuşmayı kabul eden iki katılımcının aydınlatılmış onam verdiklerine dair bir şey hatırlamadıkları bildirildi."
Akhter, bu cümleyi okuyunca gözyaşlarına hâkim olamadı. Aklına kendi annesi gelmişti. Üzerinde deney yapılan kadınları ve ailelerini bulmak istiyordu. Ancak 2020 yılı olmuştu, Covid pandemisi herkesi özellikle de etnik azınlıkları vurmuştu. Bu nedenle Akhter, İşçi Partisi'nin Coventry Milletvekili Taiwo Owatemi'den yardım istedi.
Geçtiğimiz günlerde The Guardian'a konuşan Owatemi, deneyi ilk kez Akhter'den duyduğunu ve şoke olduğunu belirterek, "Bu kadınları nasıl bulabiliriz?" diye düşündüm dedi. Ancak o dönemde etnik azınlıklar arasında aşı kararsızlığı çok yaygındı. Bu nedenle 1960'larda yaşananlara dikkat çekmek faydadan çok zarar getirebilirdi. Dolayısıyla Akhter, açık bir çağrı yapmak yerine kendi çevresi aracılığıyla deneye katılan kadınları aramaya başladı.
Şans eseri tarihçi ve yayıncı Dr. Louise Raw da aynı günlerde aynı konuyla uğraşıyordu. Radyoaktif lavaşlarla ilgili 1995 yılında India Today'de yayımlanan bir habere denk gelen Raw, bu sayede zamanında izlediği belgeseli hatırlamıştı. Gizli hikâyelere çok ilgili olan Raw, bu deneyin perde arkasını ortaya çıkarmaya karar verdi. Hikâyenin daha fazla ilgi çekmesi gerektiğini, hatta kadınlara tazminat ödenmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu nedenle konuyla ilgili tweet'ler atmaya başladı.
Raw'un Ağustos 2023'te attığı ilk tweet, "İngilizlerin ne kadar kibar olduğuna inanamazsınız" diye başlıyor ve "Düşünün, her sabah kapınıza bir kamyonet yanaşıyor. İçinden inen nazik adam size yemeniz için tazecik lavaşlar getiriyor. Ama bunu sadece siz yemelisiniz, aile üyelerinizle paylaşmamalısınız. Aynı adam öğleden sonra gelip lavaşınızı yiyip yemediğinizi kontrol ediyor" şeklinde devam ediyordu. Devamında Raw, belgeselin temel noktaları ile India Today'de yayımlanan haberin detaylarını aktarıyordu.
Pandemi sonrasında sağlık sistemine duyulan güvenin azalması ile ırkçılığa ve kimlik politikalarına duyulan hassasiyetin artması sonucu Raw'un tweet'leri kısa sürede viral oldu. İlk tweet 9.000 retweet aldı ve 7 milyon kişi tarafından görüntülendi. İngiltere basınında pek çok gazete olayı yeniden gündeme taşıdı.
Haberler Coventry'de büyük paniğe neden oldu. Katılımcı sayısı sadece 21 olsa da annelerinin veya büyükannelerinin deneyin parçası olduğundan endişelenen yüzlerce kişi Owatemi'yle temasa geçti. Onlardan biri de Kalbir isimli bir kadındı. Annesini 20 yıl önce kaybeden Kalbir, Raw'un tweet'lerini ailesine gönderince ablasından "Evet annem de onlardan biriydi, sen bilmiyor muydun?" cevabını almıştı. Büyük bir yıkıma uğrayan kadın sorularla boğuşuyordu. Kadınlara deney sonrası nasıl bir bakım desteği sağlanmıştı? Sonraki dönemde yaşadıkları sağlık sorunlarının sebebi bu olabilir miydi? Kendisi ya da kardeşleri de radyoaktif lavaşları yemişler miydi yoksa?
Kalbir, bir yanıt bulabilmek için annesinin hastane kayıtlarına ulaşmaya çalıştı ancak eli boş döndü. Doktorun muayenehanesi kapanmıştı ayrıca gizlilik yasaları annesi ölmüş olmasına rağmen kayıtların açıklanmasını engelliyordu. Diğer tarafta Akhter ve Owatemi de çıkmaz sokaklara giriyordu. İngiltere'de insan sağlığıyla ilgili araştırmaların finansmanı ve koordinasyonuyla uğraşan Tıbbi Araştırmalar Konseyi'nin (MRC) elinde araştırmayla ilgili deneklerin isim listesi dahil hiçbir bilgi bulunmuyordu.
İlerleyen dönemde yapılan soruşturmalarda, kadınların maruz kaldığı radyasyon miktarının çok düşük olduğu ortaya çıkarıldı ancak bu da kaygıları yatıştırmaya yeterli olmadı. Kalbir ellerinde hiçbir bilgi olmadığından yaşananları kafalarında kurmaya başladıklarını belirterek, "Hem radyasyonun zararlarından korkuyorduk hem de insanlar üzerinde rızaları olmadan deneyler yapılmasının kâbusunu yaşıyorduk" diye konuştu.
Peki 1969'da Coventry'de ne olmuştu?
* * * * *
Belfast doğumlu Peter Elwood, 1960'lı yılların başlarında yavaş yavaş isim yapmaya başlamış genç ve hırslı bir epidemiyoloji uzmanıydı. Birkaç araştırma projesinin ardından Elwood, dünyanın dört bir yanında bir numaralı sağlık sorunlarından biri olan anemi üzerine çalışmaya başlamıştı.
Demir yetersizliğinin sonucu olarak ortaya çıkan anemi, kanın yeterli miktarda kırmızı kan hücresi üretememesi bunun sonucunda da organlara giden kandaki oksijen miktarının düşmesi olarak tanımlanıyor. Aneminin en yaygın semptomu halsizlik ancak daha ağır vakalarda çocukların bilişsel gelişimi etkilenebiliyor. Hamile kadınlardaki anemi ise prematüre doğumlara ve anne ölümlerine yol açabiliyor. Bu nedenle günümüzde bile Dünya Sağlık Örgütü anemiyi ciddi bir küresel sağlık sorunu olarak değerlendiriyor.
Günlerden bir gün Elwood Belfast'ya bir meslektaşıyla arabada giderken bu konuda sohbet ediyordu. Aile hekimleri aracılığıyla demir hapı vermenin bir fayda getirmediğini düşünen Elwood başka ne yapılabileceğine kafa yoruyordu.
Aslına bakılırsa 1950'lerin sonundan itibaren, Birleşik Krallık'ta ekmekler, demir ve kalsiyum gibi minerallerle takviye edilmeye başlamıştı. Ancak bu takviyelerin nasıl bir etki yarattığına veya demirin ya da unun türünün emilimi nasıl etkilediğine dair bir araştırma yapılmamıştı.
Bugün 90'larında olan ve The Guardian'ın yorum taleplerini reddeden Elwood, 2000 yılında yayımlanan bir sözlü tarih çalışması kapsamında verdiği mülakatta, "Sözün kısası yaklaşık 10 yıl süren ve radyoaktif lavaşlarla sonuçlanan bütün o çalışma alanı, arabada ortaya atılan bir fikirle ortaya çıktı" ifadelerini kullanıyordu.
1963 yılında Elwood, MRC bünyesinde bulunan Epidemiyolojik Araştırmalar Birimi'nde çalışmak üzere Cardiff'e taşındı. Burada ekmekte bulunan demirle ilgili yeni araştırmalar tasarladı, takviyeli unların farklı türlerini test etti ve demir emiliminin aynı anda tüketilen diğer besinlerden nasıl etkilendiğine baktı. Ardından 1960'ların sonlarında yeni bir araştırma aracını kullanmaya başladı. Bu araç radyasyondu.
Normal koşullar altında demir emilimini ölçmek için takviyeli yiyecekleri tüketen kişilere kan testleri yapılıyor ve hemoglobin düzeyleri ölçülüyordu. Ancak bu süreç aylar sürebiliyordu. Radyoaktif demir izotopları kullanıldığı takdirde ise araştırmalar haftalar hatta günler içinde tamamlanabiliyordu. Radyoaktif element, demire bağlanmış bir etiket vazifesi görüyor, bilim insanlarının demirin vücutta ne yaptığını net bir biçimde görüp ölçebilmesini sağlıyordu.
Radyoaktif işaretçiler kanser gibi hastalıkların teşhisinde bugün halen kullanılıyor.
Savaş sonrası dönemde doktorlar artritten bağırsak kurtlarına her şeyin tedavisinde radyasyona başvurur olmuştu. Ancak 1950'lerin ortası itibarıyla, radyasyona çok fazla maruz kalmanın belli kanserlere yol açabileceği ve kısırlık yapabileceği keşfedildi. Bu nedenle radyasyon kullanımına kısıtlamalar getirildi ancak araştırmacılar bu teknolojinin sunduğu hızlı ve kesin sonuçların cazibesinden kurtulamadı. Radyasyonun yanına hücre kültürü gibi teknolojilerin eklenmesi ve antibiyotiklerin hızlı gelişimi de tıp biliminin hastalıkların sonunu getirebileceği hissiyatına kapılmasına yol açtı.
Elwood'un demirle ilgili çalışmaları yaptığı dönemde, doktorlar hastalar adına karar verme bağlamında en yetkin kişinin kendileri olduğunu düşünüyordu. Hastanın rızasını almanın gereksiz hatta engelleyici olduğuna inanılıyordu. 1947 yılında Nürnberg mahkemeleri sayesinde Nazilerin toplama kamplarındaki mahkûmlar üzerinde yaptığı deneylerin ayrıntıları ortaya çıkınca, Nürnberg Yasası adı verilen yeni bir etik kurallar listesi ortaya çıktı. Bu listedeki 10 maddenin ilki "İnsan deneğin özgür idaresiyle verdiği rızası kesinlikle gereklidir" şeklindeydi. Diğer maddelerde deneylerin toplumun faydasına olması, yetkin araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmesi ve risklerin faydalardan fazla olmaması gibi kurallar dikkat çekiyordu. Ancak Birleşik Krallık'taki ve ABD'deki doktorlar Nürnberg Yasaları'na pek takılmıyordu. Onların gözünde bu kurallar kendileri gibi iyi niyetli saygın bilim insanlarını değil şeytani savaş suçlularını bağlıyordu.
Ancak 20'nci yüzyılda yapılan Tuskegee sifilis deneyi ya da Willowbrook okulu viral hepatit aşısı deneyi gibi araştırmalar, iyi niyetin yeterli olmadığını gösterdi. Birleşik Krallık, ABD ve Kanada'da buna benzer pek çok araştırma yapıldı. Bunların bir kısmında radyoaktif elementler ve besinler kullanılarak çeşitli maddelerin vücuttaki etkileri ve sindirim süreçleri izlendi. 1960'larda ABD'de Henry Beecher, Birleşik Krallık'ta da Maurice Pappworth, birbirlerinden bağımsız olarak alarm zillerini çaldı. İki doktor da hastaların rızasının alınmamasına ve gereksiz risklere maruz bırakılmasına tepki göstererek tartışmaların fitilini ateşledi.
Elwood'un demir emilimi çalışmalarının arka planında bu tartışmalar yaşanıyordu. Ancak Elwood'un, radyoaktif izotopları kullanmaya başladığı dönemde insan denekler üzerinde radyasyon kullanımına dair bir çerçeve ya da kısıtlama yoktu. Elwood vücudun demiri nasıl emdiğiyle ilgili önemli keşifler yapmıştı ve radyasyonu bir araç olarak kullanıp daha fazlasını yapma niyetindeydi.
* * * * *
1968 yılında Elwood, gönüllüler üzerinde yaptığı bir deneye dair bir makale yayınladı. Buna göre, Elwood çoğunluğu meslektaşları ve arkadaşlarından oluşan bir grup gönüllüye, radyoaktif demir tuzlarıyla takviye edilmiş ekmekler içeren kahvaltılar yedirmişti. Gönüllüler, iki haftanın ardından devlete ait bir kurum olan Harwell Laboratuvarı'nda test edilmişti. Bunun sonucunda demirli ekmeklerle birlikte yumurta yemenin emilimi azalttığı, meyve suyunun ise emilime yardımcı olduğu görülmüştü. Hem ABD'de hem de Birleşik Krallık'ta basının ilgisini çeken bu araştırma, bugün bile verilen demir ilaçlarının yanında portakal suyu içme takviyesinin temelini oluşturdu.
Bu alanda yükselen bir yıldız alan Elwood, Dünya Sağlık Örgütü'nün Demir Yetmezliği Komitesi'ne katılım daveti aldı. Komiteye katıldığında Elwood'a söylenen ilk şey, elde ettiği sonuçların ilginç ama aneminin büyük sorun teşkil ettiği ülkelerle alakasız olduğuydu. Zira bu ülkelerde ekmek yerine lavaş gibi hamur işleri tüketiliyordu. Elwood'un aktardığına göre, komitedekiler, "Mayalanmanın demire ne yaptığını bilmiyoruz. Bu araştırmayı Hint lavaşı kullanarak tekrarlayabilir misin?" diye sormuştu.
Bunun üzerine Elwood Cardiff'e dönüp Hindistan kökenli bir ev kadınıyla anlaştı. Bu kadın bir grup Galli kadına mayasız hamurdan geleneksel Hint lavaşları yapmayı öğretti. Radyoaktif demirle zenginleştirilmiş un kullanılarak yapılan 200 adet lavaş, dondurucuya kaldırıldı. O esnada Elwood katılımcılar arıyordu. Geleneksel şekilde beslenen Güney Asyalı kadınlara ihtiyacı vardı. Bu nedenle nihai adresi Pencaplı göçmenlerin yoğun yaşadığı Coventry şehri oldu. Foleshill bölgesinde Dr. Shah isimli bir meslektaşıyla anlaşan Elwood, onun yardımıyla araştırmasına katılacak kadınlar belirlemeye başladı.
Shah, Foleshill'de sevilen bir insandı. Hastaların evlerine viziteye giden sempatik bir doktor olarak tanınıyordu. Yıllar önce hayatını kaybeden Shah'ın Elwood'un deneyine dahil ettiği kadınlara ne söylediği tam olarak bilinmiyor. Ancak iki kadının o zamana dair anlattıkları konusunda bilgi sahibiyiz. Buna göre kadınlardan biri migren ağrıları öbürü artrit için Shah'a başvurdu. Shah da kadınlara hastalıklarının teşhisi veya tedavisi için özel diyetler uyguladıklarını söyledi ve radyoaktif lavaşları yemelerini istedi.
Kadınlar Shah tarafından belirlendikten sonra Elwood'un ekibine sevk ediliyordu. MRC soruşturmasına göre, bu aşamada ekipten birileri çoğunlukla da Elwood kadınları evlerinde ziyaret ediyor ve araştırmanın amaçlarını anlatıp düşük miktarda radyasyona maruz kalacaklarını bildiriyordu. Kadınlara ayrıca demir emilimlerini ölçmek için radyoaktif izotoplar tüketeceklerine dair mektuplar da veriliyordu. (Bu mektuplar şu an MRC arşivinde bulunamıyor.) Ancak bir sorun vardı. Yazışmalar ve görüşmeler çoğunlukla İngilizce yapılıyordu ancak kadınların çoğu Pencapça dışında dil bilmiyor ellerine verilen kağıtları okuyamıyordu. Araştırmacıların yanlarında birer çevirmen olması kuralı da 1960'larda uygulanmıyordu.
Ekibe bazen çeviri yapabilen ama doktor olmayan bir yerel sağlık görevlisi eşlik ediyor onun da olmadığı durumlarda iş kadınların çocuklarına kalıyordu. Ancak "radyoaktif izotop" gibi terimlerin geçtiği bir konuşmayı çocukların tercümesi de çok sağlıklı olmuyordu.
Bütün bunlara ve kadınların başlarına ne geldiğini anlamıyor olma ihtimallerine rağmen araştırma planlandığı şekilde devam etti. Dört gün boyunca her sabah kadınlara radyasyonlu lavaşlar götürülüyor, birkaç saat sonra Elwood'un ekibinden Tom Benjamin evleri kapı kapı dolaşıp kadınlara kahvaltılarını edip etmediklerini, lavaşın yanında ne yediklerini soruyordu. 17 gün sonra kadınlar Harwell Laboratuvarı'na götürülerek testlerden geçirildi.
Elwood'un aktardığına göre, Benjamin deneydeki kadınları çok önemsiyor, çay içmeye götürüyordu. Elwood da araştırmanın sonunda kadınların hepsiyle arkadaş olduğunu belirtiyordu. Ancak Kalbir, Oxford'un dışında soğuk bir devlet binası olan laboratuvarın kadınların kendilerini rahat hissedebilecekleri bir ortam olmadığını belirterek, "Çok korkmuş olmalılar. Zaten İngiltere'de çok zorlanıyorlardı. Evlerimiz ırkçıların saldırısına uğruyordu, sokaklarda hakaretler işitiyorlardı üstüne bir de sistem onlara bunu yaptı" ifadelerini kullandı.
1970 yılında yayınlanan araştırma sonucunda demir takviyeli unla yapılan hamurların mayalanmamasının demir emiliminin etkinliğinde bir fark yaratmadığı ortaya çıktı. O yıllarda standart olduğu üzere kadınlara sonuçlar hakkında bilgi verilmesi ve radyasyon maruziyetinin sağlıklarını etkileyip etkilemediği kontrol edilmedi. Araştırmacılar düşük seviye radyasyonun bir zararı olmayacağını düşünüyordu. Elwood'un deyişiyle, "Herkes araştırmayı unutmuştu". 26 yıl sonra yeniden hatırlanana kadar...
* * * * *
1990'ların ortalarında John Brownlow isimli bir film yapımcısı yeni belgeseli için konu ararken ABD'den bir hikâyeye denk geldi. Eileen Welsome isimli gazeteci insanlar üzerinde yapılan radyasyon deneyleriyle ilgili haberiyle Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüştü. Habere göre bu deneyler iki gruba ayrılıyordu. İlk gruptakiler askeri deneylerdi ve 1945-47 yılları arasında 18 hastanede kalan yoksul ve eğitimsiz hastalara plütonyum verilmesini içeriyordu. İkinci gruptakiler ise manalı bir tıbbi amacı olan sivil deneylerdi ve demir emilimi, tiroit fonksiyonu gibi şeyleri ölçmeyi hedefliyordu. Örneğin 1940'larda Nashville'de bir hastanede 849 kadına ana rahminde demir emilimini ölçmek için radyoaktif demir izotopları verilmişti. Hastane dozların güvenli olduğunu iddia etse de Welsome, bu kadınlardan birinin bebeğinin nadir bir kanser nedeniyle öldüğünü ortaya çıkarmıştı.
Channel 4'dan aldıkları finansman desteğiyle Brownlow ve ekibi benzer deneylerin Birleşik Krallık'ta da yapılıp yapılmadığını araştırmaya başladı ve çok korkunç sonuçlarla karşılaştı. Nashville'dekine çok benzer çalışmalar Aberdeen, Liverpool ve Londra'da da yapılmıştı. Brownlow'un dikkatin çeken bir araştırmanın başlığı "Buğday unundan yapılmış Hint lavaşından demir emilimi"ydi.
Pencaplı Sih gazeteci Sukhbender Singh'ten de yardım alan Brownlow, deneydeki 21 kadından biri olan Pritam Kaur'a ulaşmayı başardı. The Guardian'a konuşan Brownlow, Kaur ailesiyle görüşmeye giderken hiç önyargılı olmadıklarını belirterek, "'Araştırmacılar bize her şeyi anlattı' da diyebilirlerdi. Ama ya anlatmamışlardı ya da anlattıkları anlaşılamamıştı" diye konuştu.
Oğlunun tercümesiyle gazetecilere konuşan Kaur migren ağrıları nedeniyle doktora gittiğini, anemisi olabileceğini öğrendiğini, doktorun kendisine özel lavaşları yerse vücudundaki eksikliğin net bir şekilde anlaşılacağını söylediğini anlattı. Kaur, "İçinde ne olduğunu bilseydim yemezdim" dedi.
Aslna bakılırsa Brownlow'u araştırması sırasında bulduğu en korkunç deney bu değildi. Ölen çocukların kemiklerinin ailelerinin onayı olmadan vücutlarından alınarak araştırma için ABD'ye gönderildiği Günışığı Projesi gibi çok daha akıl almaz çalışmalarla da karşılaşmışlardı. Üstelik çok da net bir amacı vardı lavaş araştırmasının. Ancak bu çalışmayı özel yapan şey dil sorunları yaşayan bir azınlık üzerinde yapılması ve deneklerin kendi rızalarını dile getiremeyecek durumda olmasıydı.
"Deadly Experiments" (Ölümcül Deneyler) belgeseli 6 Temmuz 1995'te Channel 4'da yayınlandı. Filmin ilk kısmı radyasyon deneylerinin kökenlerinin atom bombasının gelişim sürecinde yattığını anlatırken ikinci kısmı ABD ve Birleşik Krallık'taki rızasız radyasyon deneylerine odaklanıyordu. Yayından önce Elwood'la iletişim kurulmuş ancak kamera karşısına geçmesi sağlanamamıştı.
Belgeseli "kesinlikle inanılmaz" bulan Elwood ise çoktan başka araştırma alanlarına geçmişti ve saygın bir kariyer sahibi olmuştu. En önemli başarısı, kalp krizinden sonra günde bir aspirin almanın hayat kurtaran etkileri olduğunu ekibiyle birlikte kanıtlamasıydı. Eski araştırmalarının korkutucu müzikler eşliğinde sunulması Elwood için bir şoktu. Üstelik Coventry deneyi belgeselin son 5 dakikasına sıkıştırılmıştı. Kaur'un konuşması kesilerek araya aydınlatılmış onam alındığını söyleyen bir MRC yetkilisinin mülakatı eklenmişti. Yetkili dil engellerinin akıcı İngilizce bilen aile üyelerinin yardımıyla aşıldığını söylüyordu. Brownlow'un kadınlardan birinin radyasyon konusunda kendisine hiçbir şey söylenmediği yönündeki sözlerini aktarıp "Bu etik dışı değil mi?" diye sorması üzerine ise MRC yetkilisi, "Eğer bu doğruysa, evet, etik dışı" ifadelerini kullanıyordu.
Belgesel haberlerde yer aldı, siyasi tartışmalara ve kamuoyunda kaygıya yol açtı. Brownlow, "İnsanlar panik yaptılar ve aynı şeyin başlarına gelmiş olmasından korktular" dedi. Haber Hindistan basınına da yansıdı. India Today gazetesi Kaur'un komşusu Danti Sohanta'nın kızıyla konuştu. Sohanta annesinin artrit şikayeti nedeniyle doktora başvurduktan sonra araştırmaya dahil olduğunu anlattı. Kızının dediğine göre doktor Sohanta'ya, "Özel bir diyete başlarsan belki daha iyi hissedersin" demiş, o da doktorun dediklerini sorgulamadan kabul etmişti.
Kaygılar artınca Coventry yerel yetkilileri bir çağrı merkezi oluşturdu ve Coventry Sağlık Müdürlüğü bir soruşturma başlattı. Bu durumun kendisi için incitici olduğunu belirten Elwood, deneyi anlattıktan sonra soruları cevapladığını, kendisini dinleyenlerden birkaçının "çok çok düşmanca" davrandığını belirtti.
Elwood böyle bir öfkeye hazır değildi. Kadınların İngilizce söylenenleri anlamadığı iddiasına da karşı çıkan Elwood, "Bu kadınların okuma yazma bilmediğini, ne olup bittiğini anlamadıkları için onları özel olarak seçtiğimi söylediler. Ama ellerimde üç tanesinin teşekkür mektupları vardı ve hepsi de mükemmel İngilizceyle yazılmıştı" ifadelerini kullandı.
Elwood yaşadıklarından memnun olmasa da soruşturmadan lehine sonuç çıktı. Yetkililer Elwood'un dönemin etik standartlarına uyduğu ve kadınların maruz kaldığı radyasyon miktarının çok düşük (bir göğüs röntgenine denk) olduğu sonucuna vardı. Raporda belgeselin yapımcıları Coventry'deki Asyalılar arasında gereksiz kaygıya yol açtıkları gerekçesiyle eleştirildi.
Raporda eksik olan şey ise deneyin parçası olan kadınların görüşleriydi. Raporda MRC'nin elinde katılımcı listesi bulunmadığı ve sadece belgesel sayesinde konuşmak isteyen az sayıdaki kadının görüşünün alınabildiği belirtildi. Kadınlarla görüşmek için bir çaba sarf edilip edilmediği net değil ancak Kalbir annesinin böyle bir soruşturmadan haberdar olmadığını ve kendilerine kimsenin ulaşmadığını belirtti.
Belgeselin ardından MRC de kendi soruşturmasını yaparak filmde bahsi geçen ve MRC tarafından finanse edilen araştırmaları mercek altına aldı. Bu araştırmanın raporu da 1998'de yayımlandı ve tüm araştırmaların dönemin standartlarına uygun şekilde gerçekleştirildiği belirtildi. Ancak bu raporda da Coventry deneyiyle ilgili kısımda kadınların sözleri yer almadı sadece tüm çabalara karşın konuşmak istemedikleri belirtildi. Öte yandan araştırmacıların deneyi kadınlara şahsen anlattığı vurgulanarak Elwood'un "üst düzey saygınlıkta bir araştırmacı" olduğu çalışmasının da "dönemin standartlarını aşan bir örnek" olduğu ifade edildi. Raporda kadınların bir kısmı İngilizce bilmediğinden çocuklarının çeviri yapması nedeniyle, "araştırmacıların tüm iyi niyetine karşın araştırmanın kapsamının tamamının kadınlar tarafından anlaşılamamış olabileceği" ihtimali üzerinde duruldu.
ABD'de ise Welsome'ın haberi sayesinde Bill Clinton yönetimi insanlar üzerinde yapılan radyasyon deneyleri hakkında bir soruşturma başlattı. Clinton kurbanlardan özür diledi, art arda açılan davalar, hatırı sayılır tazminat ödemeleriyle sonuçlandı. Birleşik Krallık'ta ise deneylerin sağlığa etkilerine dair araştırma, dava, tazminat süreçleri yaşanmadı. Özür dileyen bile olmadı.
* * * * *
Coventry deneyinin 2023'te yeniden gündeme gelmesiyle soruşturma ve kadınlara tazminat ödenmesi talepleri de dile getirldi. Ancak kadınların isimleri gibi temel detaylar bile bilinmezken bunun yapılması olası görünmüyor. Nitekim MRC 1995'te bile bu bilgilere sahip olmadığını açıkladı. Mesleği eczacılık olan Owatemi, "Ben bir bilim insanı olarak bunu çok tuhaf buldum Araştırmacı hâlâ hayatta. MRC'nin bu arşivleri imha etmesine yetecek kadar uzun zaman geçtiğine inanmıyorum" dedi. (Ancak MRC'nin politikaları gereği araştırma belgeleri 20 yıl saklanıyor.)
Kadınların izini sürme çabaları da oldukça yavaş ilerliyor. Akhter, annelerinin ve büyükannelerinin deneyin parçası olduğuna inanan ailelerle temas halinde ve görüşmeler yapmayı planlıyor. Öte yandan MRC Leicester Üniversitesi'nden bir ekibi ailelerle ve Coventry'de yaşayan diğer Güney Asyalılarla görüşmek üzere görevlendirdi.
Owatemi kadınların kimliklerinin belirlenmesini ve ardından radyasyonun sağlıkları üzerindeki etkilerini ölçecek çalışmalar yapılmasını umduğunu belirtti.
Kalbir ise öfkeli ve kaygılı olduğunu ifade ederek, "Sorularımın cevaplarını almak ve adalete kavuşmak için yanıp tutuşuyorum. Bu kadınlar İngiltere'de zor zamanlar geçiriyorlardı. Araştırmanın ve tıbbın nasıl çalıştığını anlamıyorlardı. Doktorlarına güveniyorlardı. Bu olmamalıydı" diye konuştu.
The Guardian'ın "The Coventry experiment: why were Indian women in Britain given radioactive food without their consent?" başlıklı haberinden derlenmiştir.